Doğu insanının zihniyet dünyasında Batı’yla kıyaslandığında belirgin bir fark var: Samimiyet noksanı ve bulanık şahsiyetlilik..
Herhalde, Ortadoks Hıristiyanlık da dahil, tüm Doğu siyasî veya toplumsal tarihini, bu hükmün delili olarak okumak mümkün.
Buzlu camların gerisinde silüetler halinde belirip yok olan figürlerin Anadolu coğrafyasında yetişen son nesli konusunda Falih Rıfkı: “Bizde roman, tercüme-i hal cüzdanı; hatırat; söylemek istediklerim; itiraf, söyleyebildiklerim; ifşaat, söylemek zorunda kaldıklarım, manasına gelir. Zira gerçek yazılsa, bunları okuyuculara değil savcılara vermek gerekir” diyor. Mehmet Akif’in teşhisi daha keskin: “Garba nisbet biz daha insan değil müsveddeyiz!”
Bu hâkim karakterin penceresinden bakıldığında, Susurluk kazasıyla ortaya çıkan tabloyu fazlaca abartmadan kadim buzlu camda imalat veya kullanım hatasına bağlı arızi bir netleşme diye görmek mümkün.
Başımızda ister hükümdar, ister hükümet, ister cunta veya komite bulunsun; biz asırlarca siyasî otoriteyi temsil edenle yanyana ama ondan ayrı bir “devlet”le yaşayageldik.
Selçuklu bitip tükenmişken senelerce onu varmış gibi gösteren; 2. Murat’ı otuz yaşında tahtından vazgeçecek kadar canından bezdiren; Fatih’ten sonra, yerine onun vasiyetine ve olanca yetkinliğine rağmen Cem’i değil sarhoş Bayezit’i geçiren; bugün adına devrim dediğimiz şeylerin neredeyse tamamını yapma kararlılığındaki Genç Osman’ı aşağılayarak katleden; gerçekten hükümdar olmaktan ve kötüye gidişin önünü almaktan başka niyetleri olmayan 3. Selim’i alaşağı eden; 2. Mahmut’un adını “gavur padişah”a çıkaran kimdi?
Aynı soruyu, Celalilere “paşalık” verip devşirerek, eşkiya avını onlara havale eden, keza Abdullah Çatlı’yı, Alaattin Çakıcı’yı istihdam eden refleksin kaynağı farklı mıydı, diye sormak veya İttihat Terakki’nin ünlü fedaisi Yakup Cemil, Topal Osman, resmî tarihin isyancı damgasını vurduğu ama mezar taşında “Büyük vatan kahramanı” yazan Anzavur Paşa gibi yüzlercesi kime çalışıyorlardı, diye sormak da mümkün.. Hattâ esas garipliği, Yakup Cemil’i “hiyanet-i vataniye”den kurşuna dizip, ertesi ay karısına “hidamat-ı vataniye”den maaş bağlayan mekanizmanın Abdullah Çatlı için “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye ağlamasına şaşıranlarda aramak gerekmiyor mu?
Bu gölge oyunu Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin işine geliyor ve onu ayakta tutma kavgası veriyorlardı da sistemin dayandığı “ganimet toplumu” durumdan rahatsız mıydı, sorusu akla gelebilir.
Her an herkesin “ikbale” konma şansına sahip olduğu, servet edinmekte Devrekli üfürükçüyle hamam tellağının padişah damatlarıyla aynı hüner kulvarında yarıştığı bir düzendi işleyen. Meşhur Muharrem Kararnamesi hazırlandığında bütün “nazır”lar gün boyunca ellerindeki tahvilleri satıp kâr ederken, sultanın “Bana neden haber vermediniz hainler, otuz bin lira kaybettim” diye yakınmasını hatırlayın. Bu olay, üzerinden bir asır geçtikten sonra 24 Ocak Kararları’nın alındığı gece veya 4 Nisan 1995 gecesi yaşananlarla birlikte okununca “devlette devamlılık”ın farklı anlamlara da gelebildiği anlaşılmaz mı?
Türkiye’de adları her gün çeşitli vesilelerle İslâmcı veya laik basının gündeminde olan işadamlarının, mafya şeflerinin tamamına bakın: Öykülerinin pek de farklı olmadığını göreceksiniz. Hepsi vatansever, hepsi sıfırdan yükselme şansını yakalamış, çoğunluğu adını değiştirmiş, tamamı ya devlet ya hükümet eliyle abad edilmiş..
İkballerini ve istikballerini onların palazlanmasında gören bürokrasinin durumu da farksız. İlki hırsız veya katilse, ikincisi ya erkete ya muhafız. Öylesine kader birliği ki bu, ne eş, ne kan bağı engel... Ve o denli güçlü ki, pazarlıkların ödülü ya da müeyyidesi hükümet olup olmamak..
