Rusya ve ABD: İki Güç, İki Rejim Tipi
Evren Balta

Savaş hem tarihsel hem de toplumsal bir değişken. Her savaş aynı değil. Savaşan her aktörün kullandığı yöntemler de farklı. Zira savaşan her aktör farklı askeri/ekonomik kapasitelere, farklı şiddet kültürlerine, farklı birikim rejimlerine ve farklı iç siyasal kurumlara sahipler. Bu farklar onların kısıtlılıklarını ve olanaklarını belirliyor. Bu kısıtlılıklar ve olanaklar da onların nasıl “öldürdüğünü”. Üstelik bu farklılıklar savaş kazanmakta da kritik öneme sahip. Nitekim sırf tarih ders kitaplarından bile biliyoruz; savaş kazanan aktörlerin kurumsal mimarilerinin ve askeri aygıtlarının sadece kazananlar üzerinde değil, ama kaybedenler üzerinde de ne kadar belirleyici olduğunu! 

Peki Ortadoğu’da yanı başımızda süregiden yeni dünya savaşında ana şiddet aktörleri hangi kısıtlılık ve olanaklara sahip? Bu kısıtlılıklar ve olanaklara bakmak küresel sistemi nasıl bir gelecek beklediği konusunda aydınlatıcı olabilir mi? Ortadoğu’ya dair analizler genellikle aktörlerin çıkarlarına odaklı. Oysa bölgeye müdahil olan iki ana aktörün, Rusya ve ABD’nin, savaş yaparken sahip oldukları kısıtlılıklara ve olanaklara bakmak da en az bunun kadar önemli. 

Peki nedir bu aktörlerin kısıtlılık ve olanaklarını belirleyen faktörler? Bu soruyu cevaplarken de yalnızca Rusya ve ABD arasındaki fiziki güç dağılımına değil, aynı zamanda iki aktörün kendini bağlı hissettiği savaş normlarına, iç siyasal kurumlarının yapısına ve kapitalist birikim süreçlerindeki farklılıklara odaklanmak gerekiyor.

Güç ve Kapasite

Bir ülkenin fiziki güç kapasitesi (askeri, ekonomik vd.), seferber edilmediği sürece güç birikimi olarak değerlendirilemez. Yüksek güç kapasitesine sahip olan ülkeleri çok basitçe çok parası olan bir kişiye benzetebiliriz. Bu kişi eğer parayı yatırıma dönüştürecek olanaklara sahip değilse ve parasını kullanırken kimi kısıtlılıklar çerçevesinde hareket etmek zorunda kalıyorsa bu paraya sermaye diyemeyiz. Bu, dolaşıma girmeyen bir paradır, dolayısıyla iktisadi ilişkiler içerisinde etkisi yoktur.

Aynı şeyi uluslararası ilişkiler bağlamında devletler için de söylemek mümkündür. Bir devletin iktisadi/askeri kapasitesi çok güçlü olabilir. Ancak bu iç kamuoyu baskısı, demokratik kurumsal düzen, uluslararası normlar gibi kapasitenin kullanımı üzerinde çeşitli kısıtlılıklar yüzünden etkin olmayabilir (ya da etkinlik oranı düşük olabilir). Dolayısıyla uluslararası güç dağılımında bakmamız gereken yer sadece fiziki gücün (yani kapasitenin) dağılımı değildir, aynı zamanda bu güce sahip ülkelerin hangi kısıtlıklarla hareket ettiğidir. Üstelik devletler karşılarındaki ülkenin fiziki kapasitesinin/gücünün farkında oldukları kadar kısıtlılıklarının da farkındadırlar. Fizikî güç kapasitesi diğerlerinden az olan devletler, diğer ülkelerin kısıtlılıkları üzerinden güç siyaseti yaparlar. 

Yeni Güç Dağılımı

Dünya ekonomisi Soğuk Savaş’tan bugüne büyük bir dönüşüm geçirdi (bkz. Dünya Ekonomisi grafiği). Soğuk Savaş döneminde dünya ekonomisinin %10.1’ini kontrol eden SSCB’nin ana varisi Rusya bugün %2.4’lük bir paya sahip. ABD’nin ise 1980’deki dünya ekonomisindeki %25.7’lik payı görece ufak (ama önemli) bir azalmayla 2014’de %22.4’e düşmüş durumda. Bu hiç kuşkusuz iki ülke arasında büyük bir ekonomik kapasite farkı olduğunun bir göstergesi. 

