Mart’ın ilk haftasında “dinci” ve sol-sosyalist öğrenciler İÜ’de biraraya gelerek kitlesel bir eylem gerçekleştirdiler. Bu biraraya geliş ilk kez olması nedeniyle zaten başlı başına “bir olay”dı. Ve üstelik, asıl olarak “laiklik” adına yürürlüğe konulan bir uygulamaya karşı tepki ve direnişi içermekteydi.
Dolayısıyla bu olayın, hemen her kesimde hiç de küçük denilemeyecek bir “şok” yaratması kaçınılmazdı. Çünkü bu ülkede cumhuriyetten beri herkes, sol-sosyalist kesimi “laiklik” adına devletçe alınan hemen her önlemin, konulan her yasağın “yanında” görmeye alışmış; başka konularda farklı olsalar bile, en azından “dinî hareket”e karşı olma noktasında Atatürkçüler ile sosyalistler arasında “doğal bir ittifak” olduğunu, sosyalistlerin, Atatürkçülerin “laiklik” politikasını dinî hareketi geriletmek amacı taşıdığında özellikle desteklediklerini görmüştü.
İÜ’deki olay ise bu “çizgi”nin açıkça dışındaydı. Gerçi, epeyce bir süreden beri, sol-sosyalist hareketlerin hemen tamamı -İP’yi kategoriye dahil saymıyoruz- Atatürkçülük’ün ordu tarafından yönlendirilen “laiklik” anlayış ve uygulamalarına “mesafeli” durmaya, görece bağımsız bir tavır geliştirmeye çalışmaktaydılar, ama bu yönelişin “dincilerle ortak eylem” noktasına gelebileceği asla beklenmiyordu. Sol-sosyalist kesimin resmî laiklik politikasına kısmî eleştiriler yöneltmekle birlikte, “son analizde” ve bir saflaşma halinde yine de “Atatürkçü-laik” kamp içinde yer alacakları “veri” sayılıyordu. Türkiye siyasal hayatına ve düzenine neredeyse bir asırdır egemen kılınmış “gerici-ilerici” ayrımının sol-sosyalist akım(lar) tarafından esasta benimsendiği ve buna göre Atatürkçülüğü -“her şeye rağmen”- “ilerici”, dinî, İslâmî kimlikte ortaya çıkan her hareketi ise, başka bir ölçüte gerek duyulmaksızın, salt bu nedenle “gerici” saymayı gerektiren şemanın, kalıbın sosyalist zihinlerde de geçerliliğini koruduğu varsayılıyordu.
Her ne kadar ne “dincilerle ortak eylem”e katılan solcu öğrenciler ne de onları destekleyen ÖDP ve EMEP gibi partiler, söz konusu şemayı geçerli saymadıklarını, o şema içinde davranma, tavır alma çizgisini terk ettiklerini açıkça ilân etmediyseler de, eylemin kendisinin “şema dışı” olduğu apaçıktı. Sol öğrenciler ve onları destekleyen partiler, dinî hareketle ortak eyleme yönelmek gibi köklü bir tutum değişikliğinin, yeni bir çizgiye geçişin söz konusu olmadığını, hattâ dinî hareketin niteliğine ilişkin tespitlerinde herhangi bir değişikliğin de olmadığını belirtmek zorunda hissettiler kendilerini. Çünkü bu umulmadık olay karşısında şaşıran ve derhal tüm argümanlarıyla öfkeli bir itham ve eleştiri saldırısı başlatan Atatürkçü tüm çevreler ve onların “sol” etiketli eklentilerinin “ihanet” ve “aymazlık” yüklü suçlamalarını tersine çevirecek, sahiplerine iade edecek tutarlı bir perspektiften yoksundular. Bu saldırı karşısında gerileyip çözülenler “dincilerle ortak eylem”i neredeyse arızi bir eylem, Rektörlük’ün derece derece herkese dokunan yasakçı bir baskı uygulamasına karşı kendiliğinden oluşuveren bir “var olan özgürlüğü” koruyabilme ortak tepkisinin ifadesi olarak açıklama çizgisine çekildiler.
Bunun ve İÜ Rektörlüğü’nün uygulamayı kaldırma kararı vermesinin de etkisiyle “ortak eylem” tavsadı ve şimdilik sona erdi. Ancak hemen ertesinde yapılan bir YÖK toplantısında benzer bir uygulamanın yakında tüm üniversite ve yüksek okullarda başlatılacağına dair bir karar da alındı. Anlaşılan bu kez solcu ve “çağdaş” öğrencilere fazla -belki de hiç- dokunmayacak bir “laik kılık kıyafet” talimatı yürürlüğe konularak doğrudan ve tamamen “dinci öğrenciler” hizaya getirilmeye çalışılacak.
