Öncelikle hem sıradışı, hem de sembolik olan entelektüel güzergâhımızı anımsatmak istiyorum. 1946’da Socialisme et Barbarie (Sosyalizm ya da Barbarlık) ile başlayan bu maceraya ilişkin şu andaki yargınız nedir?
• Buna dair her şeyi daha önce en azından iki defa yazmıştım, o nedenle gayet kısa geçeceğim. Siyasetle uğraşmaya çok gençken başladım. 12 yaşımdayken felsefe ve Marksizmi aynı anda keşfetmiştim ve 15’imde, lise son sınıftayken, Metaxas diktatörlüğü döneminde İllegal Genç Komünistler Örgütü’ne üye oldum. Birkaç ay sonra, burada severek isimlerini verdiğim hücre yoldaşlarım Koskinos, Dodopulos ve Strafis yakalandılar ama, vahşice işkence görmelerine rağmen beni ele vermediler. Böylece, Alman işgâline kadar örgütle irtibatı kaybettim. Kısa sürede Komünist Parti’nin devrimci olmadığını, şoven ve tümüyle bürokratik (şimdilerde bir küçük totaliter toplum deniliyor) örgüt olduğunu fark ettim. Diğer yoldaşlarımla hemen başarısızlığa uğrayan bir “reform” girişiminden sonra bağımı kestim ve daha solda, unutulmaz bir devrimci kişilik olan Spiros Stinas’ın yönettiği Troçkist gruba üye oldum. Ama orada da, diktatörün kitap yakma uygulamalarından mucizevi biçimde korunmuş birkaç kitap (Souvarine, Ciliga, Serge, Barmine -ve şüphesiz bizzat Troçki’ninkiler- ki bunlar görünüşte a, b, c’yi eklemlemiş ama, d, e, f’yi telaffuz etmek istemeyen kitaplardı) sayesinde, çok geçmeden Troçkist anlayışın da “SSCB”nin olduğu kadar komünist partilerin de doğasını kavramaya muktedir olmadığını düşünmeye başladım. Troçkizm eleştirisi ve benim kendi anlayışım, 1944 Aralık’ında Atina’daki ilk Stalinci darbe teşebbüsü esnasında kesin olarak şekillendi. Gerçekten de görülebilmekteydi ki, Komünist Parti Troçkist anlayışın tanımlamak istediği gibi burjuvazinin müttefiki bir “reformist parti” değildir, aksine Rusya’dakinin aynı tipte bir rejim kurmak için iktidarı ele geçirmeyi hedeflemektedir - ki bu öngörü, 1945’ten itibaren Doğu ve Orta Avrupa’da patlak veren olaylarla doğrulandı. Bu beni Troçki’nin Rusya’nın “bozulmuş bir işçi devleti” olduğuna dair fikrini reddetmeye ve Rus devriminin Komünist Parti etrafında yeni bir egemen sınıfın, bürokrasinin şekillendiği yeni tür bir sömürü ve baskı rejiminin inşâsına yöneldiği yolunda -hâlâ doğru addettiğim- anlayışı geliştirmeye götürdü. Rusya’daki bu rejime tam ve totaliter bir bürokratik kapitalizm diyordum. 1945 sonunda Fransa’ya geldiğimde bu düşünceleri Fransa’daki Troçkist partide açıkladım ve bu fikirler, resmî Troçkist politikayı eleştiren bir eğilimi birlikte oluşturduğumuz azımsanmayacak sayıda yoldaşın dikkatini bana yöneltti. 1948 sonbaharında, Troçkistler, Moskova ile resmen bağını koparttığında, Tito’yla tek cephe oluşturmak gibi acayip ve gülünç bir öneride bulunduklarında, Troçkist partiyle ilişkimizi kesmeye karar verdik ve bir grup kurup, ilk sayısı Mart 1949’da yayımlanan Sosyalizm ya da Barbarlık dergisini çıkardık. Dergi 1965 yazına kadar 40 sayı yayımlandı ve grup 1966-67’de dağıldı. Bu dönem boyunca yaptığımız iş, öncelikle, Stalinizmin, Troçkizmin, Leninizmin ve sonuçta Marx’ın ve Marksizmin eleştirisini derinleştirmeyi içermekteydi. Bu Marx eleştirisi, benim 1953-1954’te yayımlanan yazımda (“Kapitalizmin Dinamiği Üzerine”) Marx’ın sosyalist toplum ve çalışma kavramını eleştiren “Modern kapitalizm altında devrimci hareket”te (1960) ve nihayet 1959’dan beri yazılan, ancak Sosyalizm ya da Barbarlık’ta “Marksizm ve devrimci teori” başlığı altında yayımlanmış olup, 1975’te Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar kitabının ilk bölümünde yeniden ele alınan yazılarda zaten bulunmaktadır.
Sosyalizm ya da Barbarlık’ın bitişinden beri, 1968 Mayıs’ı esnasındaki kısa dönem hariç tutulursa, doğrudan ve aktif biçimde politikayla artık uğraşmadım. Eleştirel bir ses olarak bulunmaya çalıştım, ama (ister Marksizm veya liberalizm, ister toplum ve tarih hakkındaki yerel bakışlar olsun) devralınan kavrayışların iflası, özgürleştirici siyasal hareketin asırlardır içine yerleştiği düşünsel ufkun bütününü yeniden ele almayı zorunlu kılıyordu. O zamandan beri uğraştığım iş işte budur.
Sizin için politik ve militan boyut daima son derece önemli mi oldu? Politik konumu önbelirleyen felsefi duruş sessiz bir nokta mı olacaktır? Bu iki etkinliğin birbirine aykırılığı mı söz konusu?
• Şüphesiz ki hayır. Ama öncelikle bir belirleme yapayım: Daha önce de söyledim ki benim için başlangıçta bu iki boyut ayrılmış değildi, ancak o sırada ve uzun bir süre boyunca felsefeden politikaya doğrudan bir geçiş olmadığını düşünüyordum. Felsefe ve politika arasındaki akrabalık her ikisinin de -yurttaş ve düşünen varlık olarak- özgürlüğümüzü özerkliğimizi hedefliyor olmasına dayanır ve her iki halde de başlangıçta -düşünülmüş, bilinçli olsa da- bu özgürlüğü hedefleyen bir irade vardır. Halen Almanya’da yeniden geçerli olan saçmalığın aksine, ne aklın rasyonel bir temeli, ne de özgürlüğün rasyonel bir temeli vardır. Her iki halde de şüphesiz aklî bir doğrulama vardır - ama arkadan gelir ve doğrulama insanlar için yalnızca özerkliğin mümkün olduğu görüşüne dayanır. Felsefenin politik doğruluğu, çoğunlukla hukuk dışı rejimleri meşrûlaştırmaya yarayan sahte felsefi (veya teolojik) varsayımları açık biçimde ortadan kaldırmaya izin veren bir eleştiri ve felsefi aydınlatma oluşudur.
Dolayısıyla, entellektüelin işi, besbelli görüneni parçaladığı, kendiliğinden olmuş gibi görüneni sorguladığı ölçüde eleştirel bir uğraştır. Şüphesiz, “Devrimin bu olmayacağını anlamak için Stalin’in altı satırını okumak yeterlidir” diye yazdığınızda düşündüğünüz şey de budur.
