(...) Marx iyi bir yazardır ve tüm iyi yazarlar konusunda olduğu gibi, onu, içinde bir dogma, hazır bir doğru/hakikat bulma amacıyla değil de, düşünerek, eleştirel bir gözle okursak, düşünmenin ne olduğunu görür, düşünceyi düşünme ve eleştirme yöntemlerini keşfederiz.
Bu açıdan Marx özel olarak zor, hattâ özel olarak “tehlikeli”, özel olarak “tuzak” bir yazardır - çünkü öncelikle kendisi tuzağa düşmüştür. Çok yazı yazmış, ama bu yazıları ne türdeş, ne de birbiriyle tutarlı olmayan, çok karmaşık ve sonuç olarak çelişkili bir yazardır Marx.
Neden çelişkili derseniz, şöyle yanıtlayabilirim: Çünkü Marx bir esin, bir sezgi, bir fikir, görece olarak yeni bir görüş getirmiştir: İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, “emekçilerin özgürlüğü kendilerinin eseri olacaktır.” Bir başka deyişle, doğrunun kaynağı, özellikle de siyaset alanında, gökte ya da kitaplarda değil, toplum içinde var olan insanların yaşayan/canlı etkinliğinde aranmalıdır. Bu, görünürde basit, hattâ sıradan görüşün, saymakla bitmeyecek bir çok -ama Marx’ın asla çıkarmadığı- temel sonucu vardır. Pekiyi Marx bu sonuçları neden çıkaramamıştır? Çünkü Marx, aynı zamanda -yani gençliğinden itibaren- kendisini topyekûn, tamamlanmış, tam bir kuram hülyasına kaptırmıştır. Aradığı, bir miktar kuramsal çalışma (bu, elbette ki gereklidir) değil, kesin bir sistemdir.
Bu nedenle kendisini -ta Alman İdeolojisi’nden itibaren- toplum ve tarihin yasasını keşfetmiş tek kuramcı olarak sunar: Toplumun işlemesini sağlayan yasa, tarih içinde toplumsal oluşumların birbirlerini izlemesine ilişkin yasa, sonra da “kapitalist ekonomi yasaları”, vb.
Bu ikinci öge -ki bunu haklı olarak, kuramsalcı ya da spekülatif öge olarak da adlandırabiliriz- ta en başından itibaren, Marx’ın düşünce ve tutumuna egemen olur ve diğerini birkaç şablon ve bulmacaya benzer cümleyle sınırlar. Yetişkinlik döneminin büyük bölümünü, otuz yılını, işte bu nedenle, iktisadi saptamalardan hareketle, kapitalizmin, önüne geçilmez biçimde çökeceğini kuramsal olarak kanıtlayacak olan Kapital adlı kitabı yazmakla geçirir. Tabiî ki, bunu başaramayacak ve Kapital’i bitiremeyecektir.
Bu ikinci konum yanlış ve birincisiyle uyuşmazlık içindedir. Ya gerçekten de tarihin yasaları vardır -bu durumda, insanın gerçek anlamda etkinliği ya olanaksız ya da, en iyi olasılıkla, sadece bir teknikten ibarettir; veya insanlar, gerçekten kendi tarihlerini kendileri yaparlar- o zaman da, kuramsal çalışmanın görevi “yasalar”ı keşfetmek değil, bu etkinliği çerçeveleyen ve sınırlayan koşullara ya da o etkinliğin düzenliliğine, vb. açıklık getirmektir.
Ne var ki Marx’ın ve Marksizm’in işçi hareketi üzerinde böylesine önemli -ve felakete götüren- bir rol oynamasını sağlayan bu ikinci konumdur. İnsanlar Marx’ta kullanıma hazır bazı doğruları aramış ve bulduklarını da sanmışlardır; tüm doğruların, ya da en azından, en önemli doğruların Marx’ta olduğunu, insanın kendi başına düşünmesinin gereksiz, hattâ neredeyse tehlikeli ve kuşku yaratıcı olduğunu sanmışlardır. Marksist olma iddiasındaki işçi örgütlerinin bürokrasisini, bu bürokrasiyi, sosyalist ortodoksluğunun resmi ve icazetli mütercimi durumuna getirerek meşru kılan da bu ikinci konumdur.
