Cornelius Castoriadis’in, 1936’da Metaxas diktatörlüğü altındaki Yunanistan’da Komünist Partisi’nin gençlik örgütüne girmesiyle başlayan ve 1997 sonunda Paris’te noktalanan siyasal ve düşünsel yaşamının farklı evrelerini bir kavramda, bir arayışta özetlemek gerekse, herhalde bunlar özerklik kavramı ve özerkliğin bir devrim olarak tanımlama arayışı olurlar.
Castoriadis’in fikri ve siyasî gelişmesini bu özerklik kavramının ekseninde ele almadan önce, onun çalışmalarının son döneminde vardığı özerklik tanımını akılda tutmak yararlı olacaktır. 1988’de yayımlanan “Iktidar, Siyaset, Özerklik” başlıklı yazısında (Türkçe tercümesi, Dünyaya, Insana ve Topluma Dair başlıklı derleme içinde, İletişim yay. 1993, çev: Hülya Tufan) özerkliği ve onun ortaya çıkışını şöyle tanımlar:
“Özerklik, ‘olgular’ üzerine değil de toplumun imgelemsel imlemleri ve bu imlemlerin olası temeli üzerine açık ve sınırsız bir sorgulama patlak verdiği anda, bir tohum halinde, ortaya çıkar. Bu hem başka türlü bir toplumun, hem de başka tür bireylerin adeta ‘açılış’ının yapıldığı bir yaratım anıdır. Tohum terimini kullanmamın nedeni, özerkliğin ister toplumsal olsun, ister bireysel, bir tasarı olmasıdır. (...) Sınırsız sorgulamanın ortaya çıkışı yeni bir tarihsel eidos yaratır (...) Sorulan şey, toplumsal düzeyde ‘Yasalarımız iyi midir?’ sorusu, ‘Yasalarımız adil mi? Hangi yasaları yapmalıyız?’ soruları, bireysel düzeyde de, ‘Düşündüğüm doğru mu? Doğru olup olmadığını bilebilir miyim ve nasıl bilebilirim?’dir. (...) Demokrasi ve siyasetin doğduğu an, ne yasa ya da hukukun, hattâ ne ‘insan hakları’nın egemenliği ne de yurttaşların eşitliği değil, topluluğun fiilî davranış tarzında yasanın sorgulanması olanağının ortaya çıkmasıdır. Hangi yasaları yapmalıyız? Siyaset işte bu sorunun sorulduğu anda doğar; bu arada tarihsel-toplumsal olarak fiilî özgürlüğün de doğduğunu söyleyebiliriz. (....) Özerklik: Auto-nomos, kendi özüne kendi yasalarını benimsetmek(tir) (...) Bizim değindiğimiz özerklik açısından, söz konusu olan, o özerkliğin hiç değişmeyen bir Akıl dahilinde, her zaman geçerli olacak bir yasayı keşfedip benimsemesi değil, yasa ve yasanın temelleri üzerine kendi kendini sorgulamak ve bu sorgulama karşısında gözleri kamaşıp kalacağına, yapmak ve kurumlandırmaktır (ve dolayısıyla, söylemektir). Özerklik, sonu olmayan bir hareket dahilinde kendi kendini yaratan, aynı zamanda hem bireysel, hem de toplumsal bir aklın düşünsel/yansıtıcı eylem tarzıdır.” (s. 55-56).
Castoriadis, genç yaşta girdiği Komünist Partisi’nden hızla uzaklaşır. Birçok etmenin yanında, bu uzaklaşmaya esas yol açan etmen, Stalinci olarak tanımladığı Komünist Partisi’nin, “siyasetinin, yöntemlerinin, iç rejiminin reaksiyoner bir nitelikte” olmasıdır. Komünist partileri, özgürlüğün emekçilerin kendi eserleri olacağı fikrinin tam tersi yöne doğru gelişmişler, tersine özgürlüğü boğan kurum ve tahayyüllerin taşıyıcısı olmuşlardır. Komünist söylemde özgürlük, büyük harflerle ve tekil olarak yazılan, soyut ve içi boş bir kavramdır. Ateşli tiradlar söylemeye yarar. Komünist pratikte ise ne özerklik vardır ne de özgürlük. Tam tersine, partiye, ağabey partiye, parti hiyerarşisine, tarihî materyalizmin buyurduklarına tâbiyet vardır.
Yunanistan’ı terk etmeden önce Troçkizmin, kendi tabiriyle en “goşist fraksiyonuna” dahil olan, Fransa’ya geldikten sonra da bunu bir müddet sürdüren Castoriadis, Troçkizmden de hızla kopar. Bu kopuşun kökeninde Rus devrimini çözümleme konusunda, geleneksel Troçkizmle arasında ortaya çıkan büyük uçurumdur. Troçkist ilmihlâl, o dönemde, Rusya’yı dejenere olmuş bir işçi devleti olarak tanımlar. SSCB ise, sosyalizme geçiş aşamasındaki bir toplumdur. Ayrıcalıklı bir bürokrat sınıfı iktidara el koymuş ve devrimi boğmuştur, ama üretim araçlarının ortak mülkiyeti ve plânlama gerçekleştirilmiş ve dolayısıyla “gerçek sosyalizmin” üzerinde yükseleceği altyapı hazırlanmıştır. Rusya’da devrim büyük ölçüde gerçekleşmiş, geriye devrimi yolundan çıkaranların devrilmesi kalmıştır. Troçkizm, bürokratik devletin sapmalarını eleştirir. Castoriadis için ise, devrim ne üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçmesi, ne plânlama ne de komünist partisinin iktidarıdır.
