Birikim’in baskıya verildiği Kasım’ın son haftasına girilirken Türkiye henüz o ayın 10’undan itibaren ardarda kopan iki fırtına ile ağırlaşıp bulanıklaşan havadan sıyrılmış değildi.
Şüphesiz şu noktada ikinci fırtına, yani Abdullah Öcalan olayı, ilkini yani Alaattin Çakıcı-Korkmaz Yiğit kasetleriyle patlayan skandalı gölgelemiş ve hattâ onun hükümeti göçürtmekten öteye sonuçlar da üretebilecek seyrini engellemiş görünüyor. Olayın büyük medya ve malûm “milliyetçi” odaklarca tam bir ulusal histeri hali yaratılması yönünde körüklenmesi ile oluşan hava içinde kaçınılmazdı bu.
Ancak, soy milliyetçiliğin peşine takılsa da, sıradan, popüler Türk milliyetçiliğinin öç duygusundan tutun, akan kanın nihayet duracağı umuduna kadar geniş ve karmaşık bir duygu ve itki yumağıyla derece derece katılıp içine girdiği bu havanın yakıtı, göründüğü kadar fazla değil. Eğer şu önümüzdeki hafta içinde özellikle soy milliyetçiliğin başvurabileceği -küçük çapta da olsa- bir toplu linçle, yağmayla veya -yerel de kalsa- bir kitlesel çatışmayla karşılaşmaz isek, Aralık ayına o histeri hali epeyce yatışmış olarak girebiliriz.
Bu durumda, 10 Kasım’dan beri adeta gündemden silinmiş gibi duran “yeni hükümet” sorunu yeniden ön plana çıkabilecektir. Ama önemli olan, bunun kaldığı yerden mi, yani ilk planda ANAP ve DYP’yi ve ardından belki de “Çankaya”yı da içine çekecek, dolayısıyla “sivil siyaset”in merkezini allak bullak edebilecek bir kapışma ve ifşaatlar furyası eşliğinde mi; yoksa o “sivil siyaset”in boğazına kadar battığı nüfuz ticareti, yolsuzluk ve kirli ilişkiler çamurunu daha fazla sıçratmama üzerine kurulu bir “uzlaşma”yı şu son iki hafta içinde sağlamış olmanın rahatlığı ile mi olacağı. Ve daha da önemli olan, her iki durumda da soruna bir başka faktörün, yani ordunun “müdahil” olma ihtimalinin var olup olmadığı. Gerçi özellikle şu son sorunun cevabı, Aralık ayının ilk haftalarında yarı yarıya verilmiş olacak. Ama böyle bir ihtimali düşünmemizi zorunlu kılan olgular var ve bunların analizi özellikle sosyalist, tutarlı demokrat hareketlerin geleceği açısından hayatî önem taşıyor.
Benzer bir önem “Abdullah Öcalan olayı” ile yeni bir safhaya ve bağlama oturmakta olduğunun açık işaretini veren “Kürt sorunu” için de söz konusu.
Özetle ifade etmek gerekirse; Susurluk arefesinden, 1995-1998 hükümetlerinin kurulup yıkılmasına, mafya, çete operasyonlarından en son “Öcalan olayı”na kadar gelişmelerin seyri, siyasal hedef ve perspektifleri çok farklı olan herkesi bu ülkede yapısal bir düzenlemenin ya da dönüşümün artık ertelenemez olduğu noktasına ister istemez getirmiştir. Türkiye’nin yakın çevresinde, özellikle Ortadoğu’da şu son aylarda cereyan eden bazı dikkate değer gelişmelerin de bu ihtiyacı acilleştirdiği belirtilmelidir.
Ancak bir ihtiyacı görmekle, onun nasıl, hangi perspektiften görüldüğü ve o görülen üzerinden tespit edilecek çözüme gücün ve kapasitenin yetip yetemeyeceği birbirinden epey farklı düzey ve içerikte sorular. Türkiye sivil siyasetinin başlıca aktörleri ve ordunun oluşturduğu düzen cephesinin hükümet sorunu bağlamında takınacağı tavırlar bu sorulara ilişkin hayli önemli ve anlamlı işaretler taşıyacaktır.
