Birikim Okurlarının Dikkatine

Aşağıdaki yazı, Ömer Laçiner’in Birikim’in 114. sayısında çıkan “Yerlilik Sirkinin İki Arslanı” başlıklı yazısına cevap olarak gönderilmiştir.

Cevap hakkına duyduğumuz saygıdan ötürü, bu yazıyı yayımlarken, “tartışma”yı sürdürmeyi gerekli görmüyoruz. “Cevap”a ilişkin takdiri de okurlara bırakıyoruz.


Meğer ben Birikim dergisine ne sövgüler yağdırmışım, ‘ağzımdan köpükler saçarak’ neler söylemişim. İnanın, Sn. Ömer Laçiner’in 114. sayınızdaki “Yerlilik Sirkinin İki Arslanı” başlıklı yazısını okuyunca bir an kuşkuya kapılmadım değil; o yüzden Yeni Şafak’ta kaleme aldığım iki yazıyı açıp yeniden okudum. Sonra Sn. Laçiner’in az çok bir “savcılık iddianamesi”ni andıran “tanıtım” yazısını göz önüne alarak, bendeniz Bay Hakan Arslan da hiç değilse Birikim okurlarının adil bir yargılama hakkına sahip olması gerektiği düşüncesiyle bu yanıtı kaleme aldım. Bunu yaparken de Sn. Laçiner’in kimi yargılarını yorumlayıp düzeltmek gerekiyor. Sn. Laçiner’in eleştirileri, içinde “saçmalık” ve “ahmaklık” sözcükleri geçen bir tümcemle başlıyor. Yalnız Sn. Laçiner’i öfkeye boğan bu tümceye göz atmazdan önce, Birikim okurlarına kimi “tanımlamalar”dan oluşan bir dizelge sunmak istiyorum:

“(1) bozbulanık bir Türklük şişinmesi; ülkücü terör; korkunç terör; yaltaklanma; acaiplik; garezkâr, husumet; tuhaflık; riyakârlık; narsisizm; hiçbir şeye müstakil bir ilgi bahşetmeye ehil olmayan, sakat intihari/cinai; yalan; ikiyüzlülük; tahrifat; halk dalkavukluğu; nesebi gayr-i sahih düşünce tarzı; garabet; yer yer tüyler ürperten yazılar; yanaşmacılık; şovenizm; mana boşluğu; vehamet; aciz; (2) aptallık; sivrizekalılar; kültür varlıklarını talan edenler; vandalizm ritüeli; vandalizm sağcılık için hak; vulger; paranoyak; bayağılığın övgüsü; yöresel bencilik; talancılık; sağın vatanı talan etmedeki iştahı; savaşkan; bu ülkeyi dağlara çadır kurarak ele geçirdiğini sanan, kendilerini Vahşi Batı’nın Kızılderilileri türünden yerli sayan kendini bilmezler; köksüz bir vandalizm; göçebe vahşeti; hem ben bu ülkeyi geldim fethettim de, ben de hadi beğenmiyorsan terket bakalım diye diklen; korsanlık; özünde şiddet bulunan; çıkarcı; bu ülkeyi silah zoruyla aldıklarını söyleyip şenlik yapanlar; ...”

