Türkiye Cumhuriyetinin 75. kuruluş yıldönümünün kutlandığı günlerde, rejimin çürümüşlüğünün boyutlarını ele veren skandalların zirveye çıkması, devlet düzeninin üç çeyrek asırlık yaşamının en bunalımlı dönemine girmesi, sadece kötü bir tesadüf değildir. Son birkaç yılda giderek hızlanan bir ivme kazanan rejimin çözülmesi süreci, İttihat ve Terakki’nin siyasal ideallerini benimsemese de, onun siyasal pratikleri ve devlet anlayışıyla tahayyül dünyası biçimlenmiş olan cumhuriyet kadrolarının toplumu yönetme anlayışının iflas edişinin doğal sonucudur. Unutmamak gerekir ki, İttihat ve Terakki, Türkiye’deki siyasal kültür ve siyaset pratiğinin günümüze kadar etkili kalan başat koordinatlarını yerli yerine koymuş, Cumhuriyet rejimi açısından kurucu işlev görmüş bir harekettir. Bu nedenle, bugün yalnız laikçi-devletçi kampın yönetici kadroları değil, aynı siyasal kültürün ürünü olan sağ muhafazakâr cephenin kadroları da benzer biçimde iflas işaretleri vermektedirler. Hızla kentlileşen, eskisine nazaran çok daha hareketli olan ve kendi içinde farklılaşan toplumu geleneksel yöntemlerle denetim altında tutmak zorlaştıkça, devletin, kendi kanunlarını çiğneyerek, yasadışı yollarla denetim ve sindirmeyi sağlamaya çalıştığına şahit oluyoruz.
Çürümenin işaret ve kokuları, şahsi menfaat güden birkaç devlet görevlisinin sorumsuz davranışlarından gelmemektedir. Durum böyle olsaydı, buna çürüme demek abartılı olurdu. Türkiye’de rejimin çözülmesinin arkasında yatan çürümenin aktörleri içinde, son üç cumhurbaşkanı da dahil olmak üzere, 1980’lerden beri başbakanlık ve bakanlık koltuklarında oturmuş kişileri, askerî şahsiyetleri ve bütün bu çürümenin düğümlendiği güvenlik ve yargı işlevleriyle yükümlü kadroları birlikte değerlendirmek gerekiyor.
Hemen belirtmeliyiz ki, çürümenin aktif aktörleri mülki ve sivil siyasal kadrolarsa, bu sürecin pasif aktörleri de sivil toplumun içinde işadamı, sendikacı, memur, seçmen, vs... kılıkları içinde yer alıyorlar. Bu açıdan bakılınca, Türkiye’nin devlet düzeni ve toplum yapısı olarak içinde boğulduğu çözülme sürecinin bütünsel bir toplumsal olay olduğu, sihirli bir değneğin dokunmasıyla, velev ki, bu ucu süngülü bir değnek olsun, bu durumun birdenbire ıslah edilmesinin imkânsızlığı ortaya çıkıyor.
Ama çözülmenin bütünsel bir toplumsal olay olduğu ve bu nedenle, mucizevi bir ilaç veya ameliyatla kısa zamanda tedavisinin mümkün olmadığının tespiti, bu tespit ne kadar doğru olursa olsun, bir tehlike potansiyeli taşıyor. Çözülme ve çürümenin gerçek boyutlarının ve bunun tedavisi için gerekli tasarrufların bedelinin bilincine varır varmaz, bunun bir toplumsal psikoz ortamı yaratma ihtimali yüksek. Diktatoryal emelli girişimler, nihai hedeflerine ulaşmak için, genellikle, bu tür toplumsal psikoz ortamından istifade etmeye çalışırlar.
Bu açıdan bakınca, “çözülme halinden kim sorumludur?” sorusuna, iç devletin yetkili kişilerinin verdiği iki farklı yanıt farklı bir anlam kazanıyor. Birinci tür yanıtta, rejim ve/veya devlet aleyhtarı oldukları kabul edilen akımlar, kısaca “irtica ve bölücülük”, onların siyasal liderliğini ya da kanaat önderliğini yapan kadrolar (“sözde aydınlar”) ve bunları destekleyen dış güçler sorumlu gösteriliyor. Bunalımın kökenleri araştırılırken, bir asırdan beri verilen klasik yanıtın yeni bir tezahüründen başka bir şey değil bu yanıt. Ikinci yanıt ise, rejim ve devlet aleyhtarı iç ve dış güçleri sayıp döktükten sonra, çürüyüp kokuşmaya başlamış, bütünüyle menfaatperest ve bir o kadar basiretsiz ve cibilliyetsiz insanlardan oluştuğu varsayılan siyasî kadrolara esas sorumluluğu yüklüyor.