Ordunun bu süreçte, bildik bir “askerî müdahale” tarzında -belki- değil ama, onun kadar etkili olabilecek “döneme uygun” bir yöntemle müdahil bir rol oynayabileceği ihtimalini akla getiren ilk neden hiç şüphesiz bu kritik noktada Türkiye “sivil siyaseti”nin halidir.
Birikim’in daha önceki pek çok sayısında bu konuya dair yazılmış olanları şöyle bir özetlersek; Türkiye’de “sivil siyaset”in merkezindeki o çokça sözü edilen “bölünmüşlük, oyların dağılması” olgusunun ciddi toplumsal, ekonomik, kültürel -dolayısıyla da sınıfsal ve ideolojik diyebileceğimiz- ayrım ve farklılıklara tekabül ettiğini, o nedenle de merkez-sağ ve solun eskisi gibi birer çatı altında biraraya gelmelerinin pek mümkün olamayacağını belirtmiştik. Öte yandan, hepsi de modern çağın “kitle partileri” modeline göre kurulmuş bu partilerin temsil ettikleri farklı sınıf, kesim ve çıkarları birarada tutan bildik ideolojik harçlar da yıpranmış, çözülmüştür. Bu ise söz konusu partilerin kadro ve seçmenlerinin bağlılık duygusunu cılızlaştıran, dolayısıyla partinin siyasal ağırlık, etkinlik ve nüfuzunu zayıflatan bir faktör. Fakat daha da önemlisi “neo-liberal çağ”ın bu partilerde yol açtığı yapısal diyebileceğimiz bir değişimin sonuçları. Metalaşmanın, metalaştırmanın son haddine kadar zorlandığı bu çağ, partileri de bir tür “yönetim metaı” üreten, pazarlayan şirketler gibi olmaya yöneltti. Modern çağda partilerin varlık nedeni addedilen ideoloji ve programların bu yeni dönemde sık sık değiştirilebilmeleri, ayrıca bunların tutarlı bir bütün oluşturmaları bir yana bırakılarak, birbiriyle çelişebilen “paket”ler toplamı olarak sunulur hale gelmeleri; bir şirketin eskisini bırakıp yeni bir tür ürüne yönelmesine, her keseye ve her farklı tüketici tipine uygun ürünler pazarlamasına, apayrı dallara yönelmesine giderek daha çok benzer hale geldi.
Siyasal partiler içinde ve aracılığıyla yapılan siyasetin bu içerik olarak metalaşması, ticarileşmesi, hem bu tür bir “siyaset”i yapmaya “kafaca” daha hazır unsurların partiler içinde “yükselmeleri”ni sağladı, hem de siyasetten rant, kâr etmenin zaten açık olan kanallarını alabildiğine açmanın bir tür “meşrûiyetini” de kurarak siyaset metaı ve kârı ile bildik ticari meta ve kârı kaynaştırma becerisinin siyasî başarı addedilmesini mümkün kıldı.
Türkiye gibi ganimet, üretmeden kazanma kültürünün köklü ve ahlâk-dışı sayılmadığı bir ülkede ve devletin -dolayısıyla iktidarın- daima en büyük rant ve çıkar dağıtım aygıtı olarak da işlediği bir siyasal düzende hemen tüm iktidara aday partilerin şu yukarıda işaret edilen olguların gayet hızlı biçimde gelişmesi ve egemen hale gelmesi hiç de şaşırtıcı değildir. 1980 sonrasının, yurtdışındaki kara paraları ülke içi yatırıma “ak”tarma operasyonları ile içiçe yürütülen ihracat seferberliği ve her türden “köşe dönme”yi mübahlaştıran vahşi kapitalizm dönemi ile hem mafyaları hem de mafya-iş alemi ilişkilerini teşvik eden özelliği siyasete, siyasal partilere bu yolla ve kaçınılmaz biçimde “yansıdı”. “Kürt sorunu”nun bu sürecin daha da derinlere inmesindeki payını da Susurluk vesilesiyle görmüştük.