Her şeyden önce, devrim bir an değil, bir süreçtir. Devrim gerçekleşmez, devrim kendini her an yeniden kurar ve gelişir. Troçkizmden hızla uzaklaştığı, Sosyalizm veya Barbarlık dergisini çıkartmaya başladığı dönemde, Castoriadis devrimin gelişmesini, komünler, sovyetler, fabrika komiteleri gibi, kitlelerin özerk örgütlerinin gelişmesi olarak tanımlar. Devrim sonrası Rusya’sı ise tam tersi yönde gelişmiş ve aynı yönde gelişmeye sebatla devam etmektedir. Özerk kurumların hızla lağvedilmesi, her şeyin merkezî güce tâbi hale getirilmesi, hattâ siyasal iradenin insan düşününe sahip çıkmasıyla, Sovyetler Birliği’nde mutlak tâbiyet toplumu kurulmuştur.
Castoriadis, yeni düzende egemen çatışmanın, yönetenlerle uygulayanlar arasında ve üretim süreci içinde cereyan ettiğini iddia eder. Bürokrasi egemen sınıf konumuna geçmiş, üretim araçlarının ortak mülkiyetinin kullanımını tekeline almış, çalışanların yaşamları üzerine mutlak bir egemenlik kurmuş ve toplumsal yaşamı en küçük ve en uzak detayına kadar denetleyen bir tahakküm mekanizması yerleştirmiştir. Rus emekçilerinin (bu diğer Doğu bloku ülkeleri ve Çin için de geçerlidir) devrimden sonraki durumu, kapitalist sistemde yaşayanların durumundan daha kötüdür. Hem daha fazla sömürülmekte ve ezilmektedirler, hem de tüm mücadele araçlarından yoksundurlar. Bu ikinci nokta, Castoriadis için daha da önemlidir. Emekçi sınıfının, özerk mücadele araçlarını elinden almak, bunların yeniden oluşturulmasını engellemek ve bu yöndeki en ufak girişimi büyük bir şiddetle bastırmak, devrim sonrası düzenin neredeyse aslî kaygısı haline gelmiştir. Devrim sonrası düzen, özerkliği bütünüyle lağvetmeyi kendine ana hedef seçmiştir.
Bu olgu karşısında, akla doğal olarak gelen ilk soru, “ilk muzaffer proletarya devriminden çıkan iktidar, kitlelerin en etkili biçimde ezilmesi ve sömürülmesinin aracı haline nasıl dönüştü?” sorusudur.
Castoriadis, devrim sırasında emekçilerin yalnız kapitalistlerin mülkiyetlerine el konulmasını talep etmediklerini, sovyetler, fabrika komiteleri kurarak, açık biçimde üretimi yönetmeyi talep ettiklerini belirtir. Bu talep, emekçi kitlelerinin kendilerini, üretimi, toplumu özerk biçimde yönetmek arzusunun ifadesidir. Bu yolda ilk tökezleme, yönetim yetkisinin Bolşevik partisine devredilmesidir. Bunu, işyerlerinde sendika liderlerinin yönetici olması izler. Emekçiler, yeni toplumun yeniden kuruluşunun sorumlusu olmaktan çıkarlar. Parti ve sendika aygıtlarının ürettiği kişilerin emirlerinin uygulayıcısı olurlar.
Bunun yanında, Bolşevik partisi giderek kendi iç dinamiğiyle gelişmeye, toplumdan tecrit olmaya başlar. Bir tür ayrıcalıklı zümrenin yönetim aygıtı haline dönüşür. Castoriadis için, bu gelişmenin kaynağında, partinin mutlak anlamıyla yönetme yetkisine sahip olduğu fikrinin küçük bir hücre sekreterinden politbüroya kadar, partiyi baştan aşağı kaplamış olmasıdır. Parti, her şeyi yönetmek yetkisinin kendisinde olduğu, “tanım gereği doğruyu elinde tuttuğu” inançları uzerine temellerini atmıştır. Bu yapı içinde muhalif olmak, karşı-devrimci olmak demektir. Toplumun her alanını yönetme yetkisinin kendisinde olduğu fikriyle, doğrunun tekelini elinde bulundurduğu inancının birleşmesinden, emekçilerin ve daha genel anlamda toplumun tüm özerklik beklentilerini karşı-devrim olarak algılayan bir tahakküm sistemi ortaya çıkar.
1950’lerde Castoriadis, Sovyet devriminin sonrasındaki gelişmelerin bize iki şeyi öğrettiğini belirtir. Birincisi, sosyalist devrimin hedefini değiştirmek gerekir. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması değil, yöneticiler ve uygulayıcılar arasındaki hem üretim sürecinde hem de toplumsal yaşamda var olan kalıcı ayrımın lağvedilmesi, devrimin esas hedefi olmalıdır. Ikinci hedef, birincisini tamamlar. Toplumsal dönüşüm kitlelerin kendi eseri ve sadece kendi eseri olmalıdır. Başta “öncü güçler” olmak üzere, hiçbir kesim bu dönüşümün yönünün ve biçiminin belirlenmesini denetimleri veya tekelleri altına almamalı, alamamalıdır.
Buna rağmen, 1950’nin sonlarına kadar, Castoriadis proletaryadan devrimci bir rol beklemeye devam eder. Beklediği, basit anlamda bir devrimci rol değildir. Proletaryanın, yaratıcı eylemi ve bu bağlamda özerklik arayışının, en azından bilkuvve taşıyıcısı olduğuna inanır.
Fakat 1960 başlarından itibaren, Castoriadis, kelimenin sözlük anlamıyla proletaryanın, klâsik Marksizmin kendisine atfettiği ayrıcalıklı rolü ne nicel ne de nitel olarak gerçekleştirme olanağının olmadığını vurgular. Bunun hemen ardından, Marksizmin kendisinin devrimci projeye zıt olduğu fikrini savunmaya başlar. Marksizm, “insanların kendi tarihlerini yaptıkları” ve “gerçeğin kaynağının, özellikle siyasette, ne gökte ne de kitaplarda değil, toplum içinde yaşayan insanların canlı faaliyetlerinde yattığı” fikirlerine bütünüyle zıt bir çizgidedir. Bu iki fikrin geçerli olmadığı bir devrimci tahayyül, insanî ve toplumsal özerklik projesinin taşıyıcısı olabilir mi?