Birbiriyle çelişkili olmayan, sadece vurguları farklı olan bu iki yanıt, kendi öznel ve dar bakış açılarından belli bir doğruluk payı içeriyorlar. Hattâ bu iki farklı yanıtın işaret ettikleri olguların birbirlerini karşılıklı olarak beslediklerini ve bunun hem rejimin hem toplumun bunalımını daha da ürkütücü kıldığını söylemek daha doğru olur. Ama bu tesbitleri kabul ederken, ustalıkla yerleştirilmiş bir tuzağı, yukarıda işaret ettiğimiz tehlike potansiyelini gözden kaçırmamak gerekiyor.
Rejimin çözülmesi ve giderek artan şiddette bir bunalım girdabına sürüklenmesini yukarıdaki türden yanıtlarla açıklamaya çalışmanın arkasında yatan taktik hedef, rejimin ve toplumun kendi olanaklarıyla arınıp, yenilenmesinin mümkün olmadığını kabul ettirmektir. Bu tespit kabul edildikten sonra, “ne yapmalı?” sorusuna verilecek yanıt kendiliğinden gelir: Çürüme ve kokuşmaya bulaşmış siyaset zümresi dışından oluşacak; rejim aleyhtarı “gerici, bölücü ve muhalif odaklara” karşı balyoz harekâtları düzenlemeye, topluma rağmen ona çeki düzen vermeye kadir kişilerin yürütme yetkisini ellerine aldıkları; “bozulan devlet otoritesini tesis etmekle görevlendirilmiş”, parlamento dışı bir arınma ve reform hükümeti. Belli başlı siyasal konularda zaten MGK’nın askerî kanadı lehine kısmen devredışı kalan parlamento ve hükümetin bütünüyle kredibilite kaybetmesinden yararlanarak pekiştirilecek bir “iç devlet hükümeti” ve onun biçim vereceği bir ara rejim sürecidir bu. Bu iç devlet hükümetinin Çankaya hükümeti biçiminde mi, yoksa daha az örtük bir MGK hükümeti biçiminde mi tecelli edeceğini, son Korkmaz Yiğit kasetlerinden sonra, içine Demirel’in yakın çevresini de alan kirli dosyalar aracılığıyla verilen ölüm-kalım savaşının sonucu tesbit edecek.
Rejim aleyhtarı “iç düşmanların” ve basiretsiz siyasal kadroların rejimin çürümesinde esas ve belki tek sorumlu olarak gösterilmesinin ardında yatan tuzak, çürüyen rejimden demokratik bir silkinişle çıkma fikrinin alternatifi olan bir askerî-otoriter çözüme kamuoyunu hazırlamaktır. Bu nedenle, çözülme ve çürümenin iç devlet güçlerine kadar uzanan kökleri ifade edilmeye başlanınca, devlet terörü anında devreye girmekte, ifşaatta bulunanlar, sakıncalı konularda konuşmaya yeltenenler tutuklanmakta, medyaya kapsamlı bir otosansür uygulatılmaktadır.
Halbuki bugün ortaya çıkan genel çürümüşlük halinden, DYP-SHP hükümeti büyük ölçüde, onu izleyen RP-DYP koalisyonu kısmen sorumludur. 1980’lerin büyük bölümünde Türkiye’ye egemen olan Özalizm de çürüme ve çözülmenin önemli bir etmenidir, ama esas kaynağı değildir. Örneğin ANAP’ın Korkmaz Yiğit vakasıyla deşifre olan özelleştirme pratikleri, sadece Özalizme özgü bir pratik değil, Cumhuriyet devletinin kuruluşundan beri yürürlükte olan patronaj geleneğinin doğal bir devamıdır.