Şüphesiz bütün bu anlatılanlarda temel faktör, dinamik olarak bahsedilen neo-liberal dalga köklü bir endüstriyel geleneğe, yerleşik bir üretim kültür ve etikine sahip toplumlarda, siyaset ve siyasal partilerde yapısal değişimlere kapı açtıysa da; şu az önce sözünü ettiklerimize benzer “çürüme” sayılabilecek olgularla pek karşılaşılmadı. Bu türden olgular ve gelişmeler, Türkiye gibi periferik ülkelerde, örneğin Brezilya, Meksika, Endonezya, Pakistan gibi yerlerde görüldü.
Ancak şu son birkaç yıldır neo-liberal dalganın bu ilk döneminin sona ermekte ve yerini bir düzenlenme, dengelenme ve aksaklıkları giderme safhasına terk ettiği görülüyor. “Kuzey” ülkelerinde bu süreç “sol” sosyal-demokrat partilerin ardarda iktidara gelişleri ile yaşanıyor. Türkiye’nin de dahil olduğu kuzeyin yakın periferisindeki “kuşak”ta ise “geçiş” çok daha sarsıntılı yaşanıyor. Güney Kore’de olanlar, Endonezya’da Suhorto nepotizminin iflası, Brezilya ve Meksika’da cumhurbaşkanların azline varan olaylar, Pakistan’da Benazir Butto ve partisinin başına gelenler.
Türkiye’de ise belki -hattâ kesinlikle- o ülkelerden daha fazla kirlenme ve düzenlenme nedeni olmasına rağmen benzer bir sürecin önü adeta tıkalı gibi. Bu tıkanma durumunun “Kürt sorunu”nun ağırlığından ileri geldiği, en azından bunun önemli bir payı olduğu söylenebilir. Bunu daha sonra ele alacağız.
Bir diğer belirleyici neden Türkiye’de RP-FP ile temsil edilen “İslâmî bir hareket”in yükselişidir denilebilir. Nitekim, bütün bu sayılan ülkelerde neo-liberal sağın bu ilk vahşi döneminde iktidarı elde tutan, dolayısıyla yıpranan ve “kirlenen” partinin, siyasî kadroların yerini alabilecek bir -genellikle sol- parti veya partiler bloku, iktidarın yıpranma ve kirlenmesi oranında güçlenerek iktidara gelebilmişti. Oysa Türkiye’de o yıpranma ve kirlenmenin 1990 sonrasında güçlendirdiği RP-FP gibi “dinî” bir parti oldu. Türkiye’de düzen güçleri ve ordunun, sistemi düzenlemekten değil, “aksine” “şeriat”tan söz eden bir partiden “düzenleme” beklemesi, bu işlevi öyle bir partiye emanet etmesi düşünülemezdi.*
1995 seçimlerinden sonra ANAP-DYP birlikteliğinin fiyaskoyla sonuçlanmasından sonra, Refah-Yol deneyi, Refah’ın dağıtılıp Tansu Çiller ve kadrosunun DYP’den tasfiyesini de içeren 28 Şubat sürecinin umulan sonuçları vermeyişi ve bu arada en azından merkez-sağda ihtiyaca yetecek bir toplanmayı sağlaması beklenen ANAP’a kurdurulan DSP ve DTP’li koalisyonun siyasal güç dengelerinde lehte bir değişikliği gerçekleştiremeyişi 1998 yazında tespit edilir hale geldiğinde; “sivil siyaset”in o zorunlu “düzenleme”yi nasıl yapabileceği sorusu yeniden gündeme geldi. Ortada kabaca iki yol gözükmekteydi. İlki, oy gücünü koruduğu görülen RP-FP üzerinde baskıyı biraz daha yoğunlaştırarak buradan merkez-sağa sığınabileceklerin sayısını arttırmaya çalışmanın yanısıra, hükümet partilerine ve özellikle ANAP’a prestij ve oy gücü sağlayabilecek iddialı bir girişim başlatmak. İkincisi ise “sivil siyaset”te o düzenleme projesini yürürlüğe koyabilecek istikrarlı bir gücün teşekkülünün normal siyasal yollardan sağlanamaması ihtimali üzerine oturtulabilirdi.