Bu durumda sol-sosyalist öğrencilerin ve partilerin tutumu nasıl olacak ve ne olmalıdır? Bu her ne kadar, buraya kadar anlatılan haliyle özel ve pratik bir soru gibi duruyor ise de; aslında çok daha temel bir soruyla ilişkilendirilmelidir. Sol-sosyalist hareketin genel olarak dinî harekete karşı yaklaşım ve tavrının da ötesinde bu soru; öncelikle solun sosyalist anlayışın bizzat siyaseti hangi esaslar dahilinde kavraması ve yürütmesi noktasından hareketle ele alınmalı ve buradan kalkılarak cevaplandırılmalıdır. Sol ve sosyalizmin kaynağında bir devrim fikri varsa; bu, bir yaklaşım, ilke, kural ve yöntemler sistemi olarak bizzat siyasetin kendisinde de bir devrim anlamına gelecek yeni bir yaklaşım, ilke ve yöntemleri mi gerektirir; yoksa sosyalist hareket de diğerleri gibi siyasetin bildik tarzını, güç, çıkar, denge hesapları üzerine kurulu yaklaşımını mı benimsemelidir? Sosyalist hareketlerin 1980’lere kadar bu ikincisini sorgusuz benimsedikleri, siyasetin nesnel, herkes için geçerli bir mantığı olduğuna inanıp güç, çıkar hesaplarına dayalı taktikler, manevralarla yürümeye çalıştığı biliniyor. Çöküşün ve çöküşü kaçınılmazlaştıran “bozulma”nın kaynağında bizzat bu yolun kendisi de yok mudur? Eğer bununla ilgisi yok deniliyorsa yine çıkar hesaplarına oturulacak, konjonktür analizleri, yapılacak ustalıklı taktik ve manevralar tespit edilip aynı çizgi bir kez daha izlenecek demektir. Ya da sosyalizmin amaçtaki devrimciliği, siyasetin yaklaşım ve araçlarına da “yedirilerek”, güç ve çıkar hesaplarının üzerine çıkan, bambaşka bir siyasetin de var ve mümkün olduğunu gösteren yeni bir yol ve tarzın inşâsına başlanır.
Bu bakımdan, belki de önümüzdeki haftalarda “dinî hareket”e karşı üniversitelerde veya başka alanlarda yeniden bir bastırma, kısıtlama operasyonu gündeme geldiğinde; sol-sosyalist hareketin ve özel olarak onun öğrenci-gençlik kesiminin “ortak eylem”e girmesi veya girmemesi değildir asıl önemli olan. Şüphesiz bu bağlamda bir eylem kararı verildiğinde hem Atatürkçülük’ün ve ordunun hem de dinî-İslâmî ideolojinin ve hareketi oluşturan çeşitli kesim ve eğilimlerin yorumlanışı önemli bir faktördür. Fakat asıl tayin edici önemde olan şey, sosyalistlerin -ister ortak ister değil- eylem tarzı, bununla yansıtılan fikir ve mesajın yeniliği, tutarlılığı, çarpıcılığı ve çağrıcılığı, bunun yeni bir soluk, yeni bir yaklaşım olarak herkesçe algılanabilme özelliğidir.
Bu özelliğin tam da şu ortamda, Atatürkçülükle dinî hareket arasındaki gerilimin yine tırmandırıldığı bir konjonktürde gösterilmesi, şüphesiz zordur ama, aynı ölçüde de “tarihî bir fırsat”tır da.
O nedenle sosyalist siyaset nasıl olmalıdır sorusuna biraz sonra yeniden gelmek üzere, önce bu teşhisin gerekçeleri üzerinde duralım.
Tarihî bir noktadayız, çünkü, öyle anlaşılıyor ki, halen Atatürkçülük’ün “dinî hareket”i bastırmak, dağıtmak için verdiği mücadele, onun bu toplumda büyük ve belirleyici siyasal güç olarak verdiği son mücadeledir. Yani Atatürkçülük halihazır mücadelesinde İslâmî-dinî hareketi dağıtma başarısını gösterse bile, bu onun bir siyasî akım ve güç olarak meşrûiyetini aldığı son gerekçeyi de ortadan kaldırması, “misyon”unun bitmesi anlamına gelecektir. Eğer çok daha büyük ihtimalle bu mücadeleden yenik çıkar yani dinî hareket şu veya bu şekilde kendi kimliğiyle toplumun meşrû bir bileşeni, unsuru konumunu korur ve güvence altına alırsa; Atatürkçülük bu kez misyonunda başarısız, terke mecbur olarak sahneden çekilmek zorunda olacaktır.