• Evet, ama burada yine bir açıklama gerekiyor. Entellektüelin işi eleştirel bir uğraş olmalıdır ve çoğunlukla tarihte de böyleydi bu. Örneğin Antik Yunan’da felsefenin doğuşu esnasında filozoflar mevcut biraradalıkların tanımlanmasını, dünyaya tanrılara ve sitenin iyi düzenine dair fikirleri sorguladılar. Ama oldukça hızlı biçimde bir bozulma oldu; entellektüeller bu yolu terk ettiler, eleştirel rollerine ihanet ettiler ve var olanın, kurulu düzenin meşrûlaştırıcıları haline geldiler. Felsefi mirasın neredeyse zorunlu bir tamamlanışı ve kaderini ifşa etmekten başka bir şey olmayan en uç, ama en fazla konuşulan örneği, “Aklî olan her şey gerçek, gerçek olan her şey aklîdir” diyen Hegel’dir. Yakın dönemde iki çarpıcı olgu var. Küçük ayrıntıların ve yazgıyı değiştiren beklenmedik gelişmelerin ötesinde, Almanya’da Heidegger ve onun Nazizm’in “ruhu”na katılması ve Fransa’da Sartre’ın, en azından 1952’den beri Stalinci rejimleri meşrûlaştırması ve sıradan komünizmle bağını kopardıktan sonra Castro, Mao vs.nin desteklenmesine geçişi.
Bu durum, ifadesi itibariyle değil belki, ama esasta o kadar da değişmedi. Totaliter rejimlerin çöküşü ve Marksizm-Leninizmin dağılmasından sonra Batılı entellektüellerin çoğunluğu, zamanlarını Batılı rejimlerin “demokratik” rejimler olarak, belki ideal (bu deyimle ne denmek istendiğini bilmiyorum) değil ama, insanî olarak gerçekleştirilebilir en iyi rejimler olduğuna övgüler düzmekle ve bu sözde demokrasileri eleştirmenin bizi dosdoğru Gulag’a götüreceğini ispatlamakla geçiriyorlar. Öte yandan, yetmiş, altmış, elli, kırk, otuz, yirmi yıl gecikmiş olarak gelen bitmez tükenmez bir totalitarizm eleştirisi (ki pek çok bugünün “anti-totaliter”i daha ’70’li yılların başında Maoizmi desteklemekteydi) yinelemeleri duymaktayız ve bu mevcut toplumun yakıcı sorunlarını, Batı toplumlarının çözülüşünü, duyarsızlaşmasını, politik yolsuzluk ve riyakârlığı, çevrenin imhasını, yoksul ülkelerin durumunu vs. sessizce geiçiştirmeyi mümkün kılmaktadır. Veya aynı manzaranın öteki yüzünde, kendi polistiren kulesine çekilmek ve orada kendi pek değerli şahsi üretimine ihtimam göstermek var.
Özetle, iki simetrik kişilik oluyor: Ölümcül bir sorumsuzlukta tepe noktasına varan sorumluluklar alan sorumlu entellektüel, kınadığınız Heidegger ve Sartre gibi ve cürümler karşısında sorumluluktan uzak duruşuyla temayüz eden iktidar dışı entellektüel. Durumu böyle formüle edebilir miyiz; ve o halde entellektüelin ve eleştirinin doğru rolünü nereye yerleştiriyorsunuz?
• Entellektüelin rolüne aşırı önem vermekten de az değer biçmekten de uzak durulmalıdır. Tarihte -her zaman en iyi için olmasa bile- olağanüstü etkili olmuş düşünürler ve yazarlar oldu. Platon, şüphesiz en çarpıcı örnektir; çünkü bugün bile herkes, hattâ onu bilmeyenler bile Platoncu terimlerle düşünür. Ancak her durumda, herhangi bir kişi, toplum, tarih, dünya, insan üzerine düşüncelerini açıklamaya koyulduğu andan itibaren, tarihsel-sosyal güçler alanına girer ve orada çok küçük veya önemli bir rol oynar. Bu rolün bir “iktidar” rolü olduğunu söylemek, bana göre dili kötüye kullanmaktır. Yazar, düşünür kültürü ve kapasitelerinin ona verdiği özgül araçlarla toplumda bir etkileme yaratır ama bu onun vatandaş rolünün bir parçasıdır. Düşündüğünü söyler ve sorumluluğunu alarak konuşur. Hiç kimse, hattâ konuşmayan ve belki de tarihsel sosyal mekânın korkunç fikirlerle işgâl edilebilmesine aldırmamış olanlar da bu sorumluluğu boşlayamazlar. Hem “entellektüel iktidar”ı suçlama konusu yapıp, hem de Alman entellektüellerinin 1933’ten sonra Nazizmle işbirliğini sessizce kınayamayız.
Kötü işleyen şeyleri açıklamak ve eleştirmek için dayanak noktaları bulmanın gittikçe güçleştiğine dair bir izlenim var. Günümüzde eleştiri niçin artık işlevsizleşti?
• Eleştirinin krizi, toplumun derin ve genel krizinin dışa vurumlarından biri sadece. Şu güya genelleşmiş uzlaşma var ya; eleştiri ve entellektüelin uğraşı geçmiştekinden çok daha fazla biçimde sistem içine alınmış halde ve çok daha yoğun biçimde her şey medyatikleştirilmiş, işbirlikçi şebekeleri hemen hemen her yerde hazır ve nazır. Uyumsuz veya muhalif sesler sansür veya onları yayımlamaya cesaret edemeyen yayıncılar tarafından değil, genelleşen ticarileşme tarafından bastırılıp boğuluyor. Bozgunculuk yapılan yayılan her önüne gelen şeyin içinde. Bir kitabın reklamını yapmak için hemen “işte alanında devrim yapan bir kitap” deniyor, ama Panzani makarnalarının mutfakta devrim yaptığı da söyleniyor. “Devrim” sözcüğü tıpkı “yaratma” veya “hayalgücü” sözcükleri gibi bir reklâm sloganı haline geldi. Çok değil birkaç yıl önce ele geçirme, kapatma denilen şey işte budur. Marjinallik talep edilen ve merkezî bir şey oldu, bozgunculuk sistemin uyumunu tamamlayan ilginç bir meraktır. Çağdaş toplumun yatıştırarak olsun, ötekiler arasında bir olgu yaparak veya ötekiler gibi ticarileştirerek olsun tüm gerçek farklılıkları bastırma konusunda korkunç bir kapasitesi var.
Daha da detaylandırabiliriz. Eleştiriciler tarafından bizzat kendi eleştiri rollerine ihanet söz konusu; yazarlar tarafından kendi sorumluluk ve zorunluluklarına yapılan ihanet var ve burada oyunu kabul ettiği, kendini ona verdiği ve uyarladığı için bu olayda masum olmaktan uzak olan halkın da geniş bir suç ortaklığı var. Bütünlük, kendisi bizzat anonim olan sistem tarafından araçlaştırılmakta ve kullanılmaktadır. Bütün bunlar bir diktatörün, bir avuç kapitalistin veya bir kanaat oluşturucu grubun eseri değil; bu yönde giden ve her şeyi anlamını yitirmiş hale getiren devasa bir tarihsel-sosyal akımdır bu. Bir şeyi aktüalitenin merkezine yirmi dört saat için yerleştiren ve o şeyin yirmi dört saat var olduktan sonra yerini bir başka şey aldığı için anlamını yitirdiği televizyon, gerçekten de en iyi örneği sunuyor. Aynı anda aşırı bir büzülmeyi, kasılmayı gerektiren bir geçicilik kültü bu. Amerikan televizyonunun attention spon (anlık dikkat) dediği, daha henüz birkaç yıl önce on dakika iken tedrici biçimde beş dakikaya, bir dakikaya ve şimdi on saniyeye düşen seyircinin elverişli dikkat süresi. Medya on saniyelik televizyon spotlarının en etkili olduğunu kabul ediyor; başkanlık seçimi kampanyalarında kullanılan da budur ve bu spotların esasa ilişkin hiçbir şey içermemeleri, ama hakaret imalarına tahsis edilmiş olmaları tamamen anlaşılabilir bir şeydir. Görünüşte, seyircinin özümseyebileceği tek şey budur. Bu hem doğru hem yanlıştır. İnsanlık biyolojik olarak sindirmez, insanlar kanıtlamalarla yüklü ve görece uzun söylevlere ilgi göstermeye hâlâ muktedirdir; ama sistem ve medyaların -sistematik olarak biçimini bozma anlamında- sonuçta insanların birkaç saniye ya da mecburen birkaç dakika süren herhangi bir şeyle ilgilenemeyecek biçimde onları “eğittikleri” de bir gerçektir.