Bütün bunlar derginin “Yerlilik” izleğini işleyen 111-112. sayısından. Bu tanımlamalar, “saçmalık” ve “ahmaklık” sözcüklerine oldukça içerleyen Sn. Laçiner’in gözünden kaçmış anlaşılan. Yok, Birikim (Ulus Baker’in belirttiğince) resmî formalitenin dışında bir “genel yayın yönetmeni bulundurmadığı” ve “özgür bir düşünce platformu dergisi” olduğundan, Sn. Laçiner’in bu tanımlamalara ya da bunların geçtiği yazılara kişisel bir itirazı olmuşsa kendisine teşekkür ederim. Ama kendisi de bunlarda itiraz edilecek bir yön bulmadıysa, Bay Hakan Arslan’ın yazdıkları için kullandığı üslûp biraz saldırganca oluyor. Bir şey daha eklemeliyim: Yukarıda (2)’yle belirtilen alıntıların hepsi tek bir yazıdan. Ancak bu yazının tek başına bir günah keçisine dönüştürülmemesi için, (1)’le başlayan kısım diğer yazılardan alıntılarla oluşturuldu. Ve lütfen, bu alıntılar için “tahrif edilmiş”, “bağlamından koparılmış” gibi şeyler söylemeyin. Çünkü bazıları yorum gerektirmeyecek kadar açık, bazıları da daha incelikli bir üslûpla aynı “tepeden bakış”ın izlerini taşıyor. Dahası bu türden bir suçlamayı benden çok, Sn. Laçiner’in benim tümcelerimi yorumlayış biçimi hak ediyor kanısındayım. Şimdi Sn. Laçiner’in eleştirilerine geçebiliriz.

“Tipik Türk sağcısı beyefendi”nin tanıtımına şu tümceyle başlanıyor: “Okurlarımız Birikim’in ‘yerlilik’ özel sayısını bir bütün olarak zihinlerinde canlandırıp Bay Hakan Arslan’ın şu aşağıda yazdıklarını değerlendireceklerdir. Çünkü Bay Hakan Arslan dosyadaki tek tek yazarlara değil, derginin bütününe dair konuşmaktaymış.” Peki Bay Hakan Arslan bunu hangi saygısız üslûpla dile getirmiş? Yeni Şafak’taki ilk yazımda şöyle diyorum: Burada uzun boylu bir teorik tartışmaya girişme imkânım yok: Bu hem oylumlu bir yazı ve bir dergi dolusu yazarla tek tek polemiği gerektiriyor, hem de gazete okurunun sabrını fazlasıyla zorlamak anlamına geliyor. Ancak derginin bütününden yansıyan kimi “kavram” ve “görüşler”e bir göz atmakta yarar var (Elbette bazı yazarlarının bakış açısı bu çerçevenin dışında kalıyor; ama yazarların büyük bir bölüğünün bakışı az çok söylediklerimizle çakışacaktır). Böyle saygısız bir üslûp kullandığım için Birikim okurlarından ne kadar özür dilesem boş. Ama insan sinirlerine hakim olamayınca, bu türden yenilir yutulur yanı olmayan laflar ediveriyor. Sn. Laçiner’in “tanıtım” yazısında iki sayfa boyunca yerden yere vurduğu tümcelerin tamamı da izleyen paragrafta yer alıyor. Önce Sn. Laçiner’in “ilk izlenimi de şöyleymiş” diye sunduğu paragrafı aktaralım:

İlk izlenim şöyle: Yazarların büyük bölüğü, kimilerinin “din, millet, vatan” gibi “muhayyel” saçmalıklara kapılma ahmaklığına kahkahayla gülerken, kendi aşkın ve kapsayıcı bakışlarının ne kadar “yerli yerinde” olduğunu göstermenin rahatlığını taşıyorlar. Önce son dönemin şu moda terimi, “muhayyel”den başlayalım. “Muhayyel” lafı her ne kadar buralı ve eskiymiş havası uyandırıyorsa da aldanmayın, yeterli mi? Çerçevesi çizilen anlamda (sınıf çatışması dahil) ne “kurmaca” değil ki? Sınıf çatışması maddi koşullara dayandığı için “reel”, “muhayyel millet” ve “milliyetçilik” ise uzaydan düşen anakronistik birer göktaşı. Söylemek istediğim solun “millet”e maddi bir karşılık bulamadığı değil; onu “muhayyel” veya (dış mihrakların; örneğin kapitalizmin etkisiyle) “yanılsama” sayınca hesabını gördüğünü sanması. Böyle olunca Paris komününde can verenlere yüreği burkulan adamın gözünde, Çanakkale’ye gömdüğümüz yarım milyon şehit “muhayyel bir ahmaklık”