1998 Ağustosu’nda başlatılan “çeteler-mafya operasyonu” bu iki yolun da kesim noktasını oluşturmaktaydı. Birikim’in Eylül ve Ekim sayılarında etraflıca izah edildiği üzre bu operasyonla Mesut Yılmaz hükümeti ve ANAP “temiz toplum” sloganını sahiplenme prestijinin yanısıra asıl olarak mafya ve çetelerin iyice palazlandığı 1991-1995 döneminin DYP’li, özellikle de Çillerli hükümetlerini “vuracak” kozları bulmayı hedeflemekteydiler. Mafyaların en ünlüsü Çakıcı’nın o dönemde Çiller ailesi ile yakın ilişkide olduğu, aralarının daha sonra bozulduğu biliniyordu. Anlaşılan ANAP epeydir birkaç kanaldan ve bilhassa Eyüp Aşık vasıtasıyla Çakıcı ile temastaydı ve onunla Çiller ailesi ve DYP ile ilgili sansasyonel bilgiler karşılığında bir pazarlık yürütmekteydi.
Fakat anlaşılan ANAP, Çakıcı, diğer mafyalar ve onlarla ilişkili neo-liberal dönemde parlayan “işadamları” ile, sırf DYP ve Çiller’ler aleyhine kozlar edinmek ve bunu siyasal güce tahvil edebilmek, böylece de düzenin restorasyonunda merkezî rol oynayacak parti konumuna gelebilmek için değil; aynı neo-liberal dönemin ürünü olup, siyaseti metaya, kâra dönüştüren şirket gibi partilerinden biri olarak da ilişkiye girmiştir. Korkmaz Yiğit kasetlerinde anlatılanlar, yarı gerçek olsalar da ifşa ettiği şey budur.
Sonuç, ANAP’ın çetelerle savaşan parti ünvan ve prestijini edinmek için başlattığı girişimin “ayaklarına dolanması” ve ANAP’ın o girişimin başarısı için elzem olan iktidar konumunu yitirmesidir. DYP’nin üzerine onu çökertecek biçimde yapıştırmaya niyetlendiği kirlilik sıfatına kendini de ortak eden ANAP, bu durumda zorunlu olarak DYP ve Çiller ekibini silmekten vazgeçip, onlarla bir biçimde biraraya gelebilmenin yollarını aramaya yönelmiştir. Aralık ayındaki yeni hükümet arayışlarına dair ANAP tutumunun nasıl olacağına ilişkin haberler bunu açıkça göstermektedir.
Az önce Ağustos ayında başlatılan çete-mafya operasyonlarının sadece ANAP-DSP hükümetini, özel olarak da ANAP’ı, güçlendirmeye matuf bir girişim olmadığını, bu girişimin başarısızlığı halinde bu kez bir başka mahiyette bir “düzenleme” projesi için de elverişli olabileceğini, ona da zemin yaratabileceğini belirtmiştik. Nitekim, daha Ağustos ayında, çete-mafya operasyonlarının arefesinde ordunun en yüksek yetkililerinin Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yaptıkları ve “mutad dışı” olduğu bilhassa belirtilen ardarda ziyaretler ile bunun işaretleri verilmişti zaten. Deniz Baykal, Korkmaz Yiğit kasetleri yayımlanır yayımlanmaz partisinin Mesut Yılmaz hükümetine verdiği desteği derhal çekme kararını ilân ederken, bu noktayı vurgulayarak işaret etmiş ve böylece “çetelerle mücadele” ve “kirlilikten arınma”nın prestijini kimin hanesine kaydetmek gerektiğini kamuoyuna bildirme görevini de üstlenmişti. Sık sık sözünü ettiğimiz düzenin restorasyonu ihtiyacının mutlaka bir biçimde bir “kirlerden arınma” boyutu ve maddesi içermesi gerektiği bilindiğine göre, Baykal’ın “bu işin sahibi ve ardındaki aslî güç devlettir, ordudur” demesi, ordunun Ağustostan beri re’sen o restorasyon projesini yürürlüğe koymuş olduğunu ikrar etmek sayılmaz mı?