Castoriadis’in 1964-65 yıllarında Sosyalizm ve Barbarlık dergisinde bir dizi makale olarak yayımlanan, “Marksizm ve Devrimci Kuram” [Türkçe tercümesi, İletişim yayınları, 1997, çev: Hülya Tufan] makalesindeki tezlere varması için, önce Marx’ın kapitalist ekonomi çözümlemesini eleştirmesi gerekecektir. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren adım adım ilerleyen bu çabanın sonucunda Castoriadis ilk yanlış adımın, Marx’ın ekonomi politiği bir doğa bilimi olarak kurmaya çalışmasıyla attığını belirtir. Marx’ın bu amacına ulaşabilmesi için, “ekonomi politiğin nesnelerinin nesnelerden oluşması gerekir”. Gerçekten de Kapital’de emekçiler ve kapitalistler, basit ve saf nesneler olarak yer alırlar. Bunlar, doğa kanunları konumundaki iktisadî kanunların, kör ve bilinçsiz bir aracıdırlar. Bu çerçevede iktisat, toplumsal mekanizmanın mühendislik bilimidir. Iktisadın gerçekten kendisi böyle olmasa bile, bu biçimde tasarlanabilmesi için, insanların ve toplumsal sınıfların eylemlerinden bağımsız, nesnel kanunlara tâbi bir pratikler alanı olarak algılanması gerekir. Bu pozitivist nesnellik arayışı içinde, Marx’ın sistemi insanları iktisadî faaliyet karşısında bütünüyle biçare nesneler olarak görmeye başlar. Bu iktisadî olgunun nesnelliği iddiası, ekonomi politiği toplumsal yaşama hızla yabancı kılacaktır. Bu nesnel kanunlar dünyasında ne tarihi yaratan insan vardır, ne de emekçilerin özgürleşme yolundaki pratikler bütününün (praksis) yol açtığı beklenmedik gelişmeler. Marx, bu nesnel mekaniğe dalıp, ekonomiyi çözümlemeye kalkışınca, gerçekleşmeyen bir dizi öngörüde bulunur. Bunların en anlamlıları, kapitalist sistemde emekçilerin mutlak veya göreli olarak yoksullaşmalarının kaçınılmaz olduğu ve kâr oranının eğilimsel düşüşüdür.
Mutlak veya göreli fakirleşme 19. yüzyıl sonundan itibaren, en azından ileri kapitalist ülkeler emekçilerinin ufkundan kaybolur. Çünkü gerçek yaşamda hiçbir zaman mutlak bir nesne konumuna düşmeyen emekçiler, örgütlenerek, mücadeleler vererek, en azından sömürünün daha da artmasını engellerler. Castoriadis, bu sınıf savaşlarının en somut sonucunun, uzun dönemde, emek verimliliğinin artmasına paralel olarak gerçek ücretin üç aşağı beş yukarı artması olduğunu hatırlatır. Diğer taraftan kapitalistler de, kapitalizmi bir ölçüde denetim altına alırlar. Kapitalizm var olmak için, iktisatçıların idealize ettikleri pazarı ortadan kaldırır. Onun yerine, gerçek güç ilişkilerine dayanan bir bölüşüm mekanizmasını benimser. Çünkü, Marx dahil olmak üzere, iktisatçıların varsaydıkları gibi, ürünün farklı üretim araçları (sermaye ve emek) ve üretim üniteleri arasında, bunların üretime katkıları şaşmaz bir biçimde hesap edilerek bölüşülmesi, gerçekleşmesi mümkün olmayan, gerçekte bir anlamı olmayan bir fikirdir. Iktisatçılar, bölüşümün böyle yapıldığı inancını yayarak, bölüşümün aslında kazanılmış konumlar ve güç ilişkileri içinde gerçekleştirildiği olgusunu bir sis perdesi arkasında saklarlar.
Marx’ın iktisadî çözümlemelerinde benimsediği nesnelci, doğa kanunlarını iktisadî-toplumsal yaşamda arayan tavır, onun siyasal çözümlemelerinde daha geri plânda kalır. Ama en sistemli çözümleme ve bu bağlamda en anlamlı çözümleme Kapital’dir ve Kapital’de ortaya çıkan manzara, insanî özerkliğin bütünüyle reddedildiği, somut insanların üretim araçları ve üretim ilişkileri mekaniğinin dişlileri konumuna indirgendiği kadim bir tarih anlayışıdır. Bu anlayış içinde, tarihi yaratan ve yapan somut insanlara yer yoktur. Tarih yaratan ve yapan insan, eğer varsa, mutlak olarak soyuttur. Marx’ın çözümlemesinde doğa kanunlarının sisli perdesi içinde kaybolan soyut bir yaratıcı insan kavramının oynadığı rol, ekonomi politiğin çözümlemesinde soyut emek kavramının oynadığı role benzer. Elle tutulmaları, insanî ve toplumsal pratikler alanında somut bir yere yerleştirilmeleri mümkün değildir. Bu kategorilerden yola çıkarak ne kapitalizmin somut gelişmesi doğru biçimde öngörülebilir, ne de kapitalizm sonrası toplumun özerkliği güçlendirici vasıflarının izleri bulunabilir.