Burada polisiye anlamda değil, ama etimolojik anlamda bir entrika komplo var: Bütün bu “birlikte nefes alma”, aynı yönde soluk verme, içinde eleştirinin tüm etkinliğini yitirdiği bir toplumdur.
Ancak nasıl oldu da 1968’le -işsizliğin, krizin, AIDS’in ve de Pen türü ırkçılığın olmadığı evre- ile zirvesine varan dönem esnasında eleştiri öylesine doğurgan ve öylesine keskin iken, bugün krizle, işsizlik ve tüm diğer sorunlarla birlikte toplum duyarsızlaştı?
• Tarihlere ve dönemlere yeniden bakmak lazım. Esasında bugünkü durum zaten 1950’li yılların sonundaki durumdur. 1959-60’ta yazdığım bir yazıda, toplumun bir duyarsızlaşma, bireylerin özelleşmesi ve herkesin kendi küçük çevresine kapanması ve artık konjonktürel olmayan bir politikadan uzaklaşma evresine girdiğini anlatmıştım. Açıktır ki 1960’lı yıllar boyunca Fransa, ABD ve Almanya’daki kadınların, gençlerin ve azınlıkların hareketleri bu öngörüyü yalanlıyormuş gibiydi. Ancak 1970’li yılların ortalarında bütün bunların Aydınlanma ile başlayan hareketlerin son büyük atılımı olduğunu görebildik. Bütün bu hareketlerin sonuçta nüfusun küçük azınlıklarının hareketi oluşu bunun kanıtıdır.
Bu evrimde -örneğin petrol şoku gibi- konjonktürel faktörlerin rolü vardır. Söz konusu faktörlerin bizatihi hareketlerin kendisinde pek fazla önemi yok, ama yönetici zümrelerin krizi bir şantaj, bir karşı saldırı gibi kullanmalarını kolaylaştırdılar. Ama bu karşı saldırı, karşısında gittikçe durgunlaşan bir halkla karşılaşmasıydı, etkilerini gösteremeyecekti. 1970’li yılların sonunda, belki bir yüzyıldan beri ilk defa ABD’de, ücretlerin düşürülmesini kabul etmiş sendikalarla firmalar arasında yapılan anlaşmalara tanık olduk. 1945’ten beri düşünülemez addedilen yükseklikte bir işsizlik düzeyi görüyoruz. Bizzat ben, sistem hemen altüst olacağı için bu yükseklikteki bir işsizlik düzeyinin imkânsız olduğunu yazmıştım. Bugün görmekteyiz ki, yanılmışım.
Ancak bu konjonktürel unsurların gerisinde çok daha ağır faktörler var. Sol ideolojilerin tedrici ve daha sonra hızlanan çöküşü, tüketim toplumunun zaferi, modern toplum tahayyüllerinin (ilerleme ve/veya devrim) ifade krizi, az sonra yeniden ele alacağımız bütün bu faktörler bir anlam krizini açığa vurmaktadır ve konjonktürel unsurların bu denli rol oynamasını mümkün kılan da bu anlam krizidir.
Ama bu anlam veya ifade krizi zaten analiz edilmişti. Birkaç yıl ya da on yılda, örneğin Husserl’in krisis’i anlamındaki bir krizden bir kayıp ve/veya yokluk, bir tür nihilizm anlamında bir kriz söylemine geçtik gibi görünüyor. Çok yakın oldukları için tanımlanmaları güç iki eğilim yok mudur? Bir yanda Aydınlanmanın mirası olan Batılı değerlerin çöküşüne (Hiroşima’yı, Kolyma’şo [Sovyetler Birliği’nde bir toplama kampı ç.n.] ve Auschwitz’i, Doğu totalitarizmlerini sindirebildik) üzülme eğilimi; öte yanda (nihilist ve/veya dekonstrüksiyonist/yapı bozucu tutum) çöküşün geç Batı modernleşmesinin bizzat kendisi olduğunu ve bu modernleşme ister kurtarılamaz, ister ancak (dinsel, moral, hayali... vb.) kökenlere dönmekle kurtarılabilir olsun, Batının, imparatorluğu bir çölleşme üzerinde tamamlanan şu akıl ve egemenlik alaşımının suçlusu olduğunu ilân etme eğilimi. Bu iki eğilim, Auschwitz ve Kolyma’yı aydınlanmaya yükleyen onur kırıcı, çürüme eğilimi ile “kökenlere dönme”ye koyulan (veya böyle olmayan) nihilizm eğilimi arasında kendinizi nereye yerleştiriyorsunuz?
• Öncelikle, sizin karşı karşıya koyduğunuz iki çözüm yolunun sonuçta aynı olduğunu düşünüyorum. Yapı bozumcu aldatma ve ideoloji, büyük kısmıyla, Batının “suçluluğu” üzerine oturuyor: Bunlar, özetle ifade edilirse (uzun süreden beri yapılan), araççı ve araçlaştırılmış akliliğin eleştirisini, hakikat, özerklik ve sorumluluk fikirlerinin çekiştirilmesi ile hileli biçimde karıştırarak gayrimeşrû bir karışım öne sürüyorlar. Batı’nın sömürgecilik, öteki kültürlerin imhası, totaliter rejimler ve egemenliğinin görüntüselliği konusundaki suçluluğu üzerine konuşuluyor ve bu, Grek-Batı kolektif ve bireysel özerklik projesinin, özgürleşmeci esinlerin ve içinde söz konusu proje ve esinlerin kısmen veya mükemmel olmayan biçimde ortaya çıktığı kurumların hileli ve kendi kendisini referans alan çelişkili bir eleştiriye atlamak için yapılıyor. (En tuhafı da bu aynı sofistlerin zaman zaman kendilerini adaletin, demokrasinin ve insan haklarının savunusu konumuna yerleştirmekten de geri durmamalarıdır.)