Öte yandan 2016 rakamları ile ABD ve Rusya askerî olarak dünyanın hâlâ en büyük iki gücü. Ama yine de askerî olarak ABD’nin Rusya’ya açık üstünlüğü var. ABD’nin yıllık askerî bütçesi Rusya’nın 10 katından fazla. ABD’nin 13500 uçağı varken, Rusya’da bu sayı 3500. Nükleer silahlar söz konusu olduğunda ABD ve Rusya’nın fizikî kapasitesinin simetrik olduğundan söz edebilir. Ama nükleer silahlar da yarattıkları “dehşet dengesi” yüzünden askerî kullanım sahasından uzak tutulmaktalar (bu durumun sonuna gelmiş olabileceğimize dair Jefrrey Lewis’in bir değerlendirmesi için bakınız). 

Dünya Ekonomisi: 1980-2014


Norm Sosyalizasyonu

Başa döneyim. Hal böyleyken Rusya’nın ABD’nin gücünü dengelemeye nefesi yeter mi? Bu soruya “Rusya ancak ve ancak ABD’nin kısıtlılıklarını ve kendi olanaklarını ABD’ye karşı kullanırsa yetecektir”, diye cevap verebiliriz. Peki nedir bu kısıtlılıklar ve olanaklar?

Bu kısıtlılıklardan ilki iki ülkelerin “norm sosyalizasyonu” ile ilişkili. Bugün küresel anlamda devam eden temel normların önemli bir bölümü özellikle Soğuk Savaş döneminde Batı blokunun bayraktarlığında güç kazandı (II. Dünya Savaşı sonrası kurulan liberal uluslararası düzen ve onun değişimi için bakınız).

Savaşta orantılılık, sivil ölümlerinin kısıtlanması temelde Batı blokunun kendi kimliğini kurduğu ve bu kimlik üzerinden geliştirdiği normlardı. Batı’nın bu temel normlara yeri geldiğinde (ve çıkarına aykırı olduğunda) uymadığı hepimizin malumu. Ama uymadığı durumlarda bile bu uymama halini hep yanlışlık, ikincil zarar vs. olarak kodladı.

Üstelik Batı kendi bayraktarlığını yaptığı bu normları ihlal ettiğinde “ihlalci ve ikiyüzlü”, etmediğinde ise güç politikalarının geri döndüğü bir dönemde “tutuk” olarak görülmekteydi. Rusya’nın ise norm sosyalizasyonu haliyle Batı’dan farklı, örneğin Putin’e göre uluslararası siyasetin tek geçerli ilkesi egemenlik (bu tartışma için bakınız).

Ulusal Kamuoyu

Eğer Batı blokunun ilk kısıtlılığı normlarsa, ikincisi ulusal kurumsal sistemin mimarisidir. Uzun bir zamandır Batı toplumlarının savaşla ilişkisinin kökten değiştiğine dair yazılıp çizilmekte. Batı blokunun neredeyse tamamı savaşmak istemeyen, başkalarının savaşı olarak düşündükleri çatışmalara müdahil olmak istemeyen bir kamuoyuna sahip. Bu kamuoyu için en büyük sorun uzak diyarlarda birilerinin ölmesi değil. Uzak diyarlarda kendi vatandaşları olan askerlerin ölmesi. Dolayısıyla seçim kazanmak isteyen hükümetlerin hiçbir biçimde ülkelerine kendi askerlerinin cenazelerini göndermemesi bekleniyor (savaş kararı ile seçim kaybetme olasılığı arasındaki güçlü ilişki için bakınız). Özellikle Irak işgali ile ABD’nin yaşadığı hezimet bu algıyı güçlendirmiş durumda. 