Doğal olarak Castoriadis, sosyalizmi de özerklik sorunsalı içinde ele alacaktır. Sosyalizm bir kader veya mekanik bir diyalektiğin yarattığı bir oluşum değil, bilinçli bir yaratım girişiminin tezahürüdür. Bilinçli bir girişimin ürünü olduğu içindir ki, bu oluşumun önceden toplumsal tahayyülde biçimlenmesi ve değerlendirilmesi, somut pratikler içinde hayat bulması gerekir. Devrimci faaliyetin esas işlerinden birisi, kurulacak toplumun suretinin bugünden ve mümkün olduğunca toplumsal tahayyül içinde biçimlenmesine çalışmaktır. 1957’de yayımlanan, “Sosyalizmin Içeriği” başlıklı yazısında, Castoriadis sosyalizm tasarımının ana eksenine özerkliği yerleştirir: “Sosyalizm, insanların kendilerinin tüm toplumsal faaliyetleri örgütlemeleridir”. Bunun için, kapitalist düzendeki temel yabancılaşma etmeninin etkisiz hale getirilmesi gerekir. Bu yabancılaşma etmeni, çalışma düzeninin teknolojik yapısında yatar. Bu yapı, insanı nesneleştirmekte, araçlaştırmaktadır. Bu teknolojik yapı içinde, çalışma emekçilere mutlak biçimde egemen olmakta, onların özerk varoluşlarını geliştirmelerini engellemektedir. Emekçiler daha fazla gelir elde etseler, daha fazla tüketim olanağına kavuşsalar da, bireysel ve toplumsal tahayyüllerinde bu teknolojik yapının esiridirler. Bu, onları kendi özerkliklerini ifade etmekten aciz kılar. Çünkü, geleceğe yönelik, toplumun dönüşmesine yönelik tasarımlarında kendilerine bir yer bulamazlar. Kendilerini dönüşümün bir öznesi, özne olmasa bile hiç olmazsa aktörü olarak düşünemezler. O teknolojik yapının üretim yanındaki, bir o kadar önemli işlevi, insanı yarattığına yabancı kılmak ve böylece, yarattığını değiştirmeye girişmesinin de bir o kadar mümkün ve doğal olduğunu, toplumsal tahayyülden mümkün olduğu kadar uzak tutmaktır.
Castoriadis için devrimci örgütlenme, öncü parti kavramını bütünüyle dışlar. Sosyalist devrim, kitlelerin özerk eylemlerinin bir sonucu olmalıdır. Onu anında boğmak istenmiyorsa, devrimci hareketi yönetmek söz konusu olamaz. Devrimci örgütlenmenin bir tek işlevi vardır: kitlelerin mücadelelerinin aracı olmak. “Devrimci örgütün temel işlevi, emekçilerin günlük mücadelelerini kolaylaştırmak olduğu gibi, onların evrensel toplum sorunlarının bilincine varmalarını kolaylaştırmaktır. Bunu, bürokratik ve reaksiyoner ideolojik mistifikasyonlara karşı savaş açarak ve özellikle, kendi eylem ve müdahale tarzında örnek teşkil ederek gerçekleştirebilir. Bu eylem ve müdahale, her zaman, emekçilerin mücadelelerini kendilerinin örgütlemeleri ve yürütmeleri yönünde olmalıdır. Aynı zamanda devrimci örgüt, kendi kendini yöneten bir topluluk olarak kendini var etmelidir”.
Doğrudan demokrasi, mümkün olduğu kadar temsilî demokrasiye tercih edilmelidir. Çünkü temsilî demokraside, birisinin adına konuşmak, konuşma, en azından söyleme hakkını, adına konuşulanın elinden fiilen almak demektir. Castoriadis için temsil, temsil edilenlerin egemenliğinin temsil edenlere devredilmesidir. Özerklik, mümkün olduğu kadar doğrudan demokrasiye yaklaşmakla mümkündür. Karar mevkilerinin, olabilecek en uç biçimde ademi merkeziyeti, özerklik tahayyülünün yeni bir yabancılaşmayı doğurmaması için elzemdir. Temel ilke, karar alma sürecine katılmadıkça alınan kararların uygulanmaması olmalıdır. Bu ilkenin iktisat alanındaki uzantısı, tüketicilerin indirgenemez egemenliği ve üreticilerin özyönetimidir.
Castoriadis’in devrimin nasıl olması lazım geldiği konusunda bir şey söylememesi, bu özerklik sorunsalı içinde tutarlıdır. Devrim, insanların tarihin kurucu gücü olduklarının bilincine varmaları, geleceklerine sahip çıkmaları ve hiçbir doğal, doğa üstü, toplum üstü veya tarih ötesi merciinin yaşamlarını belirlemelerine izin vermemelidir. Bu özerkliğin bir güvencesi yoktur.
1960 başlarında Castoriadis, modern kapitalizmin gelişimini incelemeye başlar. Bu uğraşının bir sonucu, Marksizmin devrimci içeriğinin olmadığı konusundaki inancının pekişmesidir. Modern kapitalizm de, bürokratik bir toplumdur. Insanlar kendileriyle ilgili işlerin yönetiminden dışlanmaktadırlar. Ama bunun yanında, insanlar kendilerinin özerkliklerinin tanınması için, bazen açık bazen dolaylı yollarla mücadele sürdürmektedirler. Bu mücadele modern toplumlarda yayılmaktadır. Herkes diğerinin özerkliğini kabul ederken, kendi yaşamı üzerinde kendisinin belirleyici sorumluluğunun tanınmasını istemektedir. Kadın-erkek ilişkilerinde çok açık biçimde kendini ifade eden bu yeni gelişme, ana-baba ve çocuklar, öğretmenler ve öğrenciler arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanmasını zorlamaktadır. Bütün bu gelişmeler, toplumsal dönüşüm tohumlarıdır Castoriadis’e göre. Ne var ki, Marksizm bu gerçeği algılamakta zorlanmaktadır. Algılamakta yetersiz kaldığı içindir ki, var olan durumu devrimci biçimde dönüştürme konusunda da yol gösterici olmaktan hızla çıkmaktadır. Hattâ komünist partilerinde olduğu gibi, devrime karşı çekilmiş bir set işlevi görmektedir. Castoriadis’in bu tespitleri, 1960’ların ilk yarısında giderek genişleyen bir çevrede yankı uyandırır. Bir yanda anarşist gelenekle varoluşçuluğun özel bir sentezi olan “Situationniste” hareket, diğer yanda geleneksel komünist partilerden hızla kopan aydınlar ve gençler arasında Castoriadis’in tezleri önemli bir ilgi odağıdır. Büyük ümit bağlanan Macaristan’daki 1956 ayaklanmasının kanla bastırılmasının ve Doğu Bloku’ndaki genel normalizasyonun ardından, Sovyetler Birliği ve çevre ülkelerde demokratikleşmeden ümit kesenler sol içinde hızla çoğalmaktadır. Kruşçef’in son yıllarında başlatıp, Brejnev’le kemikleşen, Stalin’in gölgesinden kurtularak, Stalinizmin özünden çıkmamak stratejisinin sürekliliği ve Batı ülkeleri komünist partilerinin göbek bağlarını kesmekte çektikleri büyük iç sıkıntı karşısında, Marksizmin kendi kendini sorgulaması ve eleştirmesinin sınırları gündeme gelmeye başlar. Castoriadis’in Marksizmle arasındaki bağları koparması bu devreye rastlar. Marksizm ve Devrimci Kuram, devrimci perspektiften, Marksizmin kapsamlı, derinlikli ve en can alıcı eleştirilerinden birisidir.