Antik Yunan’ı bir yana koyalım. Yüzyıllardan beri modern Batı -her ne kadar karşılıklı olarak birbirlerini bozmuş iseler de- tamamen karşıt iki toplumsal tahayyül ifadesi tarafından hareketlendirilmiştir. Birincisi, kollektif ve bireysel özerkleşme projesi, sosyal gerçeklikte ruhsal olduğu kadar entellektüel olarak da edinilecek olan bir insanî özgürlenme için mücadeledir; diğeri ise kapitalist, çözücü projedir; küresel (ve bununla birlikte daha da ürkütücü) bir proje haline gelmek için uzun süreden beri sadece üretici güçler ve ekonomi ile ilgilenmeyi kesip fiziksel, biyolojik, psişik, toplumsal ve kültürel verilere bütünsel bir nüfuz için uğraşan bir sözde akliliğin, sözde egemenliğin sınırsız genişlemesi projesidir. Totalitarizm, -sonuçta, Stalinizm ve Nazizmin gösterdiği gibi, bizzat klasik kapitalizmin araçsal, kısıtlanmış akliliği, kendi yurdunda akıldışılık ve saçmalık haline geldiği için bizzat kendi çelişkililiği içinde karşıtına dönüşen- bu egemenlik projesinin en uç noktasından başka bir şey değildir.
Sorunuzun başlangıç noktasına dönersek; bugün kelimenin gerçek anlamıyla bir krisis, bir karar anı yaşamadığımızı söylemekte haklısınız. (Hipokratik yazılarda krisis, bir hastalığın krizi, sonunda hastanın ya öleceği ya da bizzat krizin tahrik ettiği bir kurtarıcı tepki ile tedavi sürecinin tamamlanacağı bir nihai kerte, en şiddetli andır.) Bir dağılma evresi yaşıyoruz. Bir krizde birbiriyle mücadele eden karşıt unsurlar vardır -oysa çağdaş toplumu apaçık biçimde karakterize eden şey toplumsal ve politik mücadelenin kayboluşudur-. Otuz ya da kırk yıl önce Sosyalizm ya da Barbarlık’ta yazdıklarımızı, yani sol/sağ ayrımının artık hiçbir anlamı olmadığını, resmî politik partilerin aynı şeyleri söylediğini, insanlar şimdi keşfediyorlar. Balladur, dün Berégovoy’un yaptıklarını yapıyor. Gerçekte ne karşıt programlar ne de kişilerin çatışmaya veya siyasal mücadeleye ya da basitçe siyasal eylemliliğe katılması var. Toplumsal planda, sadece sendikaların bürokratikleşmesi ve birer iskeletimsi devlete indirgenmeleri değil, ayrıca toplumsal mücadelelerin de neredeyse kayboluşu söz konusu. Örneğin on ya da onbeş yıldan beri Fransa’da grev günleri hiçbir zaman bu kadar az olmamıştı, bu grevler de hemen her zaman belirli bir kesimle sınırlı veya korporatist niteliğe sahiptiler.*
Ama daha önce de söylendi ki; dağılma özellikle anlamın kaybolmasında, değerlerin hemen tümüyle buharlaşmasında kendini gösteriyor. Ve bu, sonuçta, bizzat sistemin bekası için tehdit edicidir. Bütün Batı toplumlarında durum bu iken, açıkça ilân ediliyor ki -Fransa’da, sağın yapmaya cesaret edemediğini yapmış oldukları için iktidara gelen sosyalistlerdir bunu yapan- tek değer paradır, kârdır, sosyal hayatın en üst ideali “zenginleşiniz”dir; bir toplumun bu biricik temel üzerinde işlemeye devam edebileceğini ve kendisini yeniden üretebileceğine aklımız erebiliyor mu? Eğer böyleyse memurların işlerini yapmak için rüşvet istemeleri ve almaları, hâkimlerin mahkeme kararlarını açık arttırmaya çıkarmaları, öğretmenlerin, ceplerine bir çek koyuveren ana-babaların çocuklarına iyi not vermeleri ve geri kalanının da bunlar gibi davranmaları gerekecektir. Aşağı yukarı on beş yıl önce şunu yazmıştım. Bugün insanların önündeki tek bariyer cezalandırılma korkusudur. Ama niçin bu müeyyideyi uygulayanların kendisi asla yolsuzluk yapmaz olsunlar? Gardiyanlara kim göz-kulak olacak? Çağdaş ekonomik-politik sistemde gözlemlediğimiz genelleşen yolsuzluk bir kenar olgusu, bir küçük hikâye değil, yaşadığımız toplumun sistemik, yapısal bir çizgisi haline geldi. Aslında burada, geçmişin büyük siyasal düşünürlerinin bildiği ve günümüzün “sözde” “siyasal filozof”larının, kötü sosyologlarının ve teorisyen vaizlerin muhteşem biçimde cahili oldukları temel bir faktöre değiniyoruz: Bir sosyal rejimle onun antropolojik tipi (veya bu tür tipler yelpazesi) arasındaki özsel dayanışma rejimin işlemesi için zorunludur. Bu antropolojik tiplerin çoğunluğunu, dürüst hâkimi, Weberci memuru, görevine adanmış öğretmeni, işini her şeye rağmen kendisi için bir gurur kaynağı sayan işçiyi kapitalizm, önceki tarihsel dönemlerden miras aldı. Böylesi kişilikler çağdaş dönemde tuhaf şeyler haline geliyor. Onların niçin üretildiklerini, kişinin ürettiğini ve ne adına işlev gördüklerini anlamıyoruz. Kapitalizmin kendi yaratısı olan antropolojik tip -bir teknik buluculuğu sermayeleri biraraya getirme kapasitesini, bir işletme örgütlemeyi, keşfetmeyi, nüfuz etmeyi ve pazar yaratmayı düzenleyen- Schumpeteryen girişimci de kaybolmak üzere. Onun yerini yönetici bürokratlar ve spekülatörler aldı. Bu noktada da yine tüm faktörler el altından çalışıyor. New York borsasında veya bir başka yerde kambiyo oranları üzerinde oynanan başarılı bir oyunla birkaç dakikada 500 milyon dolar kazanabilmeniz mümkünken, niçin üretmek ve satmak için çabalayasınız ki? Her hafta spekülasyona konulan para ABD’nin yıllık GSMH’sı düzeyindedir. Bu, en “girişimci” unsurların, bizzat kapitalist sistemin kendi bakış açısından bile tamamen asalaklık olan bu tür faaliyetler yönünde toplaşmalarının sonucudur.
Bütün bu faktörleri biraraya getirir ve öte yandan (“toplumsal barış”ın bizatihi zorunlu koşulu olan) kapitalist “büyüme”nin zorunlu olarak yol açtığı gezegenimizin geri döndürülemez çevresel tahribini de hesaba katarsak; sistemin daha ne kadar zaman işleyebileceğini sorabiliriz, sormak zorundayız.
Batı’nın bu “bozulma”sı, toplumun, değerlerin bu “dağılma”sı, bu özelleştirme ve yurttaşların karşısında girişilen bahislerin ölçüsüz hale gelişi olgusuna da bağlı değil mi? Belki de pusulasız yurttaşlarız biz...