Bu yorumun biraz zorlama içerdiğini varsayalım. K. Yiğit kasetleri ve çoktandır ortada dolaşan güçlü söylentiler ve karineler, kirlenme ve mafya ilişkilerinin odağındaki büyük çapta nüfuz ticareti ve özelleştirme vurgunlarının Çankaya’ya kadar uzanan bir ilişkiler ağı içinde yapıldığını da kuvvetle imâ etmekteydi. Hemen ardından etkin bazı medya organları Süleyman Demirel’in en yakın akrabalarının karıştığı iddia edilen bazı olayları gündeme getirdiler. Hacı Ali Demirel’in azmettirici sıfatıyla bir ünlü tefeci cinayetinden dolayı ifadesinin alındığı da duyuruldu. Ama “Öcalan olayı”nın gürültüsü bu gelişmeleri de örttü.
Bu nokta, “sivil siyaset”in Türkiye’yi seçime götürecek bir “Çankaya hükümeti” formülünde uzlaşmaya hazır olduğuna dair bilgiler ışığında değerlendirilmelidir.
O halde eğer önümüzdeki haftalar içinde “sivil siyaset” Çankaya hükümeti formüllerini müzakere ederken, “Çankaya’nın çevresindekiler”e uzanan sansasyonel belge ve ifşaatlar ortaya atılırsa, kamuoyu bu skandala yönlendirilebilirse, bununla gelişmeler ve “hükümet konusu” nasıl bir mecraya itilmek isteniyor olabilir?
Sivil siyasetin tepeden tırnağa kire bulaşmış olduğu kanısının öfkeyle pekişmesine hizmet edecek böylesi bir kampanya gözlerin hangi “temizleyici odağa” çevrilmesini sağlar acaba?
Özetle; eğer Aralık ayında “Öcalan olayı”nın sekteye uğrattığı K. Yiğit-A. Çakıcı kasetlerinin alevlendirdiği tartışmaya yeniden girilir, yeni “malzemeler” eşliğinde Çankaya’da o tartışmanın içine çekilirse; yeni hükümet ne bir Çankaya, ne de bir erken seçim hükümeti olacak demektir. Böylesi bir gelişme ordunun müdahil güç olarak gerisinde durduğu, görevini diyelim 2000 yılına kadar sürdürecek bir “restorasyon hükümeti”nin devreye girebileceği anlamına gelir. Bu, ordunun ve öteki büyük düzen güçlerinin onay verdiği yapısal düzenlemeleri yürürlüğe koyacak ve ayrıca “sivil siyaset”i de kirden arındıracak adli mekanizmayı hızla çalıştıracak bir model olarak tasarlanıyor olabilir. Siyaseti parti ve kişileri siyasal gerekçelerle değil, yolsuzluk, rüşvet, mafya bağlantısı gibi adi suçlarla yargılayıp “arındırma” yöntemini benimseyecek, belki de çoğu demokratın şevkle onaylayacağı türden yasal, anayasal düzenlemelere gideceğini peşinen ilân edebilecek böylesi bir hükümeti, “Batı’daki sol hükümetler dalgası”nın Türkiye’ye yansıması ancak böyle olabilirdi diye karşılayacakların sayısı hiç de az olmayacaktır.
ÖCALAN OLAYI VE TÜRK “BÜYÜK MEDYA”SI ÜZERİNE
Neo-liberalizmin metalaşmayı, metalaştırmayı en son sınırına vardıran, insanla ürünü arasındaki özdeşleşme ilişkisinin son kırıntılarını da budayıp, onları birbirlerine tamamen yabancılaştıran niteliğinden çeşitli vesilerle söz etmiştik. Bu yazıda da onun siyaset ve kurumlarında yol açtığı değişimden siyasetin metalaş(tırıl)masından, sonuçta siyasal eylemin bir tür ticari değeri ile ölçülebilir hale gelişinden bahsetmiştik.