Ve zaten Atatürkçülük’ün genel misyonunun (“imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış” bir çağdaş kitle yaratmak) öteki fasılları da ya başarısızlık ya da misyon terkiyle sonuçlanmış değil mi? Nitekim, 1960 ve 1970’lerde Türkiye toplumu, pekâlâ imtiyazlı ve sınıflı bir toplum olarak belirdiğinde, Atatürkçüler ve ordu, bu toplumu kendilerince imtiyazsız ve sınıfsız hale getirmek için değil, bu sınıflı toplum gerçekliği üzerinden mağdur, ezilen sınıflar adına harekete geçen sosyalist hareketi yok etmek için uğraştılar. 1971 ve 1980’de Atatürkçü müdahalenin açıkça mülk sahibi sınıfların yanında yer alması, onun hem o korporatist sözde sınıfsız toplum projesinden (misyonundan) vazgeçişinin, hem de “çağdaşlaşma”nın kaçınılmaz olarak sınıflar ve sınıf mücadeleleri olduğu gerçeği karşısında bizzat “çağdaşlaşma”nın kendisine kuşku ve korkuyla yaklaşan muhafazakârlığa geçişinin kanıtıdır. 1982 Anayasası bu muhafazakârlaşmanın tescilidir.
Misyonun öbür ayağı “kaynaşmış kitle”, etnik-millî farklılıkların düzleştirilmesini öngörüyordu. Uzun söze gerek yoktur ki; yetmiş yıllık Atatürkçü “tek, kaynaşmış millet” politikası sonucunda bırakınız kaynaşmış bir millet olmayı, etnik-millî farklılık ve gerilimlerin 1920’lerdekinden kat be kat arttığı ve keskinleştiği bir toplum tablosu var önümüzde.
“Misyon”un son ayağına, daha doğrusu Atatürkçülük ve ordunun siyasal düzen içinde ve üzerindeki ağırlıklı, vasi rol ve statüsünü gerekçelendirdiği parçaya, “laiklik” konusuna gelince... Yaşam tarzının, kültür ve zihniyetin iktisadî-sosyal dinamiklerin, ilişki kanallarının artması ve hızlanması ile “doğal olarak” değişmesi yerine o konularda önceden saptanmış kalıpların sürece zorla enjekte edilmesini öngören bu politika da bugün sürdürülebilirliğinin sınırına gelip dayanmıştır. Asıl içeriği yukarıda özetlendiği gibi olmakla birlikte, dinin devletten ayrılması diye lanse edilen, böylece meşrû gösterilmeye çalışılan bu politikanın gerçekte dini devlet denetimine almak, onu devlet ve düzen -yani egemenlerin çıkarı- için kullanmak olduğunu, cumhuriyetin ve özellikle yakın dönemin tarihi yeterince kanıtlamaktadır. Laiklik politikası bu ikili yönüyle, yani bir yandan dini, düzen ve devlet denetiminde kullanmayı sağlayacak zorlayıcı güç olarak ordunun siyasal ağırlığını sürdürmesini gerekçelendirmesi, öte yandan da dinin egemen sınıfların çıkarına, düzenin devamına dönük bir yorumunun empoze edilmesi, 1980’lere, 1990’lara kadar ordunun, egemen sınıflar ve merkez partilerinin işine gelmekteydi. Şüphesiz söz konusu politikanın uygulanmasında o ikili yönün uyumlu götürülmesi her zaman mümkün olamıyordu -ve o yüzden laiklik ordu ve merkez (sağ) partiler arasında daima irili ufaklı sürtüşmelerin konusuydu- Daha da önemlisi, laiklik politikasının ordu ve sivil güçler arasında bir iktidar bölüşümü üzerine oturmuş olmasıdır. Merkez-sağ partiler dinî kendi partileri kanalıyla devlet ve düzenin hizmetine koşabilecek bir işleyiş kurabildikleri zaman, o iktidar bölüşümündeki “sivil pay”ın arttırılması sorununun da gündeme gelmesi asla tesadüf değildir. Dolayısıyla, elli yıldır ordu ile merkez-sağ partiler arasında süregelen laiklik konulu sürtüşmeler, aslında iki ayrı “laiklik” tarzının, yani iki ayrı iktidar bölüşümü tipinin kavgasıdır. Dinin asıl