• Yurttaşların pusulasız oluşu doğru, ama bu, apaçık biçimde o bozulmadan, o dağılmadan ve toplumsal tahayyül ifadelerinin daha önce görülmedik ölçüde yıpranmış oluşundan ileri geliyor. Bunu başka örnekler üzerinden de tespit edebiliriz. Bugün kimse artık yurttaş olmanın ne olduğunu bilmiyor, bir kadın veya erkek olmanın ne olduğunu da bilmiyor. Cinsel roller silikleşti, o rollerin neyi içerdiği bilinmiyor artık. Eskiden toplumun kategorilerin, grupların farklı düzeylerini bilirdik. Bunun iyi olduğunu söylemiyorum, kendimi tanımlayıcı ve analitik bir bakış açısına koyuyorum. Örneğin (Nazizmin binlerce yıl öncesinden gelen) ünlü “kadının yeri evdir” ilkesi kadın için, eleştirilebilir, yabancılaştırıcı, insanlık dışı, ne derseniz deyin, bir rol tanımlıyordu ama, her halükârda bir kadın yapması gerekeni biliyordu: evde olma, bir eve ait olma. Aynı şekilde erkek beslenecek bir ailesi olduğunu, otorite uygulamayı vs. biliyordu. Cinsel oyunda da aynı şey. Fransa’da (haklı olarak) Amerikalıların gülünç yargılamalarıyla (otoritenin, patron konumunun vs. kötüye kullanılmasıyla hiçbir ilişkisi olmayan) cinsel taciz hikâyeleriyle, üniversitelerce yayımlanan ve sürecin her aşamasında kadının zımni onayını isteyen ayrıntılı düzenlemelerle vs. alay ediyoruz. Ama bu yargılamacılığın acıklı biçimde örtbas etmeye çalıştığı derin psişik güvensizliği, tanımlayıcı cinsel işaretlerin yitirilmesini kim görmez? Ebeveyn-çocuk ilişkilerinde de gidiş aynı yönde: günümüzde kimse anne veya baba olmanın ne olduğunu bilmiyor.
Sözünü ettiğimiz bozulma şüphesiz sadece Batı toplumların bir olgusu değil. Öteki toplumlar hakkında ne demek gerekir? Ve öte yandan, bu bozulmanın Batılı devrimci değerleri de sürüklediği söylenebilir mi? Ve bu evrimde meşhur Batı’nın “suçluluğu”nun rolü nedir?
• Batı’nın tarihinde -ötekilere olduğu kadar bizzat kendisine de karşı- bir dehşet birikimi var. Ama bu Batının bir özgüllüğü değil. Çin, Hint, Afrika, sömürgecilik öncesi Aztekler için de söz konusu, dehşet birikimi her yerde var. İnsanlık tarihi sınıf savaşlarının tarihi değil -tarihin bu olmamasına rağmen- dehşetlerin tarihidir. Doğrudur, tartışılması gereken bir soru var, totalitarizm: Bu, düşündüğüm gibi, tarihte daha önce görülmemiş ölçekte imha ve beyin yıkama araçları üretmiş bir uygarlıktaki bu egemenlik deliliğinin sonunda vardığı nokta mıdır, olduğu gibi, taşıdığı tüm belirsizliklerle moderniteye içkin sapkın bir yazgı mıdır, ya da başka bir şey mi? Batı totalitarizminin dehşeti (Yahudiler dahil) kendi mensuplarına yöneliyorsa; “hepsini öldürün, Tanrı kendisininkileri tanıyacaktır” cümlesi, Lenin’e de, 20. yüzyıla da ait olmayıp, 16. yüzyıla, sofu Hıristiyan bir düke ait ise, insan kurban etmeler Avrupalı olmayan kültürler tarafından aşırı miktarda ve düzenli olarak icra edilmiş ise vb. -şu andaki tartışma için- o sorunun, teorik bir soru olduğunu söyleyeyim. Humeyni’nin İran’ı aydınlanmanın bir ürünü değildir.
Buna mukabil, Batı’nın kendine özgülüğünü, tekilliğini ve keskin ayrıcalığını veren bir şeyler var: Antik Yunan’la başlayan ve 11. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da yeniden boy gösteren, içinde bir özgürlük, kollektif ve bireysel otonomi, eleştiri ve özeleştiri projesinin doğuşunu gördüğümüz bu ayrımın eşi yoktur: Batı’nın suçlanma söylemi bunun en parlak doğrulanmasıdır. Çünkü Batı’da biz, en azından içimizden bazıları totalitarizmi, sömürgeciliği, zencilere karşı muameleyi, Amerikan yerlilerinin katliamını itham etmeye muktediriz. Ancak, Azteklerin, Hinduların veya Çinlilerin soyundan gelenlerde benzer bir özeleştiri yapma görmedim ve yine görmekteyim ki, Japonlar 2. Dünya Savaşı esnasında işledikleri vahşetleri hâlâ inkâr ediyorlar. Araplar durmaksızın Avrupalıları kendilerini sömürgeleştirdikleri için suçlar, katlandıkları tüm kötülükleri -sefalet, demokrasi yokluğu, Arap kültürünün gelişmesinin durması vs.- onlara yükler. Ama bazı Arap ülkelerinin Avrupalılarca sömürgeleştirilmeleri en kötü örneğinde, Cezayir’de 1830-1962 arasında yüz otuz yıl sürdü. Ancak aynı Araplar Türkler tarafından beş yüz yıl köleliğe ve sömürge olmaya zorlandılar. Türklerin Yakın ve Ortadoğu’daki egemenlikleri 15. yüzyılda başladı ve 1918’de sona erdi. Ola ki, Türkler Müslüman olduğu için Araplar bundan bahsetmiyor olsunlar. Arap kültürünün gelişmesi 11., 12. yüzyılda durdu. Batı tarafından fethedilme sorunundan sekiz yüzyıl önce yani. Ve bu aynı Arap kültürü fetih, katliam ve/veya fethedilen halkların az ya da büyük ölçüde din değiştirmeleri üzerinde inşâ edilmişti. MS 550’de Mısır’da Araplar yoktu. Libya, Cezayir, Fas veya Irak’ta hiç yoktu. Fatihlerin soyundan, bu ülkeleri yurt tutmak ve yerel halkları gönüllü veya zorla din değiştirtmek üzre gelenler olarak buralardadırlar. Ancak Arap uygarlığı yanlısı çevrelerde bu olguların hiçbir eleştirisini görmüyorum. Aynı şekilde, Avrupalıların 14. yüzyıldan başlayarak zencilere karşı kötü muamelesinden bahsediliyor, ama zencilere kötü muamelenin ve onları sistematik olarak köleleştirmenin 11. ve 12. yüzyıllardan başlayarak (daima olduğu gibi, zenci kabile şefleri ve kralların suç ortaklığı ile) Arap tüccarlar tarafından Afrika’ya sokulduğundan hiç söz edilmiyor. Üstelik, kölelik Arap ülkelerinde asla kendiliğinden ortadan kaldırılmadı ve bazılarında halen de sürmekte. Bütün bunların Batılılar tarafından işlenmiş cürümleri gölgede bıraktığını söylemiyorum. Söylediğim sadece şu: Bütün ötekilerinkinde olduğu gibi Batı tarihinde de dehşet ve vahşetler var ama, insanlar arasında sınırsızca açık kalan ve nihai dogma tanımayan aklî bir tartışma adına kendi kurum ve fikirlerini sorgulama ve bu iç tartışma kapasitesini yaratmış olan da yalnızca Batı’dır.
Bir yerde söz konusu iç tartışmayı yaratmış olduğu için Batı insanlığının ağır sorumluluğunun size, öncelikle orada kökten bir dönüşümün meydana gelmesi gerektirdiğini düşündürdüğünü söylüyorsunuz. Bugün, gerçek bir otonomiyi, özgürleşmeyi, toplumun kendi kendini kurmasını, belki bir “ilerleme”yi, özetle Antik Yunan tarafından yaratılan ve Batı tarafından devrolunan tahayyül ifadelerinin yenilenmesini talep edenler hata ediyor gibi mi görünüyorlar?
