İçinde Bulunduğumuz Durum

(...) Aralarındaki mücadelenin modern Batı’yı belirlediği iki çekirdek imgesel imlem var. Bunlar, özerklik projesi ve sözde akılcı olan bir sözde becerinin sınırsız gelişmesidir. İkincisi, her alanda zaferden zafere koşar gibidir. Birincisi ise, uzun süren bir etkisizlik dönemi geçiriyor. İnsanlar özelleşmeye gün be gün daha fazla batmaktalar ve kamu alanını bürokratik, işletmeci ve malî oligarşilere terk etmekteler. Doymazlık, yoksunluk ve genelleşmiş konformizmle (bu sonuncusu, kültür çevrelerinde, tumturaklı biçimde, postmodernizm olarak adlandırılır) tanımlanan yeni bir antropolojik birey tipi ortaya çıkıyor. Bütün bunlar, ağır yapılar içinde maddileşiyorlar: özerkleşen bir teknikleşmiş bilimin çılgın ve bilkuvve ölümcül koşusu; tüketimci, televizyoncu ve reklamcı mastürbasyon; toplumun çekirdekleşmesi; tüm ‘ürünlerin’, teknik ve ‘ahlâki’ olarak artan bir hızla işe yarar olmaktan çıkması; sürekli artmasına rağmen parmakların arasında o hızla eriyen ‘zenginlikler’. Kapitalizm nihayet ‘kendine uygun’ birey tipini üretmişe benziyor. Sürekli aklı havalarda; bir ‘zevk’ten diğerine zapping yapan; ne belleği ne de projesi olan; meta adı verilen yanılsamaları üretmek için, dünyayı saran biyolojik küreyi giderek daha fazla harap eden bir iktisadî mekaniğin tüm çağrılarına hemen cevap vermeye hazır bir insan tipi bu.

Elbette, sözünü ettiklerim, liberal ve zengin toplumlar, yani dünya nüfusunun yedide biri. Üçüncü Dünya’ya gelince, bu manzara kuşkusuz karmaşıklaşıyor, ama daha pembe olmuyor. Bugüne kadar Üçüncü Dünya Batı’nın en kötü nesi varsa, onu aldı ve üretti. Doğu Bloku ülkeleri için de durum daha karışık. Bu ülkelerde hayranlık verici özgürlük mücadeleleri gelişiyor şimdi, fakat bunlar yeni bir hedef ortaya koymuyorlar. Bu durumu elbette tarihsel olarak açıklayabiliriz. Ama bu açıklama, yapılan tespiti değiştirmez. Polonya veya Macaristan’ın Portekiz gibi olması, Polonyalılar, Macarlar ve herkes için, elbette bugünkü duruma tercih edilir. Ama kimse beni Portekiz’in, hattâ Amerika’nın, insan toplumunun nihayet keşfedilmiş ideal biçimi olduğunu düşünmeye zorlayamaz.

Içinde bulunduğumuz bu durum, en azından iki etmen tarafından, hatırı sayılır bir tehdit altında. Birinci etmen, sistemin sürekli kendini üretebilmesi için kapitalizmin günümüzde geliştirdiği biçimin sonuçlarıyla ilgili. Günümüz toplumunun ürettiği bireyler, bu toplumu uzun zaman üretmekten acizdirler. Aynı fikri, başka biçimde de ifade edebilirim: eğer her şey satılabilir olsaydı, kapitalizm çalışamazdı. İkinci etmen, sistemin er veya geç karşılaşacağı ekolojik sınırla ilgili. Kapitalist ‘zenginlik’, şimdiden geri dönüşünün olmadığını bildiğimiz bir yıkımla satın alındı. Bu hızlanan bir ritmde devam eden yıkım, üç milyar yıldan beri biyosferde biriken kaynakların yok edilmesidir.

Fakat bu iç çelişki ve dış sınırdan ‘olumlu’ bir sonucun çıkabileceğinin hiçbir güvencesi yok. Büyük bir ekolojik facia, haldeki Batı insanlarıyla, muhtemelen yeni tipte bir faşizme götürür. En azından, bu sonuca varması, olası diğer sonuçlardan daha büyük ihtimal dahilindedir.