Marksizm, toplumsal gerçeğin ve tarihin kaynağının toplumda yaşayan kanlı canlı somut insanların faaliyetlerinin bir ürününden başka birşey olmadığı olgusuna neredeyse bütünüyle zıt bir çizgi benimsemektedir. Bunun nedeni, Marksizmin gerçeği algılama tarzıdır. Rasyonalist yanılsamanın esiri olan Marksizm, “sonsuzun ve belirlenmemişin var olabileceği” fikrini algılamaktan acizdir. Marksizm bitmiş, nihai sınırlarına gelmiş, kapalı bir gerçek sisteminin içine hapsolmuştur. Marksizm, hiçbir tortusu ve ikircikliği olmayan, nihai noktasına ulaşmış bir sistemin ürettiği gerçeği benimseyerek, kaçınılmaz olarak, “kendi kuramsal gerçeğinin edilgin nesneleri halinde insanları” algılamaya başlamıştır. Bu, Castoriadis’e göre, egemen kültürün en derin köklerine dönmek, onun gerçeklik dünyasına teslim olmaktır. Çünkü bu yolla, tüm anlamların en son kaynağının insanların gerçek faaliyetleri olduğunu kabul eden devrimci projenin radikal bir reddi söz konusudur. Yerleşik Marksist söylem, devrimin radikal bir dönüşüm ve özerkliğin en yüksek değer olduğu fikrini unutturmayı neredeyse kendine iş edinmiştir. Dolayısıyla Marksist olmakla devrimci olmak arasında, 1960 ortalarında bir seçim yapmak gerekmektedir. Castoriadis, devrimci kalmayı seçer.
Onun Marksizmden kopuşunu hızlandıran olgular, sadece hayal kırıklığıyla açıklanamaz. 1960 ortalarında Castoriadis, bundan sonraki tezlerinin ana eksenini oluşturacak olan, yeni bir kavram kullanımı ve bundan hareketle yeni bir perspektif geliştirmektedir. Kavramın kendisi yeni değildir. Tahayyül veya imgelem kavramı, psikolojide ve felsefede kullanılmaktadır. Ama bu kullanım, bireysel alan dışına çıkmamaktadır. Geleneksel sosyolojide, ortak tahayyül gibi kavram kullanılıyorsa da, o da son derece edilgin bir konumdadır. Castoriadis, toplumun ortak tahayyülünün bir özne olduğu, ama bunun kendisinin bilincinde olan bir özne olmadığı kabulünden hareket eder. Insanlar toplumu tasarlayarak kurarlar. Toplumun imgelemde kurulması somut yaşamın kendisidir.
Kökü klasik Yunan felsefesine kadar uzanan geleneksel kuram anlayışı, özerkleşmenin önünde bir engeldir. Çünkü bu yaklaşım, varlık konusunda aşınmaz ve mutlak gerçekleri üst üste yığarak, bunları biriktirerek, varlığın mutlak gerçekliğine ulaşmayı hayâl eder. Bu hayâli destekleyen inanç, dünyanın kadim bir kuruluş kanunu olduğu ve bu kanuna düşün yoluyla ulaşmanın mümkün olduğudur. Bu nedenle çağımız, nihai ve bütünsel bir bilginin mümkün olduğuna inanır. Bu bilgi hem içinde bulunduğumuz toplumun özünü bize gösterecektir hem de gelecek toplumları bize tarif edecektir. Bu bilgi, tarihin hikmetine vakıf olmanın mümkün olduğunu iddia eder. Açıkça iddia etmediği zamanlarda da bunu her fırsatta imâ etmekten geri durmaz.
Castoriadis ise, bu bilgi kuramına şiddetle karşı çıkar. Sadece, bu tür nihai ve bütüncül bir bilgi fikrinin bir yanılsama olmasından dolayı değil, ondan daha önemlisi, bu tür bir bilgi kuramının insanların eylemlerini her şeyi bilen (bu Tanrı’nın vasıflarından birisidir) ve yanılmaz bir kuramın eylemine tâbi kıldığı için eleştirir. Böyle bir bilgi, insanların yaratıcı eylemlerine hiçbir yer bırakmaz. Dolayısıyla devrimi bütünüyle gündemden kaldırır. Halbuki, “devrimin temel fikri, insanlığın önünde belirlenmiş bir gelecek olmadığı ve bu geleceği sadece düşünmenin değil, onu yapmanın da mümkün olduğudur”. Devrim, her şeyden önce, insanların tarihe, topluma ve bilgiye yaklaşımlarında devrimdir.
Üstelik, bundan sonra sonsuza kadar geçerli bir kuram kurmak değil, sürekli değişen toplumsal gerçekleri izleyebilecek, dolayısıyla kendini sürekli sorgulayıp, yenileyebilecek bir kuramsal araştırma, sorgulama dinamiği yaratılmalıdır. Bunun için, aklın da sınırları olduğunu kabul etmek gerekir. Bilinç, ancak kısmî ve geçici biçimde gerçeği kavrayabilir. Gerçeğin bütün bilgisi, ancak bir an için ve yerine yenisini koyma amacıyla kabul edilebilir. İnsanî pratikler, sürekli yeni bilgi üretirler. Eski bilginin mutlak esiri değildirler. Zaten öyle olsalardı, bilginin kendini yenilemesi mümkün olmazdı.