• İlkin, tartışmamıza “ilerleme” fikrini karıştırmamak gerek. Araçlar alanı hariç, tarihte ilerleme yoktur. Bir Hidrojen bombasıyla taş balta ile öldürdüğümüzden daha fazla insanı öldürebiliriz ve çağdaş matematik ilkellerin aritmetiğinden sınırsız defa daha zengin, güçlü ve karmaşıktır. Picasso’nun yağlıboya tablosu, Loscaux ve Altamina’nın fresklerinden ne daha fazla ne de daha az değerlidir; balinaların müziği soyludur ve bütün halkların mitolojileri güzeldir ve olağanüstü derinliklidir. Ve eğer moral planda konuşacak olursak, “ilerleme”den bahsetmeyi kesmek için sadece etrafımızda olup bitenlere şöyle bir bakmak yeter. İlerleme, Marx’ın da kendini kaptırdığı, esas olarak kapitalist bir tahayyülün ifadesidir.
Bunu belirttikten sonra, kriz değil, Batı toplumlarının dağılması ve bozulması olan mevcut durumu ele alırsak, kendimizi dev ölçekte bir çatışkının önünde buluruz. Şöyle ki: Gereken şey uçsuz bucaksızdır, çok ötelere uzanmaktadır - ve insanlar şu anda oldukları halleriyle ve Batı toplumlarının, ama aynı zamanda öteki toplumların da sürekli olarak ürettiği halleriyle bunun son derece uzağındadırlar. Gereken, istenen nedir? Ekolojik krizi, zengin ve yoksul ülkeler arasında zenginliğin dağılımındaki aşırı eşitsizliği ve sistemin şimdiki gidişiyle devamının hemen hemen imkânsız oluşunu dikkate aldığımızda gereken şey, üretim ve tüketimin genişlemesinden başka bir kavranılışı, ifadesi olan bir insanî hayatı merkezine alan, insanlar tarafından zahmetine değer olduğu kabul edilebilen farklı bir hayatın hedeflerini koyacak, geçmişte eşi olmayan önemde bir yeni tahayyül yaratmadır. Bu, elbetteki toplumsal kurumların iş ilişkilerinin, ekonomik, politik, kültürel ilişkilerin yerinden bir örgütlenmesini gerektirecektir. Karşı karşıya olduğumuz uçsuz bucaksız güçlük böyle bir şeydir. Ekonomik değerlerin merkezî (veya biricik) olmasının sona erdirildiği, ekonominin nihai hedef olarak değil, insan hayatının basit bir aracı olarak kendi yerine yeniden oturtulduğu, dolayısıyla içinde şu sürekli genişleyen bir tüketime doğru giden çılgın koşudan vazgeçildiği bir toplumu istemek zorundayız. Bu yalnızca dünyasal çevrenin kesin tahribinden sakınmak için değil, dahası ve özellikle de çağdaş insanın ruhsal ve moral sefaletinden çıkmak için zorunludur. Dolayısıyla, bundan böyle insanlar (şimdi zengin ülkelerden söz ediyorum) düşük, ama kanaatkâr bir hayat düzeyini kabul etmeli ve hayatlarının merkezî hedefini tüketimlerinin her yıl % 2-3 artması olarak koyan düşünceden vazgeçmelidirler. Bunu kabul etmeleri için hayatlarına anlam veren başka bir şey gerekecektir - ama elbette insanların büyük çoğunluğu bunu kabul etmez ve gerçekleşmesi için gerekeni yapmazsa, bu hiçbir şeye yaramaz. Bu şey, eğlenceliklerin gelişmesi yerine, insanî varlığın gelişmesidir. Bu, insanî kapasitelerin açılıp yayılmasının alanı olmak için bir angarya olmasının durdurulması gerekecek çalışmanın, işin başka bir örgütlenmesini; herkesin kararların alınmasına katılımını içeren gerçek bir demokrasiyi, Aristo’nun hayranlık verici biçimde anlattığı üzre, yönetmeye de, yönetilmeye de yetenekli yurttaşları eğitmek için poideia’nın başka bir organizasyonunu ve benzerlerini gerektirecektir. Elbette ki, bütün bunlar, uçsuz bucaksız sorular koyar ortaya: Örneğin, gerçek bir demokrasi, bir doğrudan demokrasi, klasik Atina’da olduğu gibi 30.000 yurttaş ölçeğinde değil, Fransa’daki gibi 40 milyon, hattâ yeryüzünün milyarlarca yurttaşı ölçeğinde nasıl işleyebilecektir? Soru son derece zordur, ama bana göre üç boyutlu televizyona ne zaman sahip olacağımızı bilmekle uğraşmak yerine -insanların çoğunluğunun kullanması koşuluyla- çözülemez değildir.
Önümüzdeki görevler böylesinedir - ve Batı insanlığının bunlarla uğraşmaktan çok uzak oluşu çağımızın trajedisidir. İnsanlık daha ne kadar zaman bu boşluklara ve meta dediğimiz yanılsamalara kafasını takmış halde kalacak? Herhangi bir -mesela çevresel- bir felaket, ya da daha muhtemelen otoriter veya totaliter rejimler mi şiddetli bir ani uyanışa yol açacak? Kimse bu tür sorulara cevap veremez. Söyleyebileceğimiz şey, sorunların korkunç derecede ağır niteliğinin bilincinde olanların anlatmayı denemek, bu uçuruma doğru gidişi eleştirmek ve yurttaşlarının bilincini uyandırmak zorunda olduklarıdır.
Yakınlarda, F. Goussen Le Monde’daki bir makalesinde niteliksel bir değişimi ifşa ediyordu: “Entellektüellerin sessizliği”nden on yıl sonra, Doğu’daki totalitarizmin çöküşü Batı demokratik modelinin değer kazanışı gibi iş gördü ve Fukuyama’ya, Tocqueville’e ve “zayıf düşünce” etrafındaki uzlaşıma başvuran entellektüeller bu modeli savunmak için söz aldılar. Şüphesiz sizin tavsiye ettiğiniz “değişim” bu değil...
• İlkin belirtelim ki, 1982-1983’teki “entellektüellerin sessizliği” üzerine bağırıp çağırmalar bir küçük siyasal operasyondan başka bir şey değildi. O gürültü koparanlar entellektüellerin sosyalist partinin yardımına koşmasını istiyorlardı, entellektüellerin pek azı bunu yapmaya hazırdı (her ne kadar içlerinden epeyi bundan mevki sahibi olmak için yararlandı ise de). Tıpkı aynı anda kimse -şu son bahsettiğimiz veya başka nedenlerden- sosyalist partiyi eleştirmek istemiyordu. Nazeninler suskun kaldı. Ancak bütün bunlar Parisli küçük bir dünyayı ilgilendirir ve bunun konuştuğumuzla hiçbir ilgisi yoktur, ondan çok uzaktadır. Ve bu anlamda entellektüellerin “uyanışı” da asla söz konusu değildir.