Bütün bu etmenlerin yanında, çözülme ve çürümenin bu boyutlara varmasının en önemli sorumlusu 12 Eylül rejimidir. Bugünkü düzenin ana hatlarını 12 Eylül askerî darbesinin sivil ve asker kurmayları çizmiş, siyasetin olağan süreci içinde kendini yenilemesini engellemiş ve siyaseti uzun bir yasaklar listesine mahkûm etmişlerdir. Kürt sorununu çetrefilleştiren, bölgede PKK’ya propaganda zemini hazırlayanlar, 12 Eylül tasarruflarıdır. Kürt kökenli yurttaşlara dışkı yedirenler, boşaltılması için köy yakanlar, faili meçhul yüzlerce cinayet tertipleyenler devletin “zinde güçleri”dir. Koruculuk sistemini getirerek “mafya-korucu-Özel Tim” çeteleşmesinin önünü açan, Olağanüstü Hal Bölgesinde onyıllarca sürecek silâhlı çıban başlarını yaratan, 12 Eylül yönetimi ve onların dalkavuklarıdır. Ülkücüleri devlet bünyesi içinde yedek vurucu güç olarak kullanma pratiğini sistemleştirenler, 12 Eylül paşalarıdır. Bugün riyakâr biçimde resmen dehşetle keşfettiğimiz, ama istisnasız tüm siyasal sorumluların 1990 başlarından beri bildiği, devlet içindeki çeteleşmenin zeminini ve ilk adımlarını atan sorumlular, 12 Eylül’ün sivil ve askerî kurmayları ve onların açtığı yolu izleyen mülki erkândır. Benzer biçimde resmî İslâmın devlet ve toplum içindeki yerini pekiştiren (zorunlu din dersi, Alevi köylerine zorla cami inşâsı,...) de 12 Eylül icraatları değil midir?
Çözülmenin sorumluları aranırken, 12 Eylül rejimini unutmak, çözülme ve çürüme denizinde boğulurken, kurtarıcı diye bir kez daha aynı yılana sarılma tehlikesini içeriyor.
Topluma daha katı otoriter bir çözüm dayatmak ve bunu toplumun rızasını alarak gerçekleştirmek isteyen çevreler için, içinde bulunduğumuz şiddetli bunalım dönemi ideal bir ortamdır. Çünkü toplumların çözülme devirlerinde o güne kadar içe atılan, bastırılan ne varsa gündeme gelir. Bastırılanların gün yüzüne çıkmasından sonra, o güne kadar davranışlara çeki düzen veren normlar, bilinçsiz biçimde dört bir yana savrulmayı engelleyen kurumlar, düzenleyici işlevlerini yitirirler. Toplumsal yapının kendini yeniden üretmesi için gerekli orta-uzun vadeli hedeflerle ilgili kaygılar ikinci plana atılır. Her şey kısa vadeli varoluş kaygısının, kör aklın esiri olur. O güne kadar iyi kötü bastırılmış, dizginlenmiş iç itilimler su yüzüne çıkarlar. Bu dönemde, daha sonra hatırlanması rahatsızlık veren ve uzun dönem hem kurumlarda hem de toplumsal bilinçte yaralar bırakan gelişmeler olur. Bu bir çeşit toplumsal boşalmadır. Bu boşalmadan sonra, ne pahasına olursa olsun, istikrar beklentisi de giderek şiddetlenir ve toplumda bir saplantı haline dönüşür. Bu dönemlerde otoriter, diktatoryal öneriler can simidi gibi algılanırlar.
Türkiye’nin de son aylarda hızla böyle bir sürece girdiğini söyleyebiliriz. Toplumsal histeri boyutlarına varan hamaset milliyetçiliği, otoriter restorasyonun yuvasını hazırlamaktadır. Hele bu histerinin bir toplumsal çılgınlık nöbetine dönüşmesinin ardından doğacak suçluluk duygusu içinde, toplumun kendini otoriter ve huzur verici efendilerinin güvenli kucağına bırakması daha da kolay olacaktır.
Ama Türkiye’nin yakın tarihi, bu otoriter-diktatoryal pratiklerin de bunalımın uzun vadeli çözücüsü olmadığını gösteriyor. Askerî darbelerin ardından ısmarlama dikilen anayasa, seçim sistemi ve siyasal partiler kanunlarına, vs... rağmen, geleneksel sacayakları üzerinde durmakta giderek zorlanan otoriter ve merkeziyetçi yapının, MGK hükümetleri aracılığıyla suni teneffüsle yaşamını çok fazla uzatmanın mümkün olmadığı giderek ortaya çıkıyor. Bunun yarattığı varoluş korkusuna tepki, kendini devletin sahipleri olarak görenlerin daha saldırganlaşması, tepeden inmeci ve güdümlü modernleştirme projesinin daha uç tasarruflarını sahnenin önüne sürmesi biçiminde tezahür ediyor. YÖK yönetmeliğinin, faşizan rejimlerin pratiklerine daha açık biçimde benzeyen değişikliklerle yürürlüğe sokulması bunun küçük ama anlamlı bir işaretidir.
Kuşatılmış ve dışlanmış ülke psikolojisinin de beslediği, hastalıklı bir milliyetçiliğin bilinçlere egemen olduğu bir döneme girdik. Bu saplantılı, saldırgan söylemli ama aslında şaşkın ve ürkek milliyetçiliği, dozu giderek artan bir otoritarizm tamamlıyor.
