Devrimci Düşünüşe Dair

Cornelius Castoriadis, bir Marksist olarak başladığı siyasal-düşünsel hayatının bir noktasında Marksizm’den koptu; ona en ciddi eleştirilerden birini yöneltti, onun kaynağındaki özgürleşme idealinden saptığını söyledi ve o ideali koruyup canlandıracak yeni bir yaklaşım geliştirmeye çalıştı.

Yani Castoriadis bir Marksist değildi, ama bir devrimciydi ve daima devrimci bir düşünür oldu.

Anısına hazırladığımız bu dosyada onun fırtınalı, sürekli sorgulamalarla, engin bilgi ve gözlem dağarcığı ile yapılan araştırmalarla geçen fikri serüveninin başlıca duraklarını göstermeye çalıştık. Bu durakların her birinde ileri sürdüğü görüşlere şu veya bu ölçüde katılmasak bile bunların, vardığı sonuçlarla yetinmeyen, daha kapsayıcı ve derinlikli bir kavrayışa varmak için o sonuçları bir malzeme olarak alıp sorusunu yeniden soran bir insana ait olduğunu görürüz.

Hem o her defasında yeni baştan sorulan soru bizim -sosyalistlerin- de en temel sorumuz olduğu için ve hem de bu sürekli sorgulayan, daha derine inmeye çalışan ve kendini -vardığı sonuçları- eleştirmekten korkmayan tutum tam da bir devrimci tutum olduğu için Castoriadis -fikirlerini tartışılır bulsak da- daima yakınımızdadır, “bizden”dir.

Hayatının bir noktasında yeni ve o durumda devrimci denilebilecek bir görüş, yaklaşım sunan ve sonra bütün zamanını bu görüşün tanıtımına, yani gerekçelerle takviyesine adayan biri, bizzat bu tavrıyla o devrimci görüşün muhafazakâr bir kimlik, içerik kazanmasına kapı açmış olur. Ve eğer birileri de onun izinden giderek ve güya değerini perçinlemek, arttırmak için onu bir doğruluk ve doğrulanma mercii haline getiren bir forma sokarlarsa; başlangıçtaki devrimci görüşün muhafazakâr bir görüşe dönüşmesi tamamlanmış olur.

Marx’ın pek çok bilgi alanına yayılmış fikirlerinden bir ...izm oluşturmayı düşünmemesi, aksine yaklaşımını eleştirel, kendi kendini de sürekli eleştiren bir düşünüş olarak özetlemesi bunun gayet bilincinde oluşunun -başka kanıt gerektirmez- göstergesidir.

Ve bu açıdan bakıldığında, Marx’ın öne sürdüğü kimi görüşleri eleştirmiş olan Castoriadis’in Marx’la aynı düşünüş kulvarında yürümüş olduğu söylenmelidir. Castoriadis’in tüm bu eleştirilerine rağmen, Marx’ın düşüncelerinin kaynağında kendisinin de sonuna kadar sahip çıktığı bir insanî ve kollektif özgürleşme idealinin var olduğu da dikkate alındığında büsbütün doğrudur bu yargı.

Ancak bunu söylemek, Marx’ınkiler ile Castoriadis’in -ya da benzer birinin- görüşleri arasındaki farkın önemsiz olduğu anlamına asla gelmez. Belli bir konuda tamamen zıt fikirler ileri sürülmüş olabilir ve daha da dramatik olarak belli ve son derece kritik bir konjonktürde bu aynı arayışın peşindeki iki farklı görüş silsilesi uzlaştırılması mümkün olmayan iki farklı yola, tavır alışa iter insanları. Bu durumda karşılıklı olarak birbirlerini kaynaktaki arayışa ihanetle, düşmanlıkla suçlamaktan da kaçınamazlar.