Aynısını, “Tocquevilleizm çevresi” dediğimiz şey için de düşünüyorum, onun ömrü de kısa sürdü. Tartışılmazdır ki, Tocqueville çok önemli bir düşünürdür, 1830’larda çok gençken ABD’yi, çok önemli şeyleri gördü, ama başka çok önemli şeyleri de görmedi. Örneğin, ne o sırada tamamen yerleşiklik kazanmış olan toplumsal ve siyasal farklılaşmanın zorunlu ağırlığını, ne de eşitlik tahayyülünün toplumsal hayatın bazı yönleri ile sınırlı kalmış olup gerçek iktidar ilişkilerine hemen hiç değmemiş kaldığını tespit etmemişti. Elbette ki Tocquevillecilere veya öyle geçinenlere şimdi suçlayıcı bir ifadeyle sormak gerekir ki, söyleyin o halde, Tocquevilleci olarak, hiçbir yerde yumuşamayan şiddetli toplumsal ve siyasal farklılaşmalar hakkında, yaratılan yeni farklılaşmalar hakkında, sözde “demokrasiler”in güçlü oligarşik niteliği hakkında, “koşulların eşitlenmesine doğru giden pazar”ın ekonomik olduğu kadar antropolojik de olduğu öngörülen aşındırımı (érosion) hakkında, Batı siyasal tahayyülünün, dünyanın Batılı olmayan bölgelerine nüfuz etmedeki gözle görülür kapasitesizliği ve genelleşen siyasal duyarsızlık hakkında ne diyorsunuz? Şüphesiz, şu son konuda denilecektir ki; Tocqueville bir “vasi devlet”in zuhurunu zaten fark etmişti; ama eğer bu devlet, gerçekten “vasi” ise (ki bu tüm “demokrasi” fikrini iptal edicidir) onun da inandığı üzre, hiçbir biçimde “iyiliksever” değildir. Bu, bütünüyle bürokratikleşmiş, özel çıkarlara tahsis edilmiş, hücrelerine kadar yolsuzluk sirayet etmiş, hattâ çağdaş toplumu parçalara ayıran her türden lobiler arasında kaygan bir denge sağlamaya çalıştığı için yönetmeye de muktedir olmayan bir devlettir. Ve “koşulların artan eşitliği” sadece miras alınan statülerin dışsal işaretlerinin kaybolması anlamına geldi ve herkesin eşitlenmesi, genel eşitleyici, yani para -sahip olunması şartıyla- tarafından gerçekleştirildi. Crillon veya Ritz Oteli’nde bir suit kiralamak isterseniz kimse size kim olduğunuzu, dedenizin ne yaptığını sormayacaktır. İyi giyimli olmak ve bankada dolgun bir hesap yeterlidir.
Batı türü “demokrasi”nin zaferi birkaç ay sürdü. Doğu Avrupa’da ve eski “SSCB”de, Somali, Rwando-Burundi, Afganistan, Haiti, Sahra ötesi Afrika; İran, Irak, Mısır, Cezayir, ... de durum budur. Bütün o demokrasi tartışmaları ürkütücü biçimde bölgesel bir yerde oluyor. Fransa’da moda olan bu konuları sanki dünyanın meselelerini sona erdiriyormuş gibi tartışıyoruz. Ama Fransa halkı, yeryüzü nüfusunun % 1’ini temsil etmektedir. Alay konusu olmanın da ötesindeyiz. Dünya nüfusunun ezici çoğunluğu “koşulların eşitliği”nde değil, sefalet ve zulümde yaşıyor. Liberaller kadar Marksistlerin de sandığının aksine, bu çoğunluk, Batı modeli liberal kapitalist modeli kabul etmeye hazırlanma yolunda değil hiçbir biçimde Batı modelinde aradıkları -ne habeas corpus, ne güçlerin ayrılığı- sadece silah ve tüketim nesneleridir. Müslüman ülkeler -bir milyar nüfus- için, Hindistan -aşağı yukarı bir milyar da bu-, Afrika, Çin -bir milyar nüfus daha-, Güneydoğu Asya ülkelerinin çoğu ve Latin Amerika için bu durum gayet açıktır. Son derece ağır dünya durumu “tarihin sonu” fikrini olduğu kadar Batı türü “demokratik model”in dünya ölçeğinde zaferi tezini de gülünçleştiriyor. Ve üstelik, bu “model”in, bizzat doğduğu ülkelerde de kendi özü boşalmakta.
Batı liberal modeline ilişkin sert eleştirileriniz, sizin dünya ölçeğindeki siyasal projenizin güçlüklerini görmemize engel değil. İlk etapta, size göre demokrasi bir özerklik ve kendi kendine kurumlaşma projesi yaratma tahayyülüdür, ki siz bunun zaferini görmek istiyorsunuz. İkinci etapta bu özerklik ve kendi kendini kurumlaştırma kavramı içinde liberal kapitalizmi eleştirebiliyorsunuz. İki sorum var: ilkin sizin için bu hem bir tasarım hem de bir eleştiri olarak Marksizmi gömmenin bir tarzı mıdır? İkinci olarak, kapitalizmin, toplumu atomize ederek, müşteriyi bireyselleştirerek, kendi çıkarına tüketmeleri fikrini içselleştirecek uysal ve elverişli yurttaşlar üreterek apaçık biçimde yapısal olarak bu “otonomi”ye gereksindiği ölçüde, burada bir tür belirsizlik yok mudur?
• Bir yanlış anlamaya dayanan ikinci sorudan başlayayım. Bireylerin otomizasyonu otonomi değildir. Bir kişi, bir frigo veya bir otomobil aldığında, öteki 40 milyon bireyin yaptığını yapar; bunda ne bireylik ne de otonomi vardır; bu, apaçık biçimde çağdaş reklamcılığın kandırmacalarından biridir. “X temizleme tozunu alın, kişilik sahibi olun.” İşte böylece milyonlarca kişi aynı temizlik tozunu alıp “kişilik sahibi” olur. Ya da aynı saat aynı dakikada 20 milyon evde televizyonların aynı düğmesi, aynı eşeklikleri görmek için çevrilir. Ve bireyleşmeden, narsisizmden vs. bahseden Lipovetsky ve diğerlerinin yaptığı affedilmez karışıklık buradadır... Sanki kendileri bu reklam hilelerini yutmuşlar gibi. Bu örneğin apaçık biçimde gösterdiği gibi kapitalizmin otonomiye değil, konformizme (uyuşumculuk) ihtiyacı vardır. Genelleşmiş bir konformizm -sadece tüketim bahsinde değil, politika, fikirler, kültür vs. de- çağında yaşıyor olmamızdır onun günümüzdeki zaferi.
İkinci sorunuz daha karmaşık. Ancak öncelikle “psikolojik” bir aydınlatma. Gayet açık biçimde, Marksisttim; ama ne kapitalist rejimin eleştirisi ne de özgürleşme projesi Marx’ın icadı değildir. Ve inanıyorum ki izlediğim yol, benim birinci kaygımın Marx’ı “kurtarmak” olmadığını gösterir. Çok erken tarihlerde, bu özerklik projesine sadık kalmadığını keşfettiğim için Marx’ı eleştirdim.
Sorunun temeline gelince; şeyleri daha yukarılardan ele almak gerekir. İnsani tarih yaratımdır; bu toplumun kuruluşunun bir kendi kendini kurma olduğu demektir; ama şöyle olduğu bilinmeyen ve şöyle olduğunun bilinmesini istemeyen bir kendi kendini kurmadır bu. Yani tarihin yaratı oluşu, şöylesi bir toplum biçiminin veya mantıki mütalaalardan hareketle ne açıklanabileceği ne de çıkarsanabileceği anlamına gelir. Yahudiliğin doğuşunu açıklayan ne Ortadoğu manzarası veya çöl doğasıdır, ne de öte yandan -şimdilerde yeniden söylenmesi moda olan- tek tanrıcılığın çok tanrıcılıktan “felsefi” üstünlüğüdür. Yahudi tek tanrıcılığı Yahudi halkın bir yaratısıdır. Ve ne Yunanistan coğrafyası ne de çağın üretici güçlerinin durumu demokratik Yunan polis’ini açıklamaz. Çünkü, çoğu Akdeniz dünyasında yığınla şehir vardır ve kölelik -Finike’de, Roma’da, Kartaca’da- her yerdedir. Demokrasi, -kölelik ve kadınların konumu vs. nedeniyle şüphesiz sınırlı kalan- bir Yunan yaratımıdır. Ancak bu yaratımın önemi, o çağ dünyasının öteki mensupları için de, bir birlikteliğin açıkça kendi kendini kurumlaştırıp ve yönetebileceğinin zihninde gönüllü oluşu, hayal edilebilirliğidir.