Ne bir tarih bilincine ne de oturmuş, hazmedilmiş bir kültür mirasına dayanan hamaset milliyetçiliğinin yıllarca yoğurduğu bilinçlerden, çözülme devrinin şaşkınlığı içinde, otoriter ve bağnaz bir söylem ve pratiğin üremesi doğaldır. Yabancı devlet temsilciliklerinin kapılarında vize almak için her gün daha fazla aşağılanırken, “en büyük Türkiye” diye daha fazla haykırmak da bu bunalımın ifadesidir. Çocukluğundan beri “bir Türkün dünyaya bedel olduğu” inancıyla, şanlı atalarının fetih hikâyeleriyle bilinci biçimlenenlerin, günümüzün çözülme süreci içinde, giderek daha fazla kişilik bozukluğu göstermeleri de doğaldır.
Hamaset milliyetçiliğinin dünyasıyla uyuşmayan gerçek dünyanın olguları kendilerini empoze edince, buna tepki olarak, daha fazla muhafazakâr, daha fazla saplantılı milliyetçi ve daha fazla otoriter bir tavır egemen oluyor. Siyasal ve toplumsal yaşamda demokratikleşme adına son yıllarda yapılan reform girişimlerinin içinde aynı muhafazakâr, milliyetçi ve otoriter ögelerin yer alması bir rastlantı değildir. Türkiye toplumu, modernleşme projesinin taşıyıcılarının kendilerinin katı biçimde muhafazakârlaşıp, otoriterleştiği bir kısır döngü içinde boğuluyor. Devletin içinde ve çevresinde yuvalanmış çetelerin elebaşları da, bu hastalıklı milliyetçiliğin, onların “devlet ve milletin bekası” için yaptıkları eylemlerini anlayışla karşılamalarını bekliyorlar. Bu beklentilerinin de bugüne kadar boş çıktığı söylenemez.
Otoriter-muhafazakâr siyasal geleneğin bir ayağı devlet dışında, bir ayağı devletin içinde örgütlenmesinin öncü adımları DP döneminde atıldı, sistemli biçimde örgütlenmeye ise 1960’larda başlandı. Bugün bir kısmıyla tanıştığımız, siyasetçi-devlet bürokrasisi-ülkücü militanlar-mafya bağlantılarının ilk düğümleri 1960’larda atıldı. İtalya’da Gladyo’nun teşkilatlandırıldığı dönemlerde, benzer bir teşkilatlanma NATO savunma stratejisi içinde, CIA aracılığıyla Türkiye’de de oluşturuldu. Bugün “irtica ve bölücülüğün” gördüğü, olağanüstü durum yönetimini meşrûlaştırma işlevini o dönemde gören “komünizm tehlikesine” karşı teşkilatlandırılan “Komünizmle Mücadele Dernekleri”, yerli Gladyo’nun sivil ayağıydılar. Bunun devlet içindeki resmî ayağı ise Kontrgerilla teşkilatıydı. 12 Mart darbesini izleyen dönemde, özellikle 1970 ortalarından itibaren, bu teşkilat, Ülkü Ocaklarını destek güç olarak yoğun biçimde kullanarak bir dizi provokasyon, suikast ve katliam düzenledi. 12 Eylül darbesine meşrû kılıf verecek ortamı hazırladı.
12 Eylül’den sonra siyasal özerkliğini kaybeden MHP’nin kadroları, bu kez bilinçli biçimde sağ muhafazakâr partiler ve devlet aygıtı içine alındılar. Aynı dönemde Türkiye, uyuşturucu “imalat ve ihracatçıları” ile tanışıyordu. O tarihe kadar, hafif uyuşturucu sayılan ve kârlılık oranı göreli düşük esrar ve benzeri maddelerin pazarlamasını yapan küçük “işletmeler” vardı. 12 Eylül darbesinden sonra, kimyevi işlemden geçirilmiş, ağır uyuşturucu sayılan maddelerin Türkiye içinde üretilmesi, bu “malların” Türkiye’den transit geçişi ve Avrupa ülkelerinde pazarlanmasıyla meşgul olan “işletmeler” hızla büyüdüler. 1980 sonrası birdenbire parlayan birkaç zenginin servetinin arkasında, bu uyuşturucu sektöründe gerçekleştirdikleri sermaye birikimi yatıyor.
Yasadışı yollardan oluşan bu sermaye birikimini ve onun belirlediği işadamı tipini ele almadan önce, Türkiye’de İttihat ve Terakki’den beri süregelen yerli burjuvazi yetiştirmek ve bunun “devletin burjuvazisi” olmasının koşullarına dikkat edilmesi siyasetini ele almak aydınlatıcı olur.
