İstanbul Üniversitesi’nde yaşanan olayları televizyon ekranından seyreden herkesin kafası karıştı galiba. Yıllarca okul koridorlarında çatışmanın tarafları olarak görülenler nasıl olduysa aynı alanda ortak bir dertten muzdarip, bağırmaktaydılar. Televizyon karşısında kimileri “bak ne güzel, demek ki, kavga etmeden de oluyormuş” diyerek onanmışlığın hazzını yaşarken, kimileri de bu biraradalığı “zibidilik, şeriatçılara koltuk değneği olma” gibisinden eleştiriler ve biraz tedirginlik, çokça da öfkeyle karşıladı. Eleştiri sahiplerinin önemli bir kısmının sol/sosyalist cenahtan olması solcuların da siyaseti kâr-zarar hesaplarına tahvil etmiş olduğunu gösteriyor. Çünkü genelgenin özde ne dediğine bakılmayıp, bu iş daha çok İslâmî renkteki insanlara vurduğu için onların meselesi olduğu tahlilinden yola çıkılıyor. Bunca yıl özerk-demokratik üniversiteyi savunanların “takım elbiseli, tayyörlü” bir üniversite gençliği istediğini söylemek istemiyoruz; fakat sakalı olan her düşünceden gencin ve hattâ bazı streç kotlu kızların bile okula alınmamış olmasının eleştiri sahiplerini hiç rahatsız etmediği de ortada. Kafalar kâr-zarar hesapları üzerinden kuruldukça da bu böyle olacak gibi. Siyaseti bir “özgürleşme ve öz-gerçekleştirme” pratiği olarak değil de herkesin, çıkarının, ittifak ve düşmanlarının belli olduğu bir çatışmalar ortamı olarak algılamak, “Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünden, mermer gibiliğinden” dem vuranların karşısına hiç de istenebilir bir alternatif koymuyor. Böyle bir zihniyetten türeyen siyasa da demokratik özgürlüklerin genişletilmesine değil, kendi cephemizdeki kâr-zarar hesaplarına “iniyor”. Kaldı ki, medyada İslâmcı solcu birliği olarak lanse edilen hadise aslında hiç de solcu öğrencilerin yoğun katılımına mazhar olmadı. Soldaki yoğun kafa karışıklığı ilk olarak öğrencileri etkiledi ve ikinci günden sonra “Sivas katilleriyle yan yana durmak” gibi söylemler kopuşa yol açtı. Halbuki ortada solun nasıl bir üniversite istediğine dair kendisini çok sağlıklı anlatabileceği bir ortam vardı. Çünkü bunun tam tersi hayata geçiriliyordu; devlet güdümlü, tektipleştirici, baskıcı...
Bunca feverana sebep olan kılık kıyafet genelgesi, MGK’nın emri, tıp kökenli rektörümüz Alemdaroğlu’nun kavli ve Türk-Avrupa mahkemelerinin izniyle belli bir kılık kıyafet ve görünüş şekli dışında (herhalde bu görünüşün en ideal şekli tıraşlı, takım elbiseli erkekler ve tayyör giymiş “çağdaş” bayanlar olurdu) hiç kimsenin okula alınmamasını vazediyor. Alemdaroğlu’nun Demirel edasıyla hukukî mevzuatın esaslığını vurgulamasının ardında kuşkusuz meşrûluk sorunu ön plana çıkıyor. Tartışmalarda, yasal olan bir şeyin bazen meşrû ve kabul edilebilir sayılamayacağı akla getirilmiyor. Tıp Fakültesi’nde yasallık-meşrûluk gibi bir ayrımı tanıyabileceği herhangi bir ders okumamış olduğu anlaşılan Alemdaroğlu’nun bu genelgeyi bir hukukî pozitivizm örneği sunarak, bunca zaman sonra, bu kadar heves ve iştiyakle uygulamaya sokmasından tıp eğitiminin genel pozitivist havasından iyice nasiplenmiş olduğu anlaşılıyor. (Bu arada, İÜ’de Tıp Fakültesi kökenli bir rektöre sahip olmanın neredeyse bir gelenek halini aldığı aşikâr olduğu için tıp müfredatına bazı sosyal bilim derslerinin eklenmesini savunmak oldukça özgürlükçü bir tutum halini alıyor herhalde.)
Neticede konunun asıl problematiği belli: kamusal alan. Modernleşme sürecinin bizi bugün getirdiği nokta, bazı toplulukların, toplumun hukukî kuruluşu/temsili olarak karşımıza çıkan kamu gücü ile ilişkilerinde yaşanan sorunlu durumdur. Modernleşme sürecinin, modern ulus-devletler aracılığı ve denetimi altında yukarıdan aşağı yaşandığı bizim gibi ülkelerde kamusalın tarifi bir kontrol aracına dönüşmüş ve belli değer ve şekillerin dışında hiçbir şey buraya sokulmamıştır. De-hümanize bir alandır artık söz konusu olan. “Çağdaşlar”ın dışındaki insanların değerleri buraya giremez. Girmek isteyen herkes aykırı kimliğini vestiyere bırakmak zorundadır.