Tarih yaratımdır ve toplumun her biçimi özgül bir yaratımdır. Bu yaratım, birlikteliğin anonim tahayyül gücünün eseri olduğu için toplumun tahayyülde kuruluşundan söz ediyorum. Yahudiler, hayal ettiler ve tıpkı bir şairin şiir, müzisyenin müzik yarattığı gibi kendi Tanrılarını yarattılar. Toplumsal yaratım elbette ki sonsuz derecede daha gür ve uzun bir şeydir; çünkü her defasında bir dünyanın, o toplumun kendi dünyasının yaratımıdır; Yahudilerin dünyasında, bu dünyayı, bu insanları yaratan, onlara yasalar veren tamamen özgül bir Tanrı vardır. Aynı şey bütün toplumlar için de gerçektir. Yaratım fikri değer fikriyle tamamen özdeş değildir... Auschwitz ve Gulag Parthenon ve Notre Dame de Paris ile aynı başlık altındaki yaratımlardır. Korkunç, ama mutlak olarak olağanüstü yaratımlardır. Toplama kampları sistemi olağanüstü bir yaratımdır -bu onu desteklemek demek değildir.- “Bizim firmamız ötekilerden daha yaratıcıdır” diyenler reklamcılardır. O firma aptallıklar veya korkunçluklar yaratmak için var olabilir.
İnsanî tarihin yaratımları arasında biri benzersizdir. Toplumun bizzat kendisini soruşturmaya izin veren yaratımdır bu. Özerklik fikrinin, kendi üzerine düşünme ve özeleştiriyi yinelemenin ve hiçbir sınırı kabul etmeyen ve tanımayan bir sorgulamanın yaratımıdır. Dolayısıyla demokrasi ve felsefenin aynı anda yaratımı. Çünkü, nasıl felsefe kendi düşüncesi dışında sınır tanımazsa, demokrasi de kurumlaşmış gücü dışında sınırlar tanımaz. Onun biricik sınırı kendi kendini sınırlamasının sonuçlarıdır. Bilinmektedir ki, bu yaratımın ilk biçimi Antik Yunan’da ortaya çıktı; biliniyor ve bilmek gerekiyor ki bu yaratım diğer nitelikleriyle daha 11. yüzyılda, kendi kendini yönetmeyi talep eden ilk şehir birlikleriyle, ardından Rönesans, reform, Aydınlanma, 18. ve 19. yüzyıl devrimleri, işçi hareketi ve daha yakınlardaki özgürleşmeci hareketler ile Batı Avrupa’da yeniden ele alındı. Bütün bunların içinde Marx ve Marksizm, kimilerine göre çok önemli, diğerlerine göre ise olumsuz bir kerteyi temsil eder yalnızca. Ve bu sürekli hareket sayesinde çağdaş topluma bazı kısmî özgürlükler yerleştirildi. İnsan hakları, yasaların geriye işlemezliği ve bir noktaya kadar güçlerin ayrılığı gibi bazı kurumlarda kristalleşen, esas olarak kısmî ve savunmacı özgürlüklerdir bunlar. Kapitalizm tarafından bahşedilmediler, seküler mücadelelerle koparılıp alındı ve kabul ettirildiler Demokratik olmayan liberal oligarşik, mevcut, siyasal rejimi (çünkü iktidara sahip olan ve uygulayan halk değildir) yapan da bu özgürlüklerdir. Egemen zümrelerin iktidarı ile hemen hemen kesintisiz bir toplumsal-siyasal tartışma arasındaki bir birarada yaşama üzerine dayanan piç bir rejimdir bu. Ancak görülebildiği kadar paradoksal olan şudur ki; bu rejimin istikrarını tehlikeye sokan da söz konusu tartışmanın yok oluşudur. Çünkü işçiler, kapitalizmin kendini geliştirecek biçimde olmasını becerebildiği bir tartışmaya bırakıyorlar sadece kendilerini. Bir pasif yurttaşlar, mütevekkil ücretlilerin vb. oluşturduğu bir halk ile rejimin devam edebilmesi kesin olmaktan çok uzaktır.
Fakat, katılımcı bir demokrasi günümüzde nasıl işleyebilir? Etkili bir eleştiri ve tartışmanın toplumsal ağı nasıl olacaktır? Bazen, siyasal partilerin hızlanan bozulmasını bekleyen bir sabır ve bekleyiş stratejisini düşündürüyorsunuz. Bizi genelleşmiş duyarsızlıktan çıkarması için durumun ağırlaşmasını isteyen daha kötü bir strateji de olabilir. Ancak öngörülemez olanın ötesine gidecek acil bir strateji de vardır. “Başka bir şeyi kavramak, başka bir şey yaratmak” dediğiniz şey, nasıl ve kim tarafından gelecek?
• Siz kendiniz söylediniz ki, bu sorulara cevap üretmeyi yalnızca ben yapamam. Eğer bir cevap varsa, bunu verecek olan halkın büyük çoğunluğudur. Kendi açımdan, görevlerin ve güçlüğün büyüklüğünü, çağdaş toplumlarda yoksunluğun ve duyarsızlaşmanın yaygınlığını, zengin ve kendini yoksul ülkelerin önlerine konan sorunların kâbus verici karmaşıklığını... tespit ediyorum. Ama, öte yandan, Batı toplumlarının öldüğünü, tarihin kayıp ve kazanımlarıyla aşılmış olduğunu söyleyemeyiz. Yeni bir dinin tüm hareketi dondurduğu, her şeyin imparator, papa veya hükümdarın elinde olduğu Roma’da veya 4. yüzyıl İstanbul’unda yaşamıyoruz henüz. Direniş işaretleri var, insanlar şurada burada mücadele ediyor, Fransa’da on yıldan beri (emekçi) koordinasyonları var ve yayımlanan önemli kitaplar hâlâ var. Örneğin Le Monde’a gönderilen okur mektuplarında, tamamen sağlıklı ve eleştirel bakış açılarını ifade eden mektupları sık sık görüyoruz.
Bütün bunların durumu tersine çevirmeye yetip yetmeyeceğini gerçekten bilemiyorum. Şurası kesindir ki, bu soruların ağırlığının bilinci, kendinde güç olan her şeyin -sözün, yazının, uğraşılan yerdeki tavır ve tutumun- insanları çağımızın uyuşukluğundan uyandırması ve özgürlük duygusuyla harekete geçmeye başlaması için elden gelen her şey yapılmak zorundadır.
La Republique Internationale des Lettres, Haziran 1994
(*) Sonunda varacağı yer ne olursa olsun, şu anda (1995 Kasım-Aralık) cereyan etmekte olan grevler, zımni anlamları ile Fransa’da bu niteliği aşıyorlar.