Nitekim çoğu kez böyle olmuştur ve kritik bir karar anına gelininceye kadar aralarındaki farklılıkları tali sayan, dostça tartışabilen, esasta ortak, aynı olduklarından hiç kuşkulanmamış akımlar ve hattâ aynı akımın farklı tonları, birdenbire birbirlerinin tamamen ayrı, zıt akımlar olduklarını “keşfederler”. Söz konusu kritik olay herkesin her fikrin iç yüzünü, gerçek değerini açığa vuran bir “mihenk taşı” haline getirilir, oradan verilmiş hüküm doğrultusunda düşünce yolları arasında geriye, kaynağa doğru giden uçurumlar kazılır. Şüphesiz bu yapılırken, o yılların artık belirsizleştiği kaynağa yakın alanlara gelindikçe, yani benzerliklere, ortak sahaya girildikçe, kazılan çukurlar, dikilen duvarlar, o ortak alanın harap edilmesinden, çoraklaşmasından başka bir şey değildir.

Bunun hiç de daha önemsiz olmayan öteki sonuçlarına değinmek bile gereksiz. Sorumuz devrimci diye nitelediğimiz -düşüncelerin değil- düşünüş tarzının üretebileceği farklı düşüncelerin -dolayısıyla farklı tavırların- başına da bunların gelmesinin kaçınılmaz olup olmadığıdır. Şüphesiz benzer düşünce akımlarını savunanlar arasındaki çatışmaların, düşmanlaşmaların “düşünce” ile ilişkisiz daha birçok önemli nedeni vardır. Ama bizim burada ele aldığımız, kendisine özel, ayırdedici bir nitelik ve değer atfedilen devrimci düşünüşün bizzat bu vasfıyla, öteki düşünüşler için normal karşılanan bu “kader”i aşıp aşamayacağıdır.

Eğer devrimci düşünüş, dünyayı yorumlayan değil, dünyayı dönüştüren, bunu yaparken ve bunu yapabilmek için kendini de dönüştürmeye (eleştiri) de hazır bir düşünüş ise ... ve ayrıca bu düşünüşün insanî ve kollektif özgürleşme idealinin bizzat kendi gereği ve dolayısıyla yegâne düşünüş tarzı olduğu konusunda hiçbir tartışma yoksa ... yukarıdaki sorunun cevabı da hiç tartışmasız evet olmalıdır.

Şüphesiz bu kadar kolay evet demek, şimdiye kadar hepsi de devrimci sıfatlı -ayrıca başka ortak sıfatları da olan- akımlar arasındaki kanlı hesaplaşmaları, düşünsel sistemler olarak birbirlerine en düşmanca nitelikler atfedebilmelerini ne örtmüş ne de açıklamış oluyor.

Bu noktada Castoriadis’in Marx’ın düşünsel eseri üzerine söyledikleri kanımızca üzerinde önemle durulmaya, tartışılmaya değerdir ve ele aldığımız soruya gayet çarpıcı bir ışık düşürebilmektedir.

Castoriadis (çerçevedeki alıntıda görüleceği üzre) özetle, Marx’ın “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar...” şeklindeki ana fikriyle onun “tarihin ve toplumun yasaları”nı keşfetme eğilim ya da iddiası arasında giderilemez bir zıtlık olduğunu öne sürer. Ona göre ana fikir gayet doğrudur ve devrimci düşünüşe tamamen uygundur, eleştirel düşünüşü, kendi kendini sorgulamayı ve açmayı “doğal” olarak içerir. Bu bakımdan da -sürekli- devrimci bir düşünüşü gerektirir. Oysa tarihin ve toplumun yasalarını keşfetme eğilimi ve hattâ keşfedildiği iddiası, “... kendi tarihlerini yapma” tezini hükümsüzleştirir, onu -Castoriadis’in deyişiyle- “bir tekniğe” indirger.