Castoriadis bu noktada, bilinçli insanî faaliyetlere (praksis) özel bir anlam yükler. Bunlar herhangi faaliyetler değil, esas olarak, “diğer insan veya insanların özerk varlıklar olarak konumlandırıldıkları ve kendinin özerkliğinin gelişmesinin aktif ögeleri olarak algılandıkları” faaliyettir. Yani toplumsaldırlar. Bu bilinçli insanî faaliyetlerin siyasal alanda nesnesi, “herkesin özerkliği hedefi ışığında toplumun örgütlenmesi ve yönünü tayin etmesidir”. Bu ise toplumun bundan önce, radikal biçimde dönüşmesi gereğini gündeme getirir. Bu radikal dönüşüm, insanların özerk faaliyetlerinin gelişmesiyle oluşabilecektir.
Tarihî materyalizmin yanlışlarının yerine, daha uygun bir tarih anlayışı geliştirmek isteniyorsa, yukarıda bahsettiğimiz toplumsallığın tanımlanmasını yapmak gerekir. Castoriadis toplumsalı, hem herkes hem de hiç kimse olan; içinde her an yüzdüğümüz, ama şahsen hiçbir zaman bütününe vakıf olamayacağımız; insan kümelerinin nesnelleştirilebilir eklemlenme tarzı ve onların beraberliğinin harcı olarak tanımlar. Toplumsal, bir radikal tahayyüle (imgeleme) dayanır. Bu toplumsal tahayyül, kurucudur. Her an yapım halinde olan tarihte aktif öge odur. Bu kurucu tahayyül, kurduğu toplumun akılcılık kıstasına ve hattâ gerçekliğine ulaşmanın anahtarlarını elinde tutar. Bunlar o topluma özgü, tarihî olarak geçerlilikleri sınırlı, akılcılık ve etkenlik kıstaslarıdır.
Toplumun kuruluşu aynı zamanda onun kurumlanmasıdır. Bu toplumun ortak imgelem anlamlarının yerleştirilmesi, toplumsal nesneler içinde maddileştirilmesidir. Kuruluşlarıyla birlikte bu toplumsal simgeler herkese hâkim olup, onların dönüşmelerini, o toplum ölçütlerinde insanileşmelerini sağlarlar. Ama bir toplum hiçbir zaman nihai olarak, hiç değişmeyecek biçimde kurulmaz. Istense de kurulamaz. Toplumsal alan ve tarih, bir yanda kurulmuş/kurumlandırılmış toplumsalla, diğer yanda kurucu toplumsal arasındaki gerilimi yaşar. “Toplum tarihtir, yani kendi kendini bozmak ve yeniden kurmaktır”. Aksi takdirde, kendini olduğu gibi tekrarlayan bir döngü olurdu insanlık tarihi veya toplumsal tarih. Toplumsal ise, kurumun içini doldurur, ona biçim ve can verir, ama aynı zamanda kurumdan can ve soluk alır, kurum tarafından biçimlendirilir. Işte bu karşılıklı belirleme ve belirlenme ilişkisi, toplumsalın işleyişinin üst belirleyenidir. Bu üst belirleme “toplumsalı yaratır, onu yaşamda tutar, onu değiştirir ve yok eder”.
Elbette her toplum, bireyi önceden biçimlendirmeye ve bu yolla bireyin toplumsal kurumların ondan beklediğini kendiliğinden yapmasını sağlamayı hedefler. Ne biçimde olursa olsun, eğitim süreci, bireyin yerleşik toplumsal kuralları içselleştirmesini sağlar. Kurulu toplum en büyük gücünü, toplum üyelerine biçim vermekten alır. Bu toplumun iç gücüdür veya alt iktidarıdır. Ama bu gücün de bir sınırı vardır. Hiçbir toplum, bu iç gücü mutlak biçimde kullanamaz. Eğer kullanabilirse, tarih ortadan kalkar, toplum kendi kendini hiç değişmeden sonsuza kadar tekrar üretir. Bu iç gücü mutlak biçimde kullanmak mümkün olmadığı içindir ki, her toplumda gizli kapaklı olmayan, açık bir iktidar mevkii vardır. Bu iktidar mevkiinin amacı, hem toplumun kurulu düzenini korumak, az veya çok farklılıkların birliğini sağlamak, açık veya örtülü biçimde ifade edilen toplumsal tercihler ışığında toplumu yönlendirmek ve toplum üyeleri arasındaki ihtilaflara bir çözüm bulmaktır. Bu iç güç ve açık iktidar her toplumda vardır ve sadece var oldukları için tahakkümden bahsetmek yanlıştır. Tahakküm, toplum içinde bu iç gücü mümkün olduğu kadar denetimine alan ve açık iktidarı tekelinde tutan bir zümrenin ortaya çıkması ve kendini zümre olarak üretmesiyle başlar. Toplum bu güç ilişkisi çerçevesinde, kalıcı ve asimetrik biçimde bölünür. Toplumsal özne, nesneleşir. Kendi kurucu iradesine yabancılaşır. Iç gücün taşıyıcısı olan kurumlar özerkleşir ve kendileri için var olmaya başlarlar. Açık iktidar da, bu durumda, iç güç kurumlarını yönlendirerek, onları kendi iktidarının aracı olmasına çalışır. Artık kurumları için var olan bir toplum karşımızdadır. Toplum, dinî vecibeleri yerine getirmek için, devlete hizmet etmek için, kralı yüceltmek için, parti bayrağını en yukarıda tutmak için, kurumların ürettiği simgeleri daha fazla tüketebilmek için var olmaya başlar.