olarak devlet aygıtı ile onun bir organı olarak denetime alınması ve düzen, egemen çıkarlar için kullanılması şeklindeki bir “laiklik” tarzı, ordunun siyasal konum ve ağırlığını gerektirir -ve İslâmiyet gibi toplumsal hayatın her alanına uzanan bir din sırf ibadet ve özel hayata indirgenemeyeceği için- bu “sıkıştırma”dan dolayı doğan gerilim ve dışta kalan “potansiyel”in büyüklüğü oranında da ordunun siyasal ağırlığına “ihtiyaç” duyulacaktır. Oysa, dinin merkez-sağ parti ve örgütler kanalıyla denetim altına alınması, düzen -egemen çıkarlar- için kullanılması, becerilebildiği oranda ordunun “rolü”nü gereksizleştirir. Merkez-sağ partiler, yukarıda sözü edilen gerilimi dinin toplumsal hayatta serbestçe işlev görmesiyle gidermeyi öngörürlerken, onun yıkıcı ve durdurucu potansiyelinin, iktisadî ve sosyal dinamiklerin hızı ve çarkları içinde törpüleneceğini, dinin böylece “modernleşeceğini” de varsayarlar. MNP’den MSP’ye, oradan RP’ye uzanan çizgi bu hesabın büyük ölçüde tuttuğunu, tutabildiğini göstermiştir.
Gerçi son vardığı noktada RP, modernleşmeden geçmiş, ama modernleşme ve kapitalizme geleneksel İslâm’dan çok daha “bilinçli” karşı çıkma eğiliminde olan kesimlerin de azımsanmayacak ölçüde katıldığı bir “dinî hareket”in ortasında ülkenin en büyük partisi haline gelmiştir ama onu sonuna kadar denetimi altında tutan kadro yine de muhafazakâr-sağ -dolayısıyla düzenle, yerleşik güç odaklarıyla uzlaşmaya hazır- kadrolardı. Nitekim ülke iktisadına egemen güçlerin de RP’yi bu yönüyle pekâlâ işbirliği yapılabilir bir unsur olarak gördüklerini de gözlemledik.
Fakat RP, bu haliyle, hem ordunun -siyasal ağırlığını sürdürme kaygısından beslenen- “laiklik” anlayışı için bir “sorun”du hem de merkez-sağ partiler dini kendi bünyeleri içinde kullanabilmeye dayalı bir “laiklik” peşindelerken, RP gibi “bağımsız” bir oluşumu kasdetmemişlerdi. O nedenle ordu 1997 yılıyla birlikte RP’ye karşı “laiklik” adına bir saldırı başlattığında, hem orada vadede kendi siyasal ağırlığını güvenceye almaya çalışıyor; hem de düzenin merkez-sağı konumuna geçmeye hazırlanan RP’nin geleneksel merkez-sağ partileri de “rahatsız” ettiğini hesaba katıyordu. İktisada egemen güçlerin yaktığı yeşil ışıktan da cesaret bulan DYP, zaten bir erime sürecine de girmiş olduğundan RP ile ortaklığa -bir bakıma- mecburdu ve mecburen de RP’ye karşı hücumu onunla birlikte savuşturmaya çalıştı. Öteki merkez-sağ parti, ANAP ise bu hücumu yarı açık desteğini verirken ordu ile kendisinin siyasal konum, ağırlık hesaplarının bu safhada uyuştuğunun bilincindeydi.
Ancak, RP’nin bir merkez-sağ partinin orta vadeli düzen -ve bu düzen için dini kullanabilme- anlayışının izin verebildiği ölçüde hırpalanmasından ve bununla -mümkün ölçüde olmasa bile- güçten düşürülmesinden sonra o ezeli “iktidar paylaşımı” sorununun gündeme gelmesi kaçınılmazdı.
ANAP hem bu çatışmaya girmek ve başlatmak zorundaydı -çünkü “vesayet altında” imajının bir merkez-sağ parti için ne ölçüde handikap olduğunu bilecek kadar egemen ve orta sınıf mantığının içindedir- hem de koşulların -bir açıdan- son derece elverişli olduğunu görebilmekteydi. (Üstelik bu çatışmaya girmek, onun merkez-sağdaki tek rakibi DYP’nin elinde “mecburen” kalmış son silahı, “sivil iktidar”ın belirleyiciliği iddiasını da ele geçirmek demekti.)