ABD kamuoyunun başkalarının savaşlarında –açıktan /kendi askerî gücüyle– yer almama arzusu ve bu arzunun bir baskı gücü olması nedeniyle ABD’nin müdahale stratejisini de belirleyen önemli bir faktör. ABD kendi adına vekaleten savaşabilecek yerel ittifaklara muhtaç. Sahada savaşacak yerel güçlere olan ihtiyaç ise ABD’nin siyasal elitlerin tanımladıkları bölgesel çıkarlar ile birebir örtüşen bir politikayı uygulayabilmesini/sürdürebilmesini güçleştiriyor. Ve hatta birbiriyle çelişen politikaları aynı anda uygulamasını gerektiriyor. Üstelik bu çelişkiler ABD’yi bölgesel aktörler için güvenilmez bir müttefik haline getiriyor. 


Örneğin ABD'nin askeri doktrini 2003 yılından beri seçici şiddet ve ittifakları vurguluyor (US Counter Insurgency Manual’ın tam metnine buradan ulaşılabilir). Seçici şiddet doktrini de ABD’nin sahada örtük operasyonlara ve bilfiil silahlandırılmış radikal gruplara dayanması ve savaşı uzatması, çatışmayı komşu ülkelerin iç çatışmalarını kaşıyarak ve karıştırarak yönetmesi anlamına geliyor (kuşkusuz bu strateji yeni değil, ama ana çatışma doktrini haline gelmesi yeni).

Buna karşılık Rusya hem askerî doktrini hem de kendi iç kurumsal özellikleri (yani iktidarın tamamen merkezileştiği bir ülke olması) nedeniyle savaşıp savaşmama konusunda iç kamuoyu kısıtlılıklarının düşük olduğu bir ülke. Elbette Rus kamuoyu da başkalarının savaşlarında kendi çocuklarının ölmesini istemiyor. Ama burada önemli olan bu tercihin ifade edilebileceği, etkisinin olabileceği kurumsal mekanizmaların varlığı. Örneğin Rusya’da da Yeltsin döneminin görece çoğulcu ortamında ortaya çıkan (ve kanımca 20.yüzyıl tarihinin belki de en anlamlı savaş karşıtı hareketlerinden olan) Asker Anneleri Hareketi o kadar etkili olmuştu ki, pek çok analist tarafından Rusya’nın I. Çeçen Savaşı’nı kaybetmesinin önemli nedenlerinden biri olarak sayılmaktaydı.

2000’li yıllarda ise durum değişti. Rusya son on yıldır kısmen I. Çeçen savaşından aldığı dersler, ama büyük oranda Putin rejiminin jeopolitik arzuları ve birikim tarzı nedeniyle her türlü kısıtlamadan (demokrasi, norm, kamuoyu vb.) azade bir savaş makinesi inşa etmekle meşgul. Üstelik bunu haber alma kaynaklarını, iktisadi dağıtım ve bölüşüm olanaklarını tamamen merkezileştirdiği bir siyasal sistem içinde yapıyor.

Rusya’da halihazırda ulusal kamuoyunun haber alma hakkı olmadığı gibi, muhalefet etme hakkı da yok. Rusya’nın maceracı dış politikalarına yöneltilebilecek güçlü itirazlar daha ortaya çıkmadan bastırılıyor. Bu itirazların sahipleri tutuklanıyor, yargılanıyor. Ülkenin içindeki denetim/demokrasi eksikliği, sadece ulusal siyasal muhalefeti bastırmakla kalmıyor, aynı zamanda devleti dünyanın pek çok yerine çatışma/ölüm ithal edebilen bir makineye çevirebiliyor.

Otoriteryan Avantaj

ABD’nin askeri ve ekonomik üstünlüğünün, Soğuk Savaş dönemindeki kapasitesine sahip olmayan, ama küresel büyük güç olma niyetinden de vazgeçmeyen Rusya tarafından iç siyasal mekanizmalar yoluyla dengelenebileceğini söyleyebilir miyiz? Bir diğer deyişle kapasite anlamında güçlü ama eli tetiğe gittiğinde kendi iç kamuoyunun baskısı ile karşılaşan ABD’yi kendi kurumsal sistemini hızlı ve etkili bir şekilde savaşmak üzerinden yeniden kurgulayan Rusya dengeleyebilir mi? 