Türkiye’de işadamları yalnız servetlerini değil, toplum içindeki konumlarını da devlete borçludurlar ve bunun bilincindedirler. Bu işadamları zümresi kabaca ikiye ayrılır. Birinci grupta, geleneksel cumhuriyet burjuvazisi yer alır. Devlet destek ve himayesinde palazlanan bu işadamları, bildiğimiz kadarıyla, yasal olmayan işlerden servet edinmek teşebbüsünde bulunmadılar. Belki buna ihtiyaçları yoktu. Çünkü kamu sektörü ve iktisat politikaları, bu kesimin sermaye birikimi ihtiyacına yeterli olacak düzeydi.
Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ailelerin servetleri, farklı derecelerde olsa da, bu politikalar sayesinde günümüzdeki boyutlara ulaştı. Devlete medyun bu işadamlarından, devlet de her zaman mutlak bir sadakat bekledi. TÜSİAD’ın Bülent Tanör’e hazırlattığı demokrasi raporuna bu geleneksel işadamları çevresinin gösterdiği tepki, MGK’nın asker üyelerini arayarak, raporda yer alan görüşlere şahsen katılmadıklarını bildirmeleri, bu patronaj ilişkisinin küçük ama anlamlı bir tezahürüdür.
Yukarıda belirtilen geleneksel işadamı zümresinin yanında, 1980’lerde, Özalizmin önünü açtığı ikinci bir işadamı zümresi boy verdi. Bu grupta yer alan işadamlarının, eski zümreden önemli bir farkı, sermaye birikimlerinin kaynaklarının en azından bir bölümünün tartışmalı olmasıdır. Şaibeli devlet ihaleleri ve arsa tahsisleri, karapara aklanması, uyuşturucu kaçakçılığı, haksız krediler, hayali ihracat gibi yollarla edinilen servetlerin korunması ve güçlendirilmesi, sadece devletin korumasıyla yetinemeyeceği için, mafyalaşmış silahlı güçlerin destek ve korumasına ihtiyaç vardı. Bu zümre, 12 Eylül paşalarının, özellikle Recep Ergun’un, “doğru yola girmiş milliyetçi delikanlılar” olarak gördükleri, ülkücü kökenli çetelerin yan desteğine başvurmak ihtiyacı duydu. Aynı zamanda, suyun kaynağının nereden geldiğini iyi bilen bu mafyalaşmış çeteler, işadamlarıyla, onlar istemese de, tehditle işbirliğine girdiler. Bu çember içinde yer alan her işadamı hakkında her an kullanılacak bir dosya hep hazır tutuldu. Böylece Turgut Özal ve cin fikirli şürekası, yasadışı alanlarda (uyuşturucu) veya yasadışı biçimde (hayali ihracat) biriken sermayenin, yasal alana çekilmesini örgütlerken, illegal alanın kural ve insanlarını da iş dünyasının göbeğine taşıdılar. Turgut Özal’ın aile çevresi de, bu ilişkilerden nemalandı.
Devletin içindeki neo-feodal güçler de, çeşitli amaçlarla, bu ilkel sermaye birikimi sürecinde yer aldılar. CHP milletvekili Fikri Sağlar’ın epeydir dile getirdiği, OHAL bölgesinde uyuşturucu yakalanmaması olgusunu bu açıdan değerlendirmek mümkün. Emniyet Müdürlüklerinde kurulu havuzlarda toplanan paraların hiyerarşik biçimde, en üstten en alttaki memura kadar paylaşıldığı söylentileri ayyuka çıktı. Örneğin her trafik noktasından trafik polisinin havuza getirmesi gereken günlük miktarın belirlendiği, yakalanan kaçak malların bir kısmına, yeniden satmak üzere polisin el koyduğu bir mekanizma sistemleştirildiği iddia ediliyordu. “Memurunun işini bildiğini” övünürek ifade eden bir hükümet başbakanının yönettiği bir devlette bunların olmasına değil, olmamasına şaşılır. Bazı emniyet müdürleri, hattâ sıradan polislerin, gümrük görevlilerinin, bu yasadışı gelirlerini fütursuzca gayrimenkule yatırmaları, bu paylaşım mekanizmasının arkasında yatan yarı resmî desteğin karinesi değil midir?