Koşullar elverişliydi; çünkü ilkin RP’nin kapatılması, İHL’nin sınırlandırılması ve kimi “dinci” kadroların tasfiyesi vb. gibi önlemlere hem genel dinî hareket, hem de RP örgütü hiç de ordunun umduğu ve belki de “istediği” şiddette bir tepki göstermemiş, böylece yasal bir çerçevede durmak ve kalmak istediğini büyük ölçüde kanıtlamıştı. Bunun ülke kamuoyu, özellikle de egemen sınıflar ve orta tabakalar tarafından “dinî hareket”in ehli ve ehil olduğu biçiminde değerlendirildiği de görülmüştür. Bu durumda ordunun laiklik adına daha sert ve ileri yaptırımlar talebi, ezici çoğunluk tarafından “haklı” bulunmayacaktır. Ayrıca hemen tüm siyasal partiler yelpazesi de “daha fazla ileri gidilmesinden” yana olmadıklarını kendi üslûpları içinde ifade etmektedirler. Örneğin merkez-solun büyük partisi, iktidar ortağı DSP, ordunun Atatürkçü laiklik anlayışıyla uyuşmadığını çeşitli vesilelerle göstermiş ve nitekim şimdi ordunun yeni laiklik atağının boy hedefi olan “Fethullah Hoca cemaati” ile sıcak ilişkilere girmekte hiçbir sakınca görmemiştir. Öteki merkez-sol partinin, CHP’nin de “ılımlı İslâm”ı karşısına almamaya özen göstermesi, RP’nin kapatılması gibi girişimleri onaylamadığını baştan beri bildirmesi, ordunun merkez-sol cenahtaki desteğinin, “laiklik” söz konusu olduğunda bile öyle pek fazla olmadığının göstergeleridir.
Dolayısıyla ordu, bir yıl önce 28 Şubat’ta, o evrenin siyasal konjonktüründe ardına almış gözüktüğü desteği, şimdi Mart 1998’de başlattığı yeni atakta bulamayacaktır, bulamamaktadır. 28 Şubat ertesi dönemde, muhalefet partilerinin işe koşulması -hükümete yönelik eleştirilerin yoğunlaşması, ardarda verilen gensorular- ile “postmodern tarzda” gerçekleştirilen darbe, bu kez 27 Mart’ta simgelenen süreçte ancak, salt ordu gücüyle yapılacak “klasik” bir darbe biçiminde olabilir. Şüphesiz bu durumda bu yola başvurmak göze alınabilirse...
Daha 27 Mart’a bir hafta varken hazırlanan bu yazıda 27 Mart ve ertesinde olacaklar hakkında kesin tespit ve yargılarda bulunmamız mümkün değildi. Ama ordu üst komuta heyeti ile hükümet -partileri- arasındaki kavganın karşılıklı sert demeçlerle açıkta cereyan ettiği bir ortamda ordunun önünde ya geri adım atmak ya da her şeyi göze alıp darbe yapmaktan başka seçenek kalmamış gözüküyor. Fakat eğer ordu, kendine hâkim olma, siyasal hesap yapabilme yeteneğini büsbütün yitirmemişse; şu koşullarda ve “laiklik” gerekçesiyle bir darbeye kalkışmayacaktır.
Özellikle 1980’den beri yaşanan süreç içinde ve gelinen noktada “laiklik” adına bir darbe girişiminin hemen tüm gerekçeleri “tüketilmiş”, böylesi bir girişimin sosyal-siyasî meşrûiyeti kalmamıştır.