Bu karşılıklı ilişki, yani toplumla kurumları arasındaki ilişki, kurumların topluma hâkim olmalarına yol açtığında, özerklik kaybolur. Ne var ki, toplumda yaşayan insanların özerkliklerini korumak için toplumsalı ve bu bağlamda tarihi lağvetmek mümkün değildir. Her toplum, “sonsuz ve dipsiz bir temel üzerine kurulabilir”. Ama bu, toplumun kurumlarına mutlak biçimde tâbi olmasını gerektirmez. Tarihî gelişmeyi donduracak ve toplumu kendi kurucu iradesine yabancılaştıracak böyle bir tâbiyet ilişkisini engellemek için, toplumla toplumsal kurumlar arasında çok özel bir ilişki tanımlamak gerekir. Rousseau’nun açıkça ifade ettiği sorun çıkar karşımıza. Kanun olabilmesi için, kanunu insanların üstünde bir yere yerleştirmek gerekir. Ama kanunu insanlar yapmıştır ve insanlar bunu bilirler. Rousseau, insan olarak kanuna uyduklarını ve kanunun kaynağında kendilerinin olduklarını bildikleri için, yani kendi kanunlarına ve sadece ona uydukları için insanların özgür olduklarını iddia eder. Castoriadis’in özerk insanlar toplumu önerisi, Rousseau’nun önerisinin geliştirilmiş bir versiyonudur. Kurumların hiçbirinin kendisinde ve içinde dokunulmaz hiçbir şey olmadığını kabul etmek, özerkliğin ilk adımıdır. Kanun ve kanunun temellerinin her an sorgulanabilir olması, özerkliğin temelidir. Işte bu noktada, özerklik ve demokrasi sorunsalı kesişirler.
Bugüne kadarki gelişme ise, kurumun kuruluşuyla birlikte toplumdan özerkleştiğini, kendine özgü bir mantık ve devinim geliştirdiğini, kendi için var olmaya başladığını göstermektedir. Bu gelişmenin kurumsal örgütlenmedeki doğal sonucu, “kurumların toplumun hizmetinde olması yerine, toplumun kurumların hizmetine girmesidir”. Devletin de bir kurumlar silsilesi olduğunu unutmamak gerekir. Kurumlarının hizmetinde olan bir topluma gidişi engellemek için Castoriadis’in önerdiği çözüm, “toplumsal insanın, yaşamını düzenleyen kurumlara kendi kollektif ürünleri olarak bakmasını ve bakabilmesini sağlamaktır. Bu toplumsal insan, ihtiyaç duyduğu veya arzu ettiği her defasında kurumları değiştirmeyi istemeli ve bunu gerçekleştirme girişiminde bulunabilmelidir”.
Bu bakış açısı içinde, özerkliğin hem fiilen hem de bilkuvve kullanılan ikili bir yapısı olduğunu, Castoriadis’in argümanlarını tamamlamak için ilâve edebiliriz. Özerklik, her an her şeyi yıkıp, onları yeniden kurmaya kalkışmak gibi bir bilinçsiz boşalma değil, her an her kurumun konumunu, işlevini, faaliyetini sorgulamanın mümkün olduğu bilincine ve hakkına sahip olmaktır. Kurucu güç olma bilinci ve konumuyla davranan toplumsal insanın dinginliği, gerçek özerkliğin getirdiği sorumluluğun yansımasıdır. Özerklik, aynı zamanda bir özsınırlamayı gerektirir. Yapabileceğini bilmek, ama aklına her geleni, canının her istediğini yapmamak, özerklik arayışının toplumsalı hırpalamaması ve giderek, özerkliğin kendisinin sürdürülemez olmasını engellemek için elzemdir.
Castoriadis’in bu özerklik sorunsalı içinde ifade ettiği perspektif, devrimci projenin içerik ve hedeflerini de değiştirir. Devrimci projeye, kendi kurumlarını sürekli yeniden ele alan bir toplumun ulaşabileceğini iddia eder. “Devrim sonrası toplumu ise, sadece özyönetim toplumu olmayacak; açık biçimde kendi kurumlarını kendisi kuracak ve bunu, bundan sonra ilelebet geçerli olmak üzere değil, sürekli tekrarlamak üzere yapacaktır”. Özgür bir toplum, topluluğun iktidarı yeniden kendi ellerine almasıyla ve siyasal işbölümünün ortadan kaldırılmasıyla kurulur ve kurumlaşır. Bunları tamamlayan koşullardan bir diğeri de, siyasal olarak anlamlı bilginin serbest dolaşımı ve bürokrasinin ortadan kaldırılmasıdır.
“Adil bir toplum, ilelebet geçerli olacak, adil kanunları benimsemiş bir toplum değildir. Adil bir toplum, adalet sorununun sürekli tartışıldığı, bu sorunun nihai cevabının verilmediği bir toplumdur” diyen Castoriadis, bu konuda eski dergi arkadaşı Claude Lefort’la neredeyse aynı cümleleri kullanır.
Yaratıcılık, özerkliğin mayasıdır. Bu sadece bireysel bir yaratıcılık değil, toplumsal yaratıcılıktır da. Toplumsal yaratıcılık, tarihi bir veri veya gerçeğin tek ölçütü olarak kabul etmez. Toplum kendini yaratır ve kendini yeniden yaratmayı sürdürererek var olur. Dolayısıyla toplum ne faaliyetine indirgenebilir, ne kurallarına ne de kendi yarattığı kurumsal tasarımlara. Toplum kendi anlamını ve anlam simgelerini üretirken, bunlarla kesinlikle önceden bütünüyle belirlenmiş bir ilişki içinde değildir.