1980 ortalarında, kaçakçılık işlerinden başdöndürücü bir hızla zenginleşenlere iki yol açıldı. Ya Turgut Özal ve ekibinin onlara önerdiği gibi, uyuşturucu sektöründen çekilecekler ve sermayelerini yasal alanlarda değerlendireceklerdi ya da bu alanda faaliyetlerine devam edecekler ama devletin gazabına uğrayacaklardı. İşbitirici iktidar, uyuşturucu işinde denizin tükendiğini münasip bir lisanla hatırlattı. Birkaç gemi battı, birkaç kişi yakalandı. Sektörde kalmak isteyenlerin arasındaki iç hesaplaşmada, epey adam öldü. Ama hükümetin istediği bir ölçüde gerçekleşti. Örneğin Lice’de 1980 başlarında faaliyet gösteren uyuşturucu laboratuvarlarının sahipleri, bu sektörden ellerini çekerek, sermaye birikimlerini yasal alanlardaki ticari yatırımlara yönelttiler. 1990 sonlarında, hükümete nasıl iktisat politikası izlemek lazım geldiği konusunda ders veren ve kendilerini cumhurbaşkanının tebrik ettiği sorumlu işadamları oldular.
Ama uyuşturucu sektöründeki inanılmaz kâr hadlerine alışmış bu yeni sermayedarlar için yasal ticaretin en kârlı alanları bile cazip olamazdı. Ayrıca uyuşturucu işine girmemiş, ama bir an önce sermaye birikiminin safhalarını atlayıp, önde gelen işadamı olmak için eşinenler de vardı. Siyasal iktidar onlara ve diğer yasadışı işlerden para biriktirenlere hayali ihracat kapısını açtı. Turgut Özal ekibinin master planını oluşturduğu hayali ihracat furyası, ilkel sermaye birikiminin ikinci aşamasıydı. Uyuşturucu ve benzeri işlerden gelen sermayenin ehlileştirilmesi teşebbüsüydü bu. Hayali ihracat, kaçakçılığın yüzkızartıcı olmaktan çıkarılması ve bu sektördeki “işadamlarının” ticari kredibilite kazanmasının bir adımı oldu. Bu ehlileştirme operasyonunda elbette devlet kaynakları kullanıldı. Sadece ihracat teşvikleriyle değil, devlet ihaleleriyle, kamu arazilerinin yağmalanmasıyla, kamu bankalarının sağladığı ucuz, hattâ geri dönmeyen kredilerle, uyuşturucudaki kâr alanları kadar olmasa bile, çok yüksek bir rantabilite imkânı sunuldu. Hayali ihracat, aynı zamanda, uyuşturucu ve haraç yoluyla elde edilen karaparanın aklanmasını da sağlıyordu. Esas işlevleri bu karaparayı aklamak olan saygın işadamları, bankacılar türedi.
Bu önlemler uyuşturucu sektörünü elbette daraltmadı. Ticari saygınlık elde eden, Türkiye’nin büyük işadamları arasına giren eski uyuşturucu kaçakçılarının yerini ikinci kuşak aldı. PKK’nın da artık içinde bulunduğu bu sektörde, bilindiği gibi, devlet eliyle bir temizlik operasyonu gerçekleştirildi. Tansu Çiller başbakanlığında, PKK destekçisi olduğu iddia edilen uyuşturucu kaçakçılarına karşı ülkücü şebekeler desteklendi. “Vatansever tosuncuklar”, Kürt kökenli bazı “işadamlarını” tasfiye ettiler ve onların yerine pazardan pay aldılar. Örneğin Yaşar Öz, “PKK’ya karşı istihbarat faaliyetinde uyuşturucu işiyle ilgilendiğini” mahkeme önünde ifade ederken, kendisini devletin görevlendirdiği birisi olarak kabul edilmesini talep ediyordu. Doğrusu da buydu. Mehmet Ağar’ın merkezinde bulunduğu şebeke, uyuşturucu kaçakçıları (örneğin Nurettin Güven), ülkücü sabıkalılar ve her ikisi birden olanlardan (örneğin Abdullah Çatlı) oluşan gerçek bir çeteydi.
Bu çeteden başka, içinde Çakıcı’nın da bulunduğu ikinci bir ülkücü kökenli çete de devlet ve “işadamlarıyla” yakın ilişkisini devam ettiriyordu. Bu arada “Yeşil” Mahmut Yıldırım’ın bağlantılı olduğu ve bir yandan MİT, diğer yandan da -tuğgeneral Veli Küçük’le bağlantılı olduğu söylenen- JİTEM’le ilişkili bir diğer çete daha olmalı. Bunlar da “bölücü kırmak” işinin yanında, uyuşturucu kaçakçılığının bir ucunu tutuyor olmalıydı. İran’dan giren uyuşturucunun Özel Tim’in zırhlıları ve hattâ askerî araç ve helikopterlerle taşındığına, bunların birkaçı iş üzerinde yakalanınca şahit olduk. Doğu’da olağanüstü halin devam etmesi, önemli bir gelir kaynağı yaratmış ve “milliyetçi tosuncuklar” bu kaynakların başına ve etrafına yerleştirilmişti.