İşte bunu bildikleri, bundan emin oldukları için başlıca siyasal partilerin tümü, açıkça darbeye karşı olduklarını, bir girişim halinde hükümetin arkasında olacaklarını açıkça bildirebilmektedirler. Bunlardan önceki darbelerde olduğu gibi bazı partilerin zımni desteği, göz yumması şimdi bu “muhtemel darbe” için söz konusu değildir. Çünkü, tüm siyasal partiler, siyasal parti kurumunun doğası gereği, iktidarın “sivillerin belirleyiciliği”nde olmasından yanadırlar ve Türkiye’deki, iktidarın askerler lehine bölüşümü “modeli”nin verdiği “rahatsızlık”tan kurtulmaya eğilimdirler. Orduyu desteklerine almayı şüphesiz tümü de ister, ama bunu iktidarı bölüşerek değil, mümkün en az payı vererek yapmaktır amaçları. Laikliğin ordu tarafından “geleneksel” iktidar payının pekiştirilmesi ve arttırılması için bir araç, bir gerekçe olarak kullanılageldiğini bilen ve artık bu gerekçenin çok büyük ölçüde zayıfladığını gören, başta hükümet ortakları olmak üzere başlıca partiler şimdi hep birlikte o “iktidar bölüşümü” sorununu kendi lehlerinde çözebilme fırsatını yakalamış gibidirler. Partilerin bundan önce darbe söylentilerinin çıktığı hiçbir dönemde görülmedik biçimde “darbeye karşı” olduklarını açıkça bildirmeleri, mutad hükümet eleştirilerini kesip “sıkı duruma” ve hattâ “ordu içi operasyon”a teşvik etmeleri bundan dolayıdır.
Ama herhalde ordu da durumun farkındadır ve siyaseten köşeye sıkıştığını bilmektedir. Bu durumda onun da “ateşkes” isteyeceği, örneğin Cumhurbaşkanı’nın devreye girerek ortalığı yatıştırmasına ses çıkarmayacağı kestirilebilir. 27 Mart toplantısına gerilimin hayli düştüğü bir havada girilmesi ordunun çıkarınadır. Ama elbette ki, ordu bu gerilim azalmasının, bu ateşkesin “sivil güçlerin zaferi, orduyu geriletmesi” biçiminde yorumlanmamasını da isteyecektir.
Olaylar başka türlü gelişse ve bu yazı okurun eline geçtiğinde gerilimin karşılıklı tırmandırıldığı ve 27 Mart MGK toplantısının tıpkı 28 Şubat havasında cerayan ettiği bir on gün yaşamış olsak ve hâlâ darbe söylentileri içinde olsak, hattâ darbe yapılmış olsa bile; yukarıda sürecin mantığına dair söylenenlerin geçerliliği değişmeyecektir. “Laiklik” adına ne darbenin ne de hattâ “iktidar payı”nın tarihsel-sosyal geçerliliği vardır ve kalıcılığı mümkün değildir.
Bu yargı, şüphesiz bir bakıma “sivil siyasî güçlerin”, partilerin ordu ile aralarındaki -neredeyse asırlık- iktidar bölüşümü sürtüşmesinden, kavgasından zaferle çıktıkları, çıkacakları anlamına gelir. Bu zafer, 27 Mart süreci ve ertesinde henüz kazanılmış olmasa ve hattâ bu sırada bir darbe ile karşılaşılmış olsa bile; “zafer”in ilk ve en önemli adımının şu sırada atılmış, atılmakta olduğunu söyleyebiliriz.
Eğer bu yargı doğruysa; son derece ilginçtir ki, siyasal partiler bu adımı, tam da siyasal partilerin tüm dünyada ve özellikle de Türkiye’de çok ciddi bir güç, prestij ve işlev kaybı sürecine girmiş oldukları bir noktada atabilmişlerdir. Sağlam ve oturmuş addedilen “temsilî demokrasi”lerden çok daha fazla olarak Türkiye’deki siyasal partiler ve “demokrasi”, toplumsal desteği bunca çözülmüş ve üstelik hemen tümüyle yolsuzluk ve çözümsüzlük batağına saplanmışken, bu handikaplarına rağmen, ordu ile hesaplaşmayı göze alabilmiştir.
Bu cesaret, birkaç kez belirttiğimiz gibi, ordunun bu -iktidar- hesaplaşmasında geçerliliği ve meşrûiyeti artık neredeyse kalmamış bir “laiklik” kozu ile oynuyor olmasındandır. Eğer ordu, Türkiye’deki “demokratik” siyasal düzenin çürümüşlüğünden ve bunun da hızlandırdığı toplumsal sorunlardan hareketle partileri ve “demokratik” sistemi itham eden bir diskurla “darbe”den söz edilebilecek durumda olabilseydi, darbesini bu gerekçeye oturtabilseydi, en azından toplumsal bir destek bulamayacağını söyleyemezdik.
Ama tüm Türkiye toplumu da bilmektedir ve Susurluk skandalının “yan ürünleri” de doğrulamaktadır ki; ordu bu genel bozulmanın hiç de dışında değildir ve yaptıkları ile “ak kaşık” rolü oynayamayacak kadar o bozulmanın nedenleri arasındadır.