Özerkliğin mayasının yaratıcılık olduğunu kabul edersek, ortaya bu özerklik sorunsalının kaynağının ne olduğu sorusu çıkar. Castoriadis bu konuda, kültürel anlamda Avrupa merkezli olmak korkusuyla, lâfı çok fazla dolandırmanın yanlış olacağı inancındadır. Bu özerklik arayışının kısmi ilk izlerinin Antik Yunan site devletlerinde, demokrasi fikri çerçevesinde filizlendiğini ve bundan iki-üç yüzyıl önce, çok daha geniş ve evrensel biçimler altında, modern dönemin devrimleri ve devrimci demokratik hareketlerinde serpilip geliştiğini belirtir. Modern devrimci demokatik hareketleri, eski dünyanın toplumsal hareketlerinden ayıran en önemli özellik, birincilerin kanunu kendilerinin yarattığının, dolayısıyla onu kendilerinin değiştirebileceklerinin bilincinde olmalıdır. Demokrasi ve özgürlük, toplumsal insan için doğal bir olgu değil, kendisinin tasarlayıp, arzuladığı ve kurduğu bir toplumsal olgudur.
Iki veya üç yüzyıldan beri bu kurucu tahayyülün, bazen el yordamıyla, bazen kendisi içinde çelişkiye düşerek, çoğu zaman bölüklü pörçüklü biçimler altında ve büyük sıkıntılar içinde, “yeni bir toplum projesini, bireysel ve toplumsal özerklik projesini sürdürmeye çalıştığını” belirten Castoriadis için, bu yeni toplum projesi, “en derin anlamıyla bir siyasal yaratımdır ve onu gerçekleştirme girişimleri, yolundan çıksalar veya doğarken ölseler bile, modern tarihin bilgi hazinesini genişletirler”.
Rousseau’nun özgürlüğün gerçekleşme koşulları konusundaki ünlü cümlesini, Castoriadis “düzelterek”, önerir.
“Bireyler tarafından içselleştirildiklerinde, onların bireysel özerkliklerine ulaşabilmelerini ve toplumda mevcut olan tüm açık iktidarlara katılımlarını kolaylaştıracak kurumlar yaratılmaladır”.
Castoriadis’in, özerklik kavramı çerçevesinde geliştirdiği önermeler, elbette bütünüyle yeterli değildir. Örneğin Jürgen Habermas, Modernlik Konusunda Felsefi Söylemler adlı çalışmasında Castoriadis’i özne felsefesi bağlamında ele alır ve onun toplum tanımının, toplumsallaşmış bireylere atfedilebilecek öznellikler arasındaki faaliyetleri düşünebilme olanağı bırakmadığını iddia eder. Bu nedenle, tahayyülün hep yeni dünyalar yaratması dinamiği, Castoriadis’in önermeleri içinde, toplumsal praksisi ortadan kaldırır. Castoriadis için bir toplumun neden belli bir anlamlar ufku kurup, yerleştirdiği sorusunun anlamı yoktur; Çünkü bunun cevabı yoktur. Hatırlanamaz olanın kökenlerini sorgulamak boşunadır. Her varoluşun kuruluşu/kurumlandırılması ex nihilo (yoktan var edilen) bir yaratımdır. Habermas’a göre ise, toplumsalı var eden faaliyetler ve karşılıklı ilişkilerle tahayyül arasındaki bağın bu biçimde kurulması, dünya içindeki faaliyetlerin özerkliğini düşünmeyi olanaksız kılar. Toplumun kendi varlığına, kendi kurumlarına yabancılaşmasının toplumun kendi ürünü olduğunu söylemek, Habermas’a göre yeterli değildir. Özerk bir yaşam yönünde sürdürülecek mücadelenin nereye oturacağı, hangi somut toplumsal faaliyetler alanı içinde vücut bulacağını belirtmekten acizdir bu önerme.
Habermas kendi perspektifinden belki haklıdır, ama Castoriadis için, özerklik sorunsalı veya siyaseti, varlıkbilimden hareketle belirlenmez, belirlenemez. Çünkü özerklik projesinin gerçekleşmesi bir kader değildir. Tarihin hiçbir belirleneni olmayan bir süreç olduğunu kabul etmek demek, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de barbarlığın, vahşetin, akla hayala gelmedik zulümlerin ortaya çıkabileceğini kabul etmektir. Hattâ içinde bulunduğumuz dönemin insan suretinden hareket ederek ilerisi için kurulacak bir toplumsal tasarım, pek iç açıcı olmaz. Castoriadis, dünyanın zengin kesiminde, “bolluk içinde yoksunlukla kıvranan, doymak bilmeyen, genelleşmiş bir konformizme” kendini teslim etmiş, yeni bir antropolojik birey tipinin biçimlendiğini belirtir. Batı’da oluşumu gözlenen bu yeni birey tipi, demokratik bir toplumun, daha fazla özgürlük için mücadele edilen bir toplumun bireyi değildir. Çünkü bu, “özelleşmiş bir bireydir”. Özel alanına kapanmış, siyasete sadece sinik biçimde yaklaşmaktadır. Bu özelleşmiş bireyin, ne hafızası ne de ortak bir projesi vardır. iktisadî mekanizmanın istemlerini düşünmeden cevaplandırmaya hazır, en büyük mutluluğu bu mekanizmanın ürettiği meta biçimindeki yanılsamalara elini sürmek olan bu birey, kendi yaratıcılığından korktuğu için, bir aşağı-orta budalalar üretme kutusu olan televizyonu önünde uyuşacağı anın özlemiyle günlük yaşamını sürdürmektedir. Bu yeni antropolojik gelişimden global bir faşizm çıkabilir. Ya da sadece Batı toplumlarında değil, diğer toplumlarda da bölük pörçük kendini ifade eden, toplumun o iç gücü içinde kendine bir yer bulmaya çalışan yeni özerklik arayışlarının, yeni özerklik soluklarının biçimlendireceği bir toplumsal birey suretinin de güçlenmesi mümkündür.
Tarihin bir kader olmadığı, geleceğin hiçbir kitapta yazmadığı ve insanî özerkliğimizin mimarı ve yapı işçisi sadece bizler olabileceğimiz içindir ki, insanî varoluşun özerkliğini genişletmek ve güçlendirmek için, doğumumuzdan ölümümüze kadar özerkliği öğrenmek ve öğretmekten başka çaremiz yoktur.