Bu söylenenler medya, yani haber endüstrisi için çok daha fazlasıyla ve çok daha önceden beri geçerlidir elbette. Olayın ve bilginin alıcısı, tüketicisi bol bir “haber”e nasıl dönüştürülebileceği ve nasıl pazarlanabileceği üzerine kurulu medya endüstrisi neo-liberalizme zaten “ezelden aşina”dır.
Olay ve bilgiden haber imal edip satmanın bu çarpıtmaya açık mecrası başından beri belli etik ölçüler, meslekî sorumluluk ilkeleri ile korunmaya çalışılarak, ticarileşmenin zehirleyici etkileri önlenmek istenmiş; haber endüstrileri ve ürünleri arasındaki “doğal” rekabetin haber ve bilginin esasını bozmayacak daha rafine ve etkileyici teknikler yarışına kanalize edilmesine çalışılmıştır.
Türk büyük medyası için bu asgari titizlik hiçbir dönemde geçerli olmamıştır. Medyaların bir kamu görevi yerine getirdikleri argümanına dayanılarak sağlanan imtiyazların belki de tüm dünyada en fazlasıyla donatılmış bu kuruluşların, kendilerinden gerçek bir kamusal sorumluluk tavrı, meslek ahlâkı adına bir fedakârlık, otorite ve güç odaklarına karşı bir duruş beklendiği dönem ve durumların hemen tümünde sicili yüz kızartıcıdır.
Neo-liberalizmin daha da hızlandırdığı, haber ve bilginin metalaşması, ticarileşmesi süreci, başka yerlerde meta olarak haber ve bilginin daha rafine teknik ve yöntemlerle imal ve pazarlanması yolunda seyrederken, Türk büyük medyası, bu ince işe yönelmek yerine ya doğrudan mal (araba, eşya, konut...) satıcılığını üstlenme ya da kendi ürettiği metayı promosyon mallarıyla ambalajlayarak satma yolunu benimsedi. Bu genel tutumun aslî nedeni onun kendi ürettiği nesnenin kalitesizliğini bilmesi, bu kalitesizliği giderecek vasıflardan çok büyük ölçüde yoksun oluşu idi.
Bu yapısal kalitesizliğin sonucu olarak Türk büyük medyası, son yıllarda “endüstri”sinin büyük kısmını her bakımdan “ucuz” ürünlere yöneltti. Büyük gazetelerde magazin sayfalarının artışı, ortalığı kaplayan sürüyle ucuz gazetenin acınası yoksulluk ve seviyesizlikte bir dil ve görüntüyle verdiği haberler, en ilkel ve yüzeysel güdüleri okşayan başlık ve yorumlar. Aynı şeyler belki çok daha etkileyici biçimde büyük televizyonlar için söz konusu elbette.
Büyük medyamız ancak bu tür malları üretebiliyor, pazarlayabiliyor ve ancak böylece yerini ve kârını koruyabileceğine inanıyor.
“Öcalan olayı”nın, başta büyükler olmak üzere hemen tüm medya endüstrisi tarafından nasıl haber haline getirildiği, bu “imalat” sırasında ne düzeyde bilgilerin seçilip kullanıldığı, hangi kamu görevi ve meslek etiki kurallarına uyulduğu ve sonuçta “tüketici”lere ne tür ve nasıl kullanabilecekleri ürünler -haber, bilgiler- verildiğine şöyle bir bakmak yeter.
Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesi veya terke mecbur edilmesi şüphesiz PKK’nın askerî savaş -kır gerilla- gücü olarak varlık ve işlevinin sona erdirilmesini resmîleştiren bir kilometre taşıydı. TC Devleti’nin ve kamuoyunun büyük bölümünün soruna bakışı açısından bunun PKK’ya karşı kesin zafer ve hattâ sorunun bittiği biçiminde yorumlanması, böyle ilân edilmesi de normal. PKK liderinin ele geçirilip, mahkûm edilerek cezalandırılmasını bu zaferin taçlandırılması olarak istemek de normal kabul edilsin. Hattâ bütün bunların milliyetçi bir hava ve üslûp içinde ifadesi, dışavurumu da kaçınılmaz sayılsın.
Ancak bu üslûp ve dışavurumun olgun, vakur bir topluma yakışan bir biçimi vardır, ilkel güdülerine kolayca kapılabilen topluluklara özgü, ırkçı milliyetçilerin tahrik ve teşvik ettiği biçimleri de vardır.
Türkiye medyası hemen tamamıyla, büyük basın ve televizyon kanalları başta olmak üzere, ilk günden itibaren Türk toplumunun, o ikinci türden bir üslûp ve tavır takındığını, takınması gerektiğini kuvvetle empoze eden bir haber, bilgi ve yorum üretimine koyuldu. Oysa Türk toplumunun neredeyse tamamının tepkisi, ruh hali diye gösterilenler, basını ve büyük çoğunluğunu MHP’li soy milliyetçilerin oluşturduğu güruhun yaptıkları idi.
İtalyan etiketli buzdolabı, motor ve giysileri yakan, sebzeleri çiğneyen Apo kuklaları ve İtalyan bayraklarını yakıp üzerinde tepinen, HADEP binalarına, mensuplarını taşıyan otobüslere saldıran, yakaladıklarını öldüresiye döven, birini de öldüren bu öfke, öç ve linç histerisine kapılmış güruhları alkışlayan yayınlarını övgüyle ve defalarca tekrarlayarak sürdüren büyük Türk medyası, bu arada olayın öbür yanına, yani Öcalan ve destekleyicileri ile İtalya halkı ve hükümetinin tavrına dair grotesk bir düşmanlıkta bulunmamış, çarpıtılmamış tek bir haber ve bilgi vermemeyi de başardı.
Büyük medyanın ideolojik olarak soy, grotesk bir milliyetçi ideolojiye yakın olmasının mı ürünü bu genel tutum? Hayır. Böyle olsaydı durum daha az vahim olurdu. Durumun vehametini arttıran şey, medyanın bu yoğun kampanyasında ürünleri ile, onları üretenler arasında ideolojik bir özdeşleşmenin olması gerekmiyordu. “Tüketicisi”ne sunduğu malın nasıl olursa sürüm ve satış değeri olabileceğini hesaplayan, ürününü bu hesaba göre biçimleyen bir “üretici-satıcı”nın tavrıdır burada söz konusu olan. Bir başka deyişle üreteceği malı kullanım değerine göre değil, mübadele değerine göre belirleyen, bir kapitalistin yaklaşımıdır bu. Olay ve bilgi hammaddesini haberleştirip metaya tahvil eden medyadaki kapitalizm ilk planda o metaın satış kapasitesi ve değerini gözetir. Haber-metaının içerdiği bilgi ve yorum ögeleriyle ideolojik bir kullanım değeri olduğunu bilmez değildir elbette, ama bir kapitalist, özellikle de postmodern çağın neo-liberal bir kapitalisti olarak -istisnai durumlar haricinde- hiç benimsemediği bir ideolojinin kullanımına yarayabilecek bir haber-meta, eğer geniş bir sürüm-satış, kâr getirebilecekse üretmekten de çekinmez. Nitekim hatırlanmalıdır ki, şimdi büyük Türk medyası tarafından acımasız bir bebek katili, tam bir cani olarak “haberleştirilen” Öcalan, o bebek öldürmelerin anısı çok daha tazeyken 1990’lı yılların başında, kamuoyunun ona dair “ilginç” haber aradığı dönemde, aynı medya tarafından hoşa gidecek epey yanları olan bir kişi olarak da “haberleştirilmiş”ti. Gülen, futbol oynayan, sohbet eden Apo röportajları televizyon ve gazeteleri doldurmuştu.