O halde şu söylenmelidir ki; halen ordu ile hükümet partileri arasında baş gösteren rahatsızlık nelere yol açarsa açsın, Türkiye, belki de aylarla ölçülebilecek bir sürecin sonunda şu malûm “laiklik” sorununu bir biçimde geride bırakmış olacak. Bunu herhalde laiklik sorununu hakiki içeriğiyle tartışıp kural ve kurallara bağladığımız bir dönem izleyecektir ve izlemelidir. Ama her halükârda laiklik konusunun sürekli bir sancı ve rejim sorunu olmaktan çıkması söz konusudur. Elbette ki, bu durumda ne İslâmî hareketin İslâmî düzen taleplerinin doğurabileceği sorunlar eksik olacak ve ne de laikliğin bu kez gerçekten de bazı dinî eğitim ve girişimlerce ihlâlinin yaratacağı gerilim ve çatışmaların sonu gelecek. Ancak, bunların çapı ne olursa olsun, sorun artık devletin laikliği veya dinîliği sorunu olarak değil, yaşam tarzlarımızın ve genelde toplumsal düzenimizin nasıl, hangi içerikte olması ve geliştirilmesi sorunu olarak tartışma ve -belki de- çatışma konusu olacaktır.
Türkiye’nin bir toplum olarak -bu dergide özellikle vurgulanan ve başkalarınca da bir biçimde dile getirilen- genel dağılma, çözülme ve bozulma koşullarında bu tartışma ve mücadelelerin “yeniden kuruluş” tasarımları arasında olması kaçınılmazdır. Siyaset bunun için yapılacaktır ve zorunludur.
RP (ya da FP) dahil mevcut tüm siyasal partiler, bu ortamda, bir genel tasarım sunuyor olsalar dahi; hem o tasarımı, temsil ettikleri ya da etmeye çalıştıkları kesimin statü ve çıkarlarını kollayacak biçimde düzenlemiş olacaklar; hem de siyasal planda davranış ve tavırlarını bildik siyasal çıkar, güç ve denge hesapları içinde belirleyip, hak, özgürlük, ilke ve değer gibi kategorileri, yeri geldiğinde -hesaba uymadığında- terk edilecek veya ihmal edilecek araçlar gibi kullanacaklardır.
Bilinen siyasetin mantığı ve gereği böyledir. Ve söz konusu partiler de zaten bu mantığın doğal ürünleri ve üreticileridir. Mevcut toplumun yerleşik güçlerine, ekonomik düzeyine değilse bile toplum hiyerarşisindeki yerini kabullenen, düzenin ana kurum ve kurallarını benimsemiş kesimlere dayanan bu partilerin başka türlü bir siyaset yapmaları beklenemez zaten.
Oysa dikkate alınmalıdır ki; toplumların kritik dönemlerinde, genel bir krizin hüküm sürdüğü evrelerde; bu tarz ve bu mantıkta bir siyaseti sürdüren bir hareket değil, tam aksine bir değerler, ilkeler yumağının can verdiği bir hedef ve yol sunabilen ve her adımında, tavrında da bunlarla tamamen tutarlı olabilen bir hareket, son derece hızla yükselebilmektedir. Bu tutarlılığı ile özel olarak toplumun belli kesimlerinin talep ve özlemlerini “temsil ediyor, onları harekete geçiriyor olsalar da; çıkar, güç, denge güdüleri, kâr-zarar hesapları ile değil, değer ve amaçların her koşulda -başkalarını daha çok ilgilendiren hallerde bile- savunan, önde tutan bir siyaset anlayışıyla davranıyor olması, ona hem her kesime nüfuz edebilmenin imkânlarını açar; hem de var olan ortamın bozulmuşluğu oranında insanların derinden duyduğu moral-manevi susuzluğu giderebilmenin çekiciliğini sağlar.
Türkiye’de sol-sosyalist hareket, sosyalizmi öncelikle bir yaşam tarzı, davranış ve tavır alışlara yön veren ilke ve değerler olarak ilkin kendi gündelik bireysel ve kollektif varoluşunda somutlamış bir kimlik oluşturduğunda; bu kimlik ve hayat tarzının asgari gereği ve temeli olacak bir yeniden kuruluş tasarımı sunup, bu sunuş eksenindeki siyasetini yukarıda özetlenen yaklaşımla yürüttüğü takdirde; hem yıllardır önünde durakladığı duvarları aşabilecek hem de kitlesel bir hareket, bir umut olma imkân ve şansını kullanabilecektir.