Ortadoğu’da olanlara bakıldığında dengeleyebileceği görülüyor. Bu, Rusya’nın otoriteryan avantajı. Otoriteryan avantaj asimetrik kapasite durumunda görece zayıf olan tarafın görece daha güçlü olan tarafı hızlı, etkili, sınırsız ve vicdansız (normlarla sınırlanmadan) bir biçimde askeri güç kullanarak dengelenmeye çalışması/dengeleyebilmesi anlamına geliyor. Otoriteryan taraf tam da karşı tarafın “kısıtlılıkları”nı kendi sahasında ortadan kaldırarak asimetrik gücü dengeliyor. 

Üstelik Putin rejiminin iç bekası da Rusya’nın uluslararası güç dengesindeki rolü üzerinden sürekli olarak genişleyen savaş ve şiddet politikalarına bağlı hale gelmiş durumda. Bir diğer deyişle savaş içeride otoriteryanizmi destekliyor/ güçlendiriyor; otoriteryanizmin güçlenmesi ise dışarda savaşan makineyi hızlandırıyor, etkisini artırıyor.

Kapitalizme Alternatif?

Peki Putin (vb.) rejim(ler)inin ulusal kısıtlamaları yok mu? Hiç kuşkusuz var. Üstelik Batı’nın kamuoyu/norm kısıtlamasından çok daha yakıcı. Putin Batı’ya yapısal olarak göbekten bağlı ama operasyonel olarak ondan bağımsız yerli bir kapitalizmin mümkün olabileceğini düşünüyor (buna dair nefis bir değerlendirme için bakınız Perry Anderson).

Oysa SSCB, ABD karşısında bir güç olarak iki kutuplu bir dünya oluşturabilmişti, çünkü tam da Batı kapitalizminden yapısal olarak bağımsız olmak, ona operasyonel bağımsızlık imkânı veriyordu. Putin’in bu seçeneği yok. Böyle bir vizyonu da yok. Üstelik elinde Çin gibi güçlenen bir ekonomi de yok. İçeride tamamen kişisel ağlara dayanan, yolsuzluğun norm olduğu, sermayenin merkezden devlet eliyle dağıtıldığı kleptokratik bir rejim inşa etmiş durumda (kapitalizm içi farklı paylaşım yöntemlerinin siyasal sistemleri nasıl etkileyeceğine ve onlardan etkilenebileceğine dair bkz.). Revizyonist bir dış politika şimdilik Rus ekonomisi ve siyasetinin kleptokratik yapısına katkıda bulunan bir faktör olsa da, uzun dönemde sürdürülebilir değil. Ama sürdürülemez olması, tercih edilmeyeceği/ denenmeyeceği anlamına da gelmiyor.

***

Bugün Ortadoğu’da büyük güçler sadece yer kapma savaşı yapmıyorlar, aynı zamanda uluslararası normlar ve iç siyasal sistemleri de doğrudan etkileyen bir kapışma içindeler. Bu, yeni tipte bir paylaşım savaşı. Bu kapışmada kapitalizme alternatif bir iktisadi sistem önerisi sunan yok. Ama öte yandan son 10 yılda Rusya'nın inşa etmekte olduğu; kamuoyu, demokrasi, uluslararası normlar vb. kısıtlılıkları olmayan savaş makinesinin dünyanın geri kalanını kendi suretine çevirme potansiyeli var.

Belki de her gün tanıklık ettiğimiz otoriterleşmeyi bir de bu gözle görmeye/anlamaya ihtiyacımız var. Hızlı ve etkili bir savaş makinesinin inşası olarak.


Not: Bu yazının kısa versiyonu 21 Ekim 2016 tarihinde Gazete Duvar’da yayımlandı. Bu uzun verisyonu Sinan Birdal’ın Gencer Özcan ile beraber derlediğimiz Tarihsel Perspektiften Rusya-Türkiye İlişkilerini Anlamak (İletişim Yayınları-yakında yayımlanacak) kitabına yazdığı “Tek-adamlaşma: Rejim, Devlet, Jeopolitik” başlıklı yazıdan da esinlenerek zenginleştirdim.