Bu durumun ihlâli halleri, anında geniş bir “çağdaş cephe” yaratmaya muktedirdir. Mesela bazı en sıkı sosyalist devrimcilerimizin söylemlerinde ansızın “ilericilik, aydınlık Türkiye” lafları ağır basmaya başlar. Böyle durumlarda verilen bazı mutad örnekler vardır; “...bunlar üniversitede okuyup hâkim olduktan sonra ne olacak peki” gibi. Türbanlı bir kadın hâkimin taraflı karar alacağı veya en azından “çağdaş” bir kadın için psikolojik baskı uygulayacağı varsayılır. Bu demagojide aynı görüşü paylaşan bir erkeğin veya başı açık bir ülkücü kadın hâkimin taraflı karar alıp almayacağının gözardı edilmesinin de ötesinde asıl üzücü olan türbanın bir psikolojik baskı unsuru oluşturabildiği bir kompleks ortamının hasıl olmasıdır. Bu kompleksin kaynağının da büyük bir korku olduğunu söylemek herhalde çok zor olmasa gerek.
Türbanın siyasal İslâm’ın simgesi olduğunu söyleyerek türban ile gericiliği, çağdaşlık karşıtlığını eş tutanların, düşünmedikleri ise siyasetin simgeler dolayımıyla kurulduğu ve her sözcüğün, mimiğin, giysinin, jestin, bıyık şeklinin siyasî çağrışımlarla yüklü olduğudur. Parka nasıl devrimcilerin simgesiyse türban da İslâmcıların simgesi olabilir ve bunda da gocunacak bir şey yoktur. Kaldı ki, kırsalda örtünen bir kadınla kentte türban ile örtünen bir kadın arasındaki farkın kaçırıldığı ortada. Şunu çok net söylemek gerekir ki, türban çağdaşlık karşıtı, “ortaçağa özgü” bir giysi değil, aksine Türkiye’nin özgül modernleşme sürecinde ortaya çıkmış ve modern ihtiyaçlar gözönünde tutularak tasarlanmış bir kıyafettir. Bu tarz giysilerin, aynen diğer türler gibi modası ve defileleri olduğunu ve bir tüketim döngüsü için üretildiğini kaçırmak sanırız sosyolojiye gereken önemi vermemek olur. Böylesi karmaşık süreçlerin politik hayatı belirlediği bir ülkede bu tip “ince” ayrımları atlamak lüksüne sahip değiliz kuşkusuz.
Türkiye’de üniversiteye bir devlet dairesi olarak bakılır ve dolayısıyla devletin, “devletin ülkesi ve milleti”ne şekil şemal vermesi gibi üniversiteyi de kafasına estiği gibi tanzim etmesi doğal addedilir. Devletin neyin giyilip neyin giyilemeyeceğini “Devrim Kanunları” ve “kılık kıyafet genelgeleri” ile belirlediği bir ülkede “başka” bir siyaseti kurgulamanın yolu, iktidara gelip topluma yukarıdan biçim verme şeklinde algılanan siyaset eyleme tarzından uzaklaşmaktan geçiyor. Dolayısıyla devletin toplum üzerinde kurduğu her türden tahakkümün meşrûiyetinin sorgulanması gerekiyor. Yani, demokratik hakları benimsemek, ama iş türban konusuna gelince “susmayı” doğru politik tavır olarak görmek ve bu tavrı “türban benim sorunum değil” ya da “bakalım o benim özgürlüğümü savunacak mı?” gibi bahanelerle meşrûlaştırmaya çalışmak özünde siyasî mağlubiyetin ifadesi oluyor. Özgürlükçü, yani demokratik haklarla, laiklik arasında bir öncelik sonralık ilişkisi kurmayan bir laiklik, kendi cephemizdeki kâr-zarar hesapları için oluşturulmuş bir söylem olamaz. “Özgürlükçü laiklik” kurucu bir politika olarak anlaşılmadıkça hiçbir anlam ifade etmez. Ve her kurucu politika sadece bir lafzı değil, aynen Kemalist kuruculuğun bugün yaptığı gibi -örneğin insanların giyim kuşamları hakkında- belli bir tavır almayı da içerir. Bu açıdan genelgeye “kafadan destek verenlerin” daha gerçek bir politik tutuma sahip oldukları söylenebilir. Dolayısıyla burada, susmak gibi “özgül” bir politik duruş söz konusu olamaz.