Bir de, çok önemli olduğundan, şunu görmek gerekir. Marx’ın ve Marksistlerin tek bilimsel gerçeği temsil etme iddiası eğer başarılı olabilmişse bunun nedeni, insanların iğfal edilmiş olması değil, onların aramakta oldukları, hattâ hâlâ da aramaya devam ettikleri bir şeye yanıt getirmiş olmasıdır. Bu şey, kökeninde, insanların yabancılaşma’sına, yaderklik’ine tekabül etmektedir. Bir kesinliğe, ruhsal ve entelektüel bir güvenceye ihtiyaç vardır, buna tekabül eden eğilim ise, düşünme görevini, sizin yerinize düşünecek bir başkasına yüklemektir. Bir de kuramın sağladığı, sözde-güvence vardır: Kuralımız, kapitalizmin, yazgısal bir biçimde yıkılacağını ve bunun ardından da, zorunlu olarak sosyalizmin geleceğini kanıtlamaktadır. Bu, elbette, 19. yüzyıla ait olan ama hâlâ devam eden, “bilim”in göz kamaştırıcılığıdır; bu tuhaf “bilim”, Marksizm, aynı zamanda, hem tamamen “nesnel” yani kendisini vaaz edenlerin arzu, istek, vb.’den bağımsız olduğunu iddia etmekte, hem de, şapkasından tavşan çıkaran bir hokkabaz gibi, insanlığa, bizim arzu ve isteklerimize tekabül eden bir gelecek durum (geleceğin toplumunun zorunlu bir biçimde “iyi bir toplum” olacağını garanti eden “tarih yasaları”) “üretmekte” olduğundan, gözleri daha da çok kamaştırmaktadır.
Bu arada şunu da belirtelim: Tüm Marksistlerin bitmez tükenmez bir biçimde Marx’ın kuramının şu ya da bu noktasını “yorumlamak”la iştigal edip, bir tek kez olsun, asıl has “Marksizme ait” soruyu sormamaları gariptir. Bu soru: “Marksizm fiili tarih dahilinde nasıl ve neden fiili olarak işlerlik göstermiştir?” sorusudur. Bu basit olgu, Marksistleri kesin ve kökten bir biçimde devre dışı bırakmaktadır.
(...) başlangıçta belirttiğim çelişkinin birinci ögesi açısından, toplumsal ve tarihsel biçimleri yaratmanın insanların yaşayan/canlı etkinliği olduğunu gördüğü ölçüde (kendisi bu terimleri kullanmaz, tabii bu da bir rastlantı değildir) bir ayrıcalığı vardır. Bir de, aynı zamanda, bu etkinliğin bir sonraki evresinin ne vereceğini beklemekle yetinmeyip, siyasal olarak taraf tutar, bu hareketin bir tarafı olmak ya da onun sorumluluğunu yüklenmek ister (ama bu ifadede de, konumunun gebe olduğu o kasvetli karmaşa mevcuttur). Bir siyasal tasarı sahibi olmak ve aynı zamanda da o tasarının hangi ölçüde tarihsel gerçeklik -işçilerin kapitalizme karşı mücadelesi- tarafından beslendiği ve taşındığını görmeye çalışmak... İşte Marx’ın özgünlüğü, mutlak tekilliği budur. Ben kişisel olarak, eğer hâlâ Marx’la bir bağım olduğunu duyumsuyorsam, o bağ bu öge dolayımıyla vardır: Marx bana bunu öğretti (ya da ben Marx’ta bunu buldum). Ama bu “Marksist olmak” anlamına gelmez.
İçeriği ele aldığımızda, tabii ki Marx tarafından öne çıkarılan kavramların büyük çoğunluğu artık düşüncemizin bir parçası olmuştur. Ama bu noktada bile eleştirel olmak ve daha ileri gitmek gerekir. 1946’dan beri Rusya üzerine yazdıklarımın temel bölümünü savlar halinde özetlediğim “Le régime social de la Russie” (“Rusya’da Toplumsal Düzen”) adlı yazım (Esprit, Temmuz-Ağustos 1978, Le vent du chemin yayınları tarafından şimdi tekrar basıldı), üretim ilişkileri, bu ilişkiler dahilindeki konumlarıyla tanımlanan sınıflar, vb. kavramları kullanan, Marksistlerin kullanımına yönelik, bir anlamda, eğitbilimsel bir bölümle başlar ve onlara “siz, gerçekten Marksistseniz, Rusya’daki düzenin bir sömürü düzeni olduğunu, sınıfların bulunduğunu, vb. kabul etmek zorundasınız” demeyi amaçlar. Ama, hemen ardından bu çözümlemenin tamamen yetersiz olduğunu gösteririm. Çünkü, örneğin Rusya’da işçi sınıfının topyekûn siyasal olarak köleleştirilmesi onun konumunu (üretim ilişkileri içindeki konumu da dahil olmak üzere) tepeden tırnağa değiştirir. Ve bu durum iyice ileriye gider: Bunun, Rusya’daki somut durumdan bağımsız olarak, kavramlar ve yöntembilim açısından çok ağır sonuçları vardır. Çünkü böyle bir şey benim, bir toplumsal kategorinin üretim ilişkileri içindeki konumunu, yalnızca üretim ilişkilerini dikkate alarak tanımlayamayacağım anlamına gelir. Buradan hareketle “tarihsel belirlenimcilik”, “üstyapılar”ın “altyapılar”, siyasetin de iktisat tarafından belirlenmesi gibi düşünceler yıkılmaya başlar.
23 Mart 1983’te kaydedilen, Lutter , Mayıs-Ağustos 1983 No.5’te, liberter militanlarla söyleşi.
Dünyaya, İnsana, Tabiata Dair, çeviren HÜLYA TUFAN, İletişim Yay., 1993, s. 175-185.