Böylece, günümüz siyasal sorununun kördüğümüne geliyoruz. Özerk bir toplum yalnız topluluğun özerk faaliyetleriyle kurulabilir. Böyle bir faaliyet, insanların renkli televizyon almaktan başka şeylere de ilgi göstermeleri, buna zaman ve kaynak harcamalarıyla mümkündür. Daha derin bir biçimde ifade edersem, demokrasiye, özgürlüğe ve ortak sorunlara olan tutkunun, oyalanmanın, sinizmin, konformizmin, tüketim yarışının yerini almasıyla bu özerk faaliyetler mümkün olabilir. Kısacası, böyle bir şeyin olabilmesi için, ‘iktisadiyat’ın egemen ya da tek değer olmasının son bulması gerekir. Toplumun dönüşümü için ödenmesi gereken bedel budur. Daha da açık söylemek gerekirse, özgürlük için ödenmesi gereken bedel, iktisadın merkezi ve, aslında tek, değer olmasının sona ermesidir.

Bu çok ağır bir bedel midir? Bana kalırsa, elbette hayır. Yeni bir arabam olmasına yeni bir arkadaşım olmasını, kıyaslanmayacak derecede tercih ederim. Bu, muhakkak, öznel bir tercihtir. ‘Nesnel’ olmamı isterseniz... Sözde tüketimin nihai değer olmasına bir ‘temel’ bulmayı, siyaset felsefecilerine canı gönülden bırakıyorum. Bundan daha önemli olan bir şey var. Eğer her şey şimdiki koşusuna devam ederse, bu bedel ne olursa olsun ödenecek. Dünyanın yıkımının bir yüzyıl daha bu hızda sürdürülebileceğine kim inanabilir? Eğer fakir ülkeler sanayileşecek olsalar, bu yıkımın daha da hızlanacağını kim göremez? Kitlelere sürekli yeni oyuncaklar vererek onları oyalamayı sürdüremeyince, rejimin ne yapacağını bilebiliyor muyuz?

Eğer insanlığın geri kalanı, bugün içinde bulunduğu dayanılmaz sefaletten çıkacaksa; eğer tüm insanlık, bu gezegen üzerinde, ‘steady and sustainable’ halde yaşamaya devam edecekse, dünyanın kaynaklarını gayet temkinli kullanmayı, teknoloji ve üretimi radikal bir biçimde denetlemeyi, sade bir yaşamı kabul etmeliyiz. Yakın zamanda hesapları yeniden yapmadım ama, - zaten bu ölçekte, yanılma payı o kadar yüksek ki, önemli değil-, eğer dünya üzerinde yaşayan herkese, ‘sonsuz’ biçimde, 1929 yılında zengin ülkelerdeki hayat seviyesini garanti edebilsek, bu bile büyük bir başarı olur. Bu çözüm, neo-faşist bir rejim tarafından empoze edilebilir. Ama, demokratik biçimde örgütlenmiş; yeni imlemler geliştiren; kendisi için bir amaç konumundaki iktisadın bu rolünü yıkıp, onu olması gereken konuma, yani insan yaşamının basit aracı konumuna oturtan bir insan topluluğunun özgür girişimiyle de bu çözüme varılabilir. Diğer birçok nedenin yanında, bu perspektif içinde değerleri ters çevirmek için, ücretlerin ve gelirlerin eşitliği ilkesi son derece önemlidir.

Yukarıda belirtilenlerin, günümüz insanlarının istemlerine denk düşmediği açık. Bunu yıllardan beri, birçok kez dile getirdim. Daha da fazlasını söylemek gerekir: halklar, bu gidişatın aktif suç ortaklarıdır. Hep suç ortağı kalacaklar mı? Bunu kimse bilemez. Fakat kesin olan bir şey var. ‘Yükselen’ ve ‘kendinden söz edilen’ ne varsa onun arkasından koşarak, düşündüğümüz ve arzuladığımız her şeyi iğdiş ederek, özgürlüğün kazanma şansını arttıramayız. Var olanın değil, var olabilecek olan ve var olması gerekenin bize ihtiyacı var.

Mayıs-Kasım 1989 Fait et A Faire, Les Carrefours du Labyrinthe V, Seuil, 1997, s. 76-77.