Tatlı bir Napoli atasözü var: “Yarın yine borçlarım olacak ama bu akşam ben bir kralım.” Bu seçimlerin, muhalifler, hoşnutsuzlar, yılgınlar üzerindeki duygusal etkisini, bununla tarif edebiliriz. Evet, yarın yine -düz ve mecazi anlamıyla- borçlar olacak, ama bir akşam, krallık…
***
“Türkiye toplumunu bir arada tutan nedir?” 2010’da Toplum ve Bilim’de bu soru etrafında bir tartışma yürütmüştük. Suç ortaklığı, şiddet, klientalizm, borç-borçluluk üzerinde durulmuştu. O zaman yeterince işlenmeyen cevap adaylarından biri de, seçimdi. Bu yerel seçimlerde, bunun bir teyidini gördük. Bu toplumu, yani asgari bir müşterek sorumluluğa dayanan, asgari bir eşitlik içinde birlikteliği, -olduğu kadarıyla, diye eklemeliyiz-, tutan ‘şeylerden’ biri, hem de önemli birisi, seçimdir. “Sistemin” güvencesidir, işleyen bir supaptır. Bir gelecek tasavvurunu, umutları kısık ateşte tutar; sonunda dip tutsa da, iştahlandırıcıdır. Olduğu kadar’ı, hep eklemeliyiz.
***
Seçimin gözde mefhumlarından biri: Dip dalga. Aslında şöyle böyle on yıldır, yerleşik siyasetin kavrayamadığı ve onu alt üst edecek büyük bir toplumsal değişim infilâkının, onun beklentisinin mecazı olarak kullanılıyor. (Yanılmıyorsam ilkin, Cumhuriyet mitingleri arifesinde ulusalcı akım içinde dillendirilmişti bu terim.) Geçen yıl Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir dip dalga anons edilmişti, ancak işte şimdi kopup geldiği söyleniyor; bu gecikmenin nedenleri de şimdiden tartışılmaya başladı.
Dip dalgayla kastedilen, yüzeyde görülmeyen, alttan alta muazzam bir güçle akıntıdır. Okyanusta, derin suda, öyle akar gider. Suyun sığlaştığı koşullarda, kıyıya yıkıcı bir şiddetle vurur.
Dip dalgayı beklemek veya ‘bilmek,’ takdir edersiniz, siyasi bir eylemi tarif etmiyor. Hatta, siyaseti sosyolojiye (sosyolojizme) havale etmek demektir. Teşbihimizi son haddine vardırırsak, sığda beklemektir ve tsunamidir, yıkımdır. Machiavelli, Prens’in maharetini, seli seylabı kontrol etme kabiliyetine teşbih ederdi. Dip dalgayı karşılamak, önlem almak veya dalgadan enerji üretmek (teşbihi sürdüreceksek: dalga enerjisi santrali diye bir teknoloji var) - işte o siyasi bir eylemdir. Siyasal muhalefetten, dip dalgası kutlaması yapmaktan veya yeni dalga ve dalgalar beklemekten fazlasını yapmasını beklemeli.
***
Yorumcular, galiba her zamankinden de büyük bir şevkle, “seçmen ne mesaj verdi?”yi anlatmaya giriştiler. Daha çok iktidar havuzlarında ve jakuzilerinde serinleyenler meşgul bununla; çünkü “seçmen mesajı” tefsirciliği, esasen bir hayra yorma, bir hüsnütabir işidir. Fakat muhalifler de, yine hayra yorma meyliyle, bundan geri kalmıyor.
Seçmen, tekil bir özne veya bileşke vektör değil. Farklı saiklerle, farklı çıkarların peşinde, farklı önceliklerle hareket eden seçmen grupları var. Bu saikleri, bu çıkarları, bu öncelikleri ve onların karşılaşmalarını, etkileşimlerini “okumak,” daha yararlı olmaz mı?
Seçmen, mesaj vermez. Seçmen, mesajlara reaksiyonlar verir. Mesajı, partiler verir. Vermesi gerekir. İhtiyacımız, partilerin, daha fazla ve daha açık mesaj vermesi.
***
1989 yerel seçimlerinde SHP’nin (Sosyaldemokrat Halkçı Parti) birinci parti olmasından beri ilk kez seçimlerden birinci çıkan CHP’nin, tarihî denebilecek bir başarı kazandığını teslim etmek gerek.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, seçim gecesi konuşmalarında, önce örgüte teşekkür etti, hatta en çok parti emekçilerine şükranını dillendirirken hislendi. Parti kongresinde Kılıçdaroğlu’na karşı kazanmasında da, örgütün gönlüne hitap etmesi, danışmanlardan, anketçilerden önce örgütün önemli olduğunu vurgulaması etkili olmuştu. Gerçekten, bu seçim başarısında örgütün payı ne kadar oldu? Sahici meraktır.