Buna bakıp, adı yolsuzluk sözcüğüyle birlikte anılan banka ve kamu kurumlarında, ortaya çıkan bütün pisliğe rağmen yapılan atama ve alınan kararların düzenin eskisi gibi devam etmesini sağlamaya dönük olması sadece “musluğun başında” olanların çalıp çırpma merakından kaynaklanıyor sanmayın. Teröristin bile icazetsiz “iş tutmadığı” bu toplumda, hepimiz, “bana da, bana da” diye yakarmıyor muyuz? Servet biriktirmeye dönük bitmez tükenmez açlığımız; sadece debdebe ve gösterişe dönük, davet, merasim, kıyafet, süs, eşya, mülk düşkünlüğümüzle, her seçim sonrası cülus için Ankara’ya üşüşmemizle çarkın parçası olaraktan başka neyin kavgasını veriyoruz? Bal tutan parmağını yalar, diyerek kulığına usul öğretilen; çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz, denilerek bal kavanozunun mahiyeti açıklanan bizden başkası mı?
Geçmişte hangi gazeteci “tahsisatsız” kaldı? Veya kaç “muhalif aydın” ulufeye direndi? Millî mücadeleye karşı çıkışta Ankara’nın çulsuzluğunun hiç mi rolü olmadı? Beş parasız San Remo’ya kapanan Vahdettin’i Ankara’ya muhalif neşriyat için saltanat armasının üzerindeki pırlantaları söküp satmaya zorlayan kimlerdi?
Harcama kabiliyeti bakımından Türkiye piramidinin tepesini oluşturanların siyasetçi, yüksek bürokrat, kara para sahipleri ve gazeteciler olması tesadüf mü? Bu krema, eskinin saray-konak odalıklarından farksız “sanatkâr” takımı yaratıp, ahaliye de temaşa payı vermek niyetiyle onları televizyon kanallarına taşımadı mı? Bugünün starları dünün Deniz Kızı Eftelya’sından veya günümüzün bürokratı, Margret Fehim Paşa’dan çok mu farklı geliyor gözünüze? Sadece anayasa mıydı “bir kere delinmekle bir şey olmaz” denilen? Tüm kadınlara, genç kızlara, hattâ erkeklere farklı şey mi söyledi bu yapı? İhya edilmiş müptezelleşme örneklerini kahramanlaştırmadık mı? Sınır ticareti denilen ve düpedüz müsaadeli kaçakçılıktan başka bir şey olmayan iş, kaç kişiyi besledi? Bunu ekonomiye kaynak aktarmak için yapılmış keşif görüp öven, yaygınlaştırılmasını öğütleyen biz değil miyiz? Dünya piyasasında tonu 90 Dolar eden buğdaya 200 Dolar “destekleme fiyatı” verirken, komşu ülkelerden kamyon kamyon buğdayın TMO’nun silolarına yığılacağını bilmediğimizi kim söyleyebilir? Aksi olsa “çiftçi mağdur edildi” diye ayaklanmayacak mıyız? İbret için ABD başkanının özel hayatına yönelik iddialar sebebiyle muhatap olduğu soruşturma dosyasını okuyun.. Birlikte olduğu kadına iş bulmak için çırpındığı halde bunu başaramadığını, engellendiğini göreceksiniz. Bunun Türkiye’yle kıyaslama duygusu uyandırmadığını veya kıyaslandığında herkesin cevabının aynı kalacağını bilmiyor muyuz?
Ve nihayet, öfkelendiğimiz, damgaladığımız, elimize geçirsek paralayacağımız izlenimi uyandırdığımız insanlara duyduğumuz gerçek his ne acaba?
Peşinde olduğumuz fırsatı, onların yakalamalarına, “ulusal düş” haline getirdiğimiz “hudutsuz para, hesapsız yaşam” idealimize onların ulaşmış olmasına duyduğumuz haset olmasın bizi de dürten?
Şüphesiz günün birinde kurtulacağız bu çift kişilikli hayattan. Dürüst olmadığı halde dürüstmüş gibi davranan, inanmadan din savunuculuğu yapan, sevmeden seviyormuş görünen, demokrat, adil, cömert, solcu, sağcı, hoşgörülü taklidi yapan insan gidecek; ne ise söyleyen, söylediğini yaşayan insan gelecek. Ya bırakacağız, ya biteceğiz, ya da insanlık burnumuzdan çeke çeke o noktaya getirecek.
Çünkü, “Bir yanlışlığın çok taraftar bulması, ondaki yanlışlık vasfını ortadan kaldırmaz, sadece onu çok taraftar bulmuş bir yanlış yapar..” Şimdilik sadece yanlışta olup olmadığımız konusunda kuşkuluyuz.. Aynadaki toplu komik görüntümüze, lunaparkın sırlı camının karşısında olduğumuz sanısıyla koro halinde gülmemiz, bir süre daha avunmak için, Cumhuriyet’in 75. yıldönümü için seçilen ambleminin manidar yamukluğu belki de halimize teşhis koymakta olduğumuzun işareti, kimbilir?..