Bunların yanında, arkalarındaki devlet desteğini kullanarak arazi paylaşımı ve turizme yönelenler oldu. Medyada Çatlı, Kocadağ ve Bucak’ın Susurluk kazasından önce ünlü uyuşturucu kaçakçısı Sarı Avni’yle turizm arazisi satın alınmasını görüştükleri yazıldı. Kuşadası’nda, Bodrum’da mafya ve çete bağlantılı “turistik tesisler” boy verdi. Turistik tesislerin hem kolaylıkla zarar hem de döviz girdisi göstererek karaparayı aklama olanakları daha yüksekti.
Özalizmin “devleti küçültme” girişimi, polis-asker devletini büyütme, hukuk devletini küçültme olarak uygulanınca, kısa zamanda felç olan yargının yerini giderek tahsilat çeteleri aldı. İçlerinde bol miktarda polisin de bulunduğu bu çeteler, bir müddet sonra her türlü ihalede aracılık yapar hale geldiler. Gündelik ticari faaliyetler içinde, bu çevrelere ödenen “komisyon” neredeyse olağan masraf kalemleri içinde yer almaya başladı.
Kumarhane açma izniyle, ikinci kuşak kaçakçıların ehlileşmesi ve saygın tüccar olmalarının sondan bir önceki adımı atıldı. Son aşama ise, özelleştirmeler aracılığıyla hem karaparanın aklanması hem de Türkiye ekonomisi içinde hakim bir konum elde edilmesiydi. Açılan veya satın alınan bankalarla, karaparanın aklanmasının sürekliliği (kumarhaneler kapatıldıktan sonra bankacılık önem kazandı) ve saygın işadamı statüsünün artık bütünüyle pekiştirilmesi gerçekleştirildi.
Siyaseti, Özalizmin iyice bozup, çürüttüğü, son derece fırsatçı bir Ittihat ve Terakki geleneği içinde sürdüren yeni siyasal kadrolar için,bu “işadamları”, hem malî destek aracıydılar, hem de siyasal patronaj ilişkileri içinde çok kıymetli piyonlardı. Bunların bir kısmının medyaya girmesi sağlandı. Böylece geleneksel medya patronlarının mali kolaylıklar karşılığı iktidara medyun olmalarına ilaveten, kendisi hakkındaki dosyalarla eli kolu bağlı olduğu için ona arka çıkan siyasal güçlere daha fazla bağımlı olacak yeni medya patronları ortaya çıkarıldı. Ama Korkmaz Yiğit vakasında bu kez beklenmedik biçimde tökezlenildi.
Bu işleri daha profesyonel biçimde yapanlar, örneğin daha sonra İçişleri bakanı olan, eski bir Emniyet Müdürü, pavyon, kumarhane ve beş yıldızlı otellerdeki “ahlâka mugayir” durumları belgeletip, dosyalar hazırlayarak, birçok işadamı ve siyasetçinin desteğinin kesilmemesini bugüne kadar başardı.
Artık kesinlik kazanan bilgiler, devlet içinde ve etrafındaki çeteleşmenin sadece şahsi menfaat peşinde koşmak için kurulmadıklarını açık olarak gösteriyor. Çatlı’nın veya Çakıcı’nın durumunda olduğu gibi, devlet için “kurşun atmalarının” karşılığı olarak, tuttukları baldan birkaç kaşık da kendileri için almalarına göz yumulan yarı resmî çeteler bunlar. Özel işlerini görmek için kullandıkları sahte hüviyetleri başka, resmî işlerini kullandıkları sahte hüviyetleri başka. Hepsinin ülkücü hareket içinden gelmesi, çoğunun (örneğin Çakıcı) günümüzde de ülkücü hareketin tabanıyla organik ilişkilerini sürdürmeye devam etmesinin ardında, bu kişilerin, “biraz kaba saba olmakla beraber fedakâr vatanperverler” olarak bugün dahi algılanmaya devam etmesi yatıyor. Milliyetçiliğin ülkücüleşmesinin doğal sonuçlarından biri de bu.
Bütün bunları, sansasyonel taraflarını ikinci plana iterek ele alırsak, çeteleşmenin arkasında, bazen bilinçli olarak bazen de istemeden, iki tavrın yattığını görürüz. Birinci tavır, devletin kutsallığı fikrini perçinleyip, devlet eliyle yapılan her şeyin hikmetinden sual olunmaz meşrûiyeti olduğu inancını güçlendirenlerin sergilediği tavırdır. İkinci tavır ise, amaca ulaşmak için her yolu mübah kabul eden -bu anlamda “iş bitirici”- ve şahsını kamunun yerine ikame etmeyi fazilet sayan zihniyetten kaynaklanıyor.