CHP ‘kültüründe’ örgütü, dışa dönük bir siyasal ilişki olarak örgüt ve bir iç evren olarak örgüt diye ikiye ayırabilir miyiz? İç evren olarak örgüt, -kim aday olacak, kim ilçe başkanı olacak-, CHPlilere asıl neşe veren, onların enerjilerini soğuran, birçok zaman paralel evreni andıran bir âlemdir. Örgütün dışa dönük veçhesi ise, ahaliyle, “sokak”la, kitle örgütleriyle ve kendi soluyla temaslı bir ilişki ağı... Örgütleme faaliyeti… Yani, siyasetin medya-odaklı hale gelmesine, ideolojisizleşmesine bağlı olarak bütün dünyada geçersizleşen bir siyaset medyası (aracı) olarak örgüt… Geçersizleşmesi, iyi bir şey değil! İllâ eski usullere sıkışmadan, canlandırılması, tazelenmesi, esaslı bir demokratikleşme meselesidir. CHP’nin şimdi yerel yönetim olanaklarıyla bir iç âlem olarak şenlenen örgütünün; bir örgütlenme derdi, heyecanı olacak mı? CHP örgütünün iyice iç evrene ve paralel evrene dönüşmesine büyük katkısı olmuş eski bir CHP genel başkanının sevdiği ifadeyle: “ummak isteriz”!
***
Özgür Özel’in seçim gecesi konuşmasında, sıcağı sıcağına ve açıkça, DEM Parti’yi alt etme amacıyla, “kolluk kuvvetlerini” seferber eden oy taşımacılığını tel’in etmesi, önemliydi. “Kent uzlaşıları” da öyle… Fakat “Kürt meselesi,” CHP’nin bir muamması olmaktan çıkmış değil.
İki Kürt büyükşehrinde, Diyarbakır ve Van’da, DEM Parti silkindi ve toplamda iniş seyrinde olan oylarını artırdı; AKP 2019’a kıyasla iki haneli rakamlara varan kayba uğradı. İşte bu, güçlü bir “mesaj.” Şimdi, ana iktidar ve ana muhalefetin müştereken tebrik ettiği “demokrasimiz”in imtihanı, bir sürekli olağanüstü hal yöntemi olarak kurumlaşan “kayyım”[1] uygulamasıdır. Kayyımsız olacaksa; özellikle Van ve Diyarbakır belediyelerinin, “Kürt siyaseti”nin çehresinde belirleyici bir etki yaratmaların “ummak isteriz”… diye yazdıktan birkaç saat sonra, Van Büyükşehir’e (% 55,4 oyla) seçilen Abdullah Zeydan’ın “seçilme yeterliliği olmadığına” hükmedilerek, mazbatanın (% 27,1’le ikinci gelen) AKP adayına verildiği haberi geldi.[2] İktidar partisinin bizzat kayyımlaşması…
***
Kadın belediye başkanı sayısındaki bariz artış, bir “yarın yine borçlarım olacak ama bu akşam ben bir kraliçeyim” sevinci veriyor.
CHP’nin, 2014’te emekli müftüyle zorladığı alamadığı (yabana atılmayacak bir ihtimal: sayımlara yapılan bir “müdahale” sonucu kaybettiği) muhafazakar “sosyolojili”[3] Üsküdar’ı, mühendis bir ‘açık’ genç kadınla kazanması da; kimlik, sosyoloji ve sembol siyaseti ezberleri üzerine bir durup düşünmeye çağırmıyor mu?
***
CHP’nin yeni kazandığı belediyeler arasında, özellikle “muhafazakâr” mührü vurulmuş yerler, iri ve ufak taşralar, uzak ve yakın taşralar (biliyorsunuz, bir bakıma İstanbul’dan hariç her yer taşradır ve biliyorsunuz, İstanbul içinde de nice taşralar vardır), ayrı bir ilgiyi celp ediyor. Taşraları, -İslamcı-dindar muhafazakarlıkla sınırlamıyor, milliyetçi-muhafazakarlığı da, cumhuriyetçi-muhafazakarlığı da katıyor, en çok sıradan-muhafazakarlığı kastediyorum-,[4] “muhafazakarlık”la eşanlamlı sayılmaktan uzaklaştırmaya dönük bir arayış görebilecek miyiz? (Çok şey istiyoruz!) Hiç yoksa, biraz ufuk açmaya, biraz hava aldırmaya, biraz başka-türlü-bir-şeye açılmaya dönük bir arayış, görecek miyiz? Şehirlere, kimlikleriyle (veya “marka” olarak) değil de, karakterleriyle değer kazandıran bir yerel siyasetin uç vermesini ummak isteriz.
[2] Işıl Kurnaz, bunun “hukukunu” sıcağı sıcağına yazdı: Kışa Dönmeden Yazımız
[4] https://birikimSıradan Muhafazakarlıkdergisi.com/haftalik/11538/siradan-muhafazakarlik