Marx’ın tam da böyle “tarihin ve toplumun yasalarını keşfettim” deyip demediği tartışmaya hayli açık bir konu olmakla birlikte; resmî Marksizm(ler)’in Marx’ı öyle sundukları açıktır. Ve dolayısıyla da Marx’ın tarih ve toplumun yasalarını keşfettiğine ve düşüncelerinin bu nihai yasaları ifade ettiğine inanıldığı takdirde, artık bu düşüncelerin ne eleştirisi, ne de bu düşüncenin kendi kendisini eleştirmesi mümkündür. Bir başka deyişle devrimci düşünüş bitmiştir. Sonuncu eylemini yapmış, verebileceği en son ürünü vermiş ve ömrünü tamamlamıştır. Bundan böyle artık “rötuşlar” yapılabilir.

Resmî Marksizmler’in bu “nihai yasaları keşif” tezini ele alan başkaları gibi Castoriadis de, bu tezin kaçınılmaz sonuçlarını gösterir. O nihai yasaların en doğru yorumcuları veya uygulayıcıları diye bir konum ister istemez teşekkül eder ve o yorum ve uygulamanın dışına düşenleri ve onların görüşlerini “suçlu”, “düşman”, “gerici” vb. sıfatlarla mahkûm etme mekanizması çalışmaya başlar.

Marx’ın düşüncelerini referans, kaynak alanlara bunları yapanlar, başka düşünce iklimlerinde dolaşanlara, onların fikir ve gözlemlerine tamamen “duyarsızlaşır” elbette.

Nitekim, bu yüzden resmî Marksizmler’in egemen olduğu genel sosyalist hareket alanı, vaktiyle Marksistler’le uzun süre birarada mücadele etmiş, çoğu düşünceleri paylaşmış anarşist akımı, eşitlikçi bir dünyaya yönelik çeşitli arayışları, psikoloji, antropoloji, fizik, doğa bilimleri ve bilim felsefesi alanında devrimci atılımlar yapmış olanların eser ve yorumlarını, sosyalist hareketlere yakınlık da duymuş öncü sanatçıların sunduğu perspektifleri ya görmezden gelmiş ya da bunları tam bir araçsal yaklaşımla değerlendirmiştir.

Bütün bunların muhafazakârlaşmaktan ne farkı olup olmadığı sorulmalıdır. Bu soruya en fazla kızanlar arada hiçbir fark olmadığını sezenlerdir.

Castoriadis, devrimci bir hareketin, bu vasfını sürekli kılması için nihai bir bilginin, yasanın ve “mutlak doğru”nun olmadığı, olamayacağı fikrinin içselleştirme derecesinde benimsenmesini önşart sayıyor gibidir. Bu şüphesiz, verili bir anda, eylemlerimize yön verecek bilgi, fikir ve tespitlerimizin geçerliliğine inanmamamızı, onları şevkle savunmamızın gerekmediği anlamına gelmez. Sadece; geçerliliğine ve diğerlerinden görece daha yetkin olduğuna ne denli inanırsak inanalım, o fikir, bilgi ve görüşlerimize ötekileri ikincil sayan bir üst statü tanımamayı, onlarla ancak eşit bir meşrûiyete sahip olabileceklerini kabul etmek, buna göre davranmak demektir.

Sanırız Castoriadis’in onca merkezî önem verdiği “özerklik” kavramı bu yaklaşımın köşe taşı olarak düşünülmüştür.

Eğer devrim ve devrimci hareket, bitimsiz, sürekli yetkinleşen bir özgürleşme süreci ise, bu harekete katılan insanlar ve toplulukların o amacı farklı boyut ve yönlerinden içeren fikir ve davranışları daima eşit statüde olmalıdır. Birbirlerine göre peşinen öncelik ve ayrıcalık taşımazlar, katılanların özerk kararıyla bu sürece bir yön ve öncelikli kulvarlar saptansa bile, tarihen o yön ve kulvarın kenarında kalanlar yine de eşit statülerini yitirmiş olamazlar.