Bu nedenle; İÜ’de sol-sosyalist öğrencilerin “dinci” öğrencilerle birlikte yaptıkları eylemin, bu perspektifte bir siyasetin ilk adımı olmasını diliyor, bu açıdan yürekten destekliyoruz. Öğrencilerin burada, “özgürlük” gibi bir değer, “inandığı biçimde yaşama” gibi bir temel hak adına, kendilerinden ziyade Müslüman öğrencileri hedef alan bir uygulamaya, “bizi çok daha az ilgilendiriyor” demeyerek aktif biçimde karşı çıkmaları; eylem başarılı olursa bizden çok onlar kazanmış olur” gibi “siyasal çıkar” hesaplarına girmemeleri; aynen sürdürüldüğü takdirde, çok geçmeden “çıkar siyasetleri”nin asla sağlamayacağı bir güç ve prestijle donanmalarına imkân verebilecek bir tavırdır.
Bu tavır kararlılıkla sürdürülmeli, temel değer ve özgürlükleri ilgilendiren her konuda sosyalistler o konunun doğrudan mağdurlarından daha azimli ve aktif biçimde öne çıkarak tutarlılıklarını; çıkar siyaseti değil, değer ve ilke siyaseti yaptıklarını dosta-düşmana kabul ettirmelidirler.
Müslüman öğrencilerin sadece “kendi özgürlükleri” söz konusu olduğunda ve olduğu kadarıyla davrandıkları ve davranacakları; böylesi durumlarda kendileriyle eylem birliğine girecek sosyalist öğrencileri “kullanma”yı gözettikleri, kısmen ya da tamamen doğru olabilir. Hattâ şimdilerde sık sık yapıldığı gibi İran örneği verilerek sol-sosyalist kesimin “dinci”ler tarafından nasıl kullanılıp sonra da tasfiye edildikleri de hatırlatılabilir. İlke ve değer siyaseti izlemenin sosyalistleri İran’daki gibi “saf” konumuna sürükleyeceği söylenebilir.
Kestirmeden belirtelim ki; tüm bunlar ve daha da eklenecek olanlar, ilke ve değer siyasetinin terkinin değil, aksine daha sağlam, daha çok emek, dikkat, maharet ve yaratıcılıkla yürütülmesi ihtiyacının gerekçeleri, uyarıcıları olabilir ancak.
Ayrıca özellikle unutulmamalıdır ki; şu İran örneğinde, her nedense sol-sosyalist kesimlerle işbirliğini sonuna kadar savunmuş, bu uğurda o solcularla birlikte her bedeli ödemiş İslâmî eğilim ve kişilerden bahsedilmiyor. İran’da sözü edilen sol-sosyalist kesimlerin ne ölçüde tutarlı bir düşünüş ve tavır içinde olduklarını bir yana bırakarak konuşursak; bu sosyalistler ile kader birliği yapmış İslâmî eğilimlerin birlikte verdikleri mücadele yenilgiyle sonuçlanmış olsa bile, -ki İran rejimi için hiç de kolay bir zafer olmamıştır bu- buradan ne böylesi bir mücadelenin olmadığı ne de bu mücadelenin doğru ve haklı olmadığı sonucu çıkar. Sadece doğru ve haklı olmanın yetmediği, bunun gayet ve yaratıcılıkla edinilmiş maddi ve manevi güçle takviyesinin, donatımının zorunluluğu vurgulanmış olur.
Türkiye’de genel İslâmî hareket içinde, sosyalistlerin o doğru ve haklı imkânı birlikte deneyebilecekleri eğilimler, özellikle İslâmî gençlik-öğrenci kesimi içinde yok mudur?
Eğer, hiç de uzak olmayan bir gelecekle, “laiklik” meselesi gündemden düşüp, RP merkez eğiliminin denetimindeki “dinci” bir parti (FP diyelim) yeni bir muhafazakâr-sağ kimlikle düzenin meşrû bir partisi konumunu nihayet edinebilir ise; İslâmî harekete şu son yıllardaki dinamizm ve kitleselliğini sağlamış o “alt sınıfların İslâmı” düzenin parçası olan İslâm’ın boyunduruğu altında kaderine razı mı olacak?
Olmazsa onlar ne yapacak, biz (sosyalistler) ne yapacağız? Bu ihtimali şimdiden görebiliyor muyuz, görebiliyorsak nasıl davranmayı düşünüyoruz?