Devleti kutsayan katı ve bağnaz geleneğin üçkağıtçı, köşe dönmeci liberalizmle izdivacından böyle bir hilkat garibesi doğdu. Eski emniyet müdürlerinden Recep Ordulu’nun, Mayıs 1997’de Gazete Pazar’da yayımlanan söyleşisinde, ”vatan kurtaran şabanlar” olarak kastettiği bu çevre, kanlı 1 Mayıs 1977’de olduğu gibi, ondan önce ve ondan sonra da var oldular. Ama yalnız şabanlık yapıp, başka güç odakları tarafından kullanılmadılar. Kendi siyasal hedeflerine uygun bir stratejiyi sürekli canlı tutup (örneğin Alaattin Çakıcı’nın ANAP kongresinde genel başkanlığı alması için Mesut Yılmaz’a destek vermesi; MHP-DYP ittifakının Mehmet Ağar üzerinden tezgâhlanması; ANAP ve DYP içine yerleştirilen ülkücü kadrolar;....), kendilerini de maddi olarak kurtarma olanaklarıyla tanıştılar ve hattâ kendilerini özerk bir güç olarak görmeye başladılar. Mehmet Ağar’ın polis teşkilatının omuzlarında Emniyet Müdürlüğünden milletvekili adaylığına taşınması, safdil bir “vatan kurtaran şabanlık” olgusunun çok ötesinde yer alan bir siyasal projenin parçasıydı. Ülkücü camianın emniyet teşkilatı içinde elde ettiği egemen konumun, polis partisi olarak Meclis’e taşınması ve gücünün pekiştirilmesi stratejisinin önemli bir ayağıydı bu. Bu stratejinin bir yan ürünü devlet içinde çeteleşme oldu. Polisin ağır silâhlarla donanıp, orduya karşı alternatif bir güç olarak düşünülmesi fantezileri bile gündeme geldi.
Görüldüğü gibi sorun, çetelerin varlığıyla sınırlı değil. Kutsal, dokunulmaz ve güçlü devlet tapınmasıyla, iş bitirmenin, yolunu bulmanın ve kamu alanını şahsi mülkü gibi işgal edip, işletmenin ilginç bileşiminin sonucunda ortaya çıkan yapı, kör topal çalışan demokratik denetim mekanizmalarını da bilinçli biçimde etkisiz kılabildi. Bunu gerçekleştirmek için, hikmetinden sual olunmaz devlet sırrı kavramı ve Memurin Muhakemat Kanunu’nun koruyucu zırhları, polis ve yargı içindeki destekler yeterliydi. Meclis soruşturması mekanizmasının olur olmaz işlerde kullanılarak cılkının çıkarılması, partiler arası günübirlik pazarlık konusu yapılarak saygınlığını ve inandırıcılığını kaybetmesiyle, Meclis denetimi de anlam ve önemini yitirdi.
İçinde bulunulan son durum, MGK güdümünde ve sivil-asker bürokrat merkezli bir restorasyon yönünde kararlı adımların atıldığını gösteriyor. Mafya bağlantılarının kısmen tasfiye edileceği; partilerin “temiz siyaset” sloganı etrafında ve MGK güdümünde yeniden yapılanmasını sağlayacak temizlik hareketlerinin önünün açılacağı; gereğinde bunların zorlanacağı bu restorasyon girişiminin, otoriter ve bürokratik bir restorasyon hamlesi olarak tasarlandığı neredeyse açıkça ifade ediliyor. Bu restorasyon, aynı zamanda, 1996’dan beri adım adım yerleşen MGK hükümetleri rejiminin ve dolayısıyla TSK hiyerarşisinin tüm siyasal ve mülki yapı üzerindeki vesayetinin perçinlenmesinin bir aracı olacak. Ne acıdır ki, bu gelişme, “irtica korkusu” içinde yanyana gelen sivil inisyatiflerin anlayışlı bakışları altında gerçekleşecek. Çeteleşmenin, çürümenin, çözülmenin köklerinin, en diplerde, pretoryen cumhuriyet anlayışından beslendiğini toplum kavrayana kadar, bu devrevi bunalım ve devrevi askerî restorasyon fasit dairesinden kurtulmak, korkarız mümkün olmayacak. Ta ki demokrasiyi, toplumun kuruluş ilkesi olarak algılayacak ve bunun önderliğini yapacak bir siyasal-toplumsal hareketin Türkiye’de toplumsal tahayyül üzerinde etkili olmasına kadar.