Devrimci hareket, öteki siyasal hareketler için başarısızlığa mahkûm bir düzensizlik, hattâ kaos anlamına gelebilecek böyle bir ortamda, içerdiği özgürleşme dinamiğinin gücü oranında sahip olması gereken öbür hayatî niteliğine, yaratıcılığına kavuşabilir ancak.

Aynı amaca yönelik sorgulamaların, nereden ve nasıl olacağı önceden bilinemediği için her çeşit uyarıya her tür bilgiye, aklî olduğu kadar sezgisel yeteneklere de bağlı olan yaratım ve yaratıcılık, yerleşik düzen ve kurumların “Aşil topuğu”nu bulup vurabilecek yegâne imkândır.

Devrimci hareket, insanın bu imkâna sahip olduğuna inandığı ve bildiği oranda vardır, varoluş meşrûiyeti ve hakkının “ontolojik” kaynağı budur. Bu kaynağı ve imkânı, potansiyel olmaktan fiilî hale dönüştürebilmek için ona tüm kanalları açmak, tüm sınırlama ve baskılanmaları -en azından hareket olarak, kendi içinde- bertaraf etmiş olmak önşarttır. Yaratımın ekmeği, suyu ve havası olan özgür düşünebilme, bu nedenle devrimci bir hareketin, onun beslendiği düşünüş ortamının her durumda vazgeçemeyeceği bir özellik olmak zorundadır. Dolayısıyla en azından “kendi” hareket alanlarında düşüncelere sınır, kısıtlama ve statü farkları koymaya başlayan bir hareket, bunu hangi gerekçeyle yapıyor olursa olsun, kendi bindiği dalı kesiyor, devrimci vasfını yitiriyor demektir.

O nedenle dışlama ve hele düşmanlaştırma, devrimci bir düşünüş dünyası için düşünülemez uygulamalardır ve bir devrimci hareket, bu “devrimci” niteliğin bilincinde olduğu oranda, öteki hareketler için kaçınılmaz olan o tasfiye mekanizmalarının işlediği sürece girme “kader”ine teslim olmayacaktır.


Castoriadis’in devrimci bir hareket için son derece sakıncalı, hatta ölümcül saydığı, onu muhafazakârlaşmaya, totaliterleşmeye götürecek düşünsel faktör olarak nitelediği “genel, nihai yasalara varma eğilimi”ne gelince... Gerçi Castoriadis bu eğilimin kendisinden ziyade, bu eğilimin sonucu olarak ileri sürülebilecek “tarihin ve toplumun nihai hareket yasalarını keşfetmiş olma” iddiasında bulunabilmeyi “tehlikeli” sayıyor. Ama, tam da bu terimlerle konuşmasak bile; insanın daha derinlikli, daha kapsayıcı bilgilere ulaşma isteği, dünyanın ve hayatın farklı boyutlarının bilgisini sentezleyen “doğru” anlama, kavrama ve tavır alma alanını genişleten bir perspektif oluşturma ihtiyacı ve eğilimi suçlanmış olmuyor mu burada, diye sorabiliriz pekâlâ. İnsan, belirli bir anda oluşturduğu bu geniş perspektifin -ideoloji de diyebiliriz buna- geçerliliğine inanmakla birlikte, bunun “nihai” bir bilgi, anlama ve kavrama yeteneğimizin ulaşabileceği son nokta olmadığını da kabul edebilir. İnsanın yeniyi ve daha üstün olanı yaratabilme yeteneğine olan inanç burada da geçerli sayıldığı ölçüde ve devrimci düşünüşün kendisi de dahil, her şeyin eleştirilmeye, sürekli sınanmaya tâbi olduğu bilinci, bu düşünsel etik canlı olduğu sürece, anlama ve kavrama alanımızı genişletme ve derinleştirme eğilimimiz, korkulması değil, aksine kamçılanması gereken bir niteliğimizdir.