Bu söylenenler hiç şüphesiz büyük Türk medyasının düzen ve devletin temel politikaları, resmî ideolojisi çerçevesinde bir haber, yorum, bilgi üretiminde bulunduğu gerçeği ile birlikte düşünülmelidir. Dolayısıyla medyanın ilkel milliyetçi diskurun tüm temalarıyla, demagojik argümanlarıyla bezenmiş bir yayınla halkı nefret, intikam ve hınç duygularının kabardığı, serbestçe boşaltıldığı şiddet yüklü gösterilere tahrik ve teşvik edişi, icazet verilmiş bir politikaydı elbette.
Öcalan’ın sığındığı -İtalya da dahil- herhangi bir Batı devleti tarafından -Türkiye’deki idam cezası nedeniyle- iade edilmeyeceğini yetkililer çok önceden biliyorlardı, bilmek zorundaydılar. Yasalarındaki, uluslararası taahhütlerindeki açık hükümlere rağmen İtalya’nın Türkiye’deki gösterilerin, boykotların baskısıyla iade etmeyeceğini de biliyorlardı.
Ama yine de bu gösteriler ve onların Türk medyasında en geniş ve ayrıntılı biçimde, adeta bir naklen yayın havasında verilmesi teşvik edildi. Çünkü “yetkililer” açısından bu gösterilerin amacı Türkiye’nin -bir düzenleme gerektiren- Kürt sorunu diye bir sorunu olduğunu da asla kabul etmediğini dünyaya -Batı alemine- ilân etmekti.
Bu ilânın gayet başarılı biçimde yapıldığı, mesajın tam olarak verildiği belirtilmelidir. Büyük Türk medyasının o gösterileri coşkuyla nakleden yayınlarını izleyen herkes ve Batı kamuoyu, burada, Türk faşizminin sembollerini taşıyan, işaretlerini veren şiddet yüklü grupların sürüklediği kalabalıkların bütün şehirlerinde sokak ve meydanları teslim aldığı bir Türkiye görmüştür. Neredeyse iki hafta boyunca büyük medyanın saldırı ve linç teşebbüsleri halindeyken bile övgülerini esirgemeyerek sunduğu “Türkiye” buydu. Bu “Türkiye”nin bırakın Kürt sorununu, hiçbir sorununu, değil uygar ve demokratik biçimde çözmesi tartışabilmesi dahi mümkün değildir elbette.
“Yetkililerimiz” daha bir süre dar görüşlülüklerini, çapsızlıklarını ve bu ülkeye onca kan ve gözyaşına mal olan, yaratıcı potansiyelini dumura uğratan paranoyalarını bu “Türkiye”nin ardına sığınarak, onu destekleyerek gizleyebilirler.
Ama Türkiye’nin bu “Türkiye”den ibaret olmadığını, tam tersine o “Türkiye”nin ne yazık ki hâlâ öne çıkabilen ilkel güdü ve korkularımızın eseri olup, uygar, demokratik ve yaratıcı çözümlere açık Türkiye’nin onu bir kalıntıya indirgemeye muktedir olduğunu bilmek ve bunu özellikle bu Kürt sorunu bahsinde kanıtlamak da bize düşüyor. Yani Türk ama önce insan ve tüm insanlarla eşdeğer ve kardeş olduğuna yürekten inananlara.
(*) Şüphesiz RP-FP’nin bir yapısal düzenleme projesini gerçekleştirebilecek siyasal kombinezon ve iradenin dışına itilmesi, sırf bu basit ve yüzeysel mantığa indirgenemeyecek sosyo-ekonomik çıkar ve hesapların da sonucudur. RP-FP’nin ordu ve yerleşik büyük sermayenin esasını oluşturduğu düzen güçleri ile uzlaşmak, eriyen “klasik” merkez sağın boşluklarını doldurmak, o konuma gelme icazetini alabilmek için gösterdiği çabaların neden -şimdilik- sonuç veremediğinin ayrıntılı anlatımları Birikim’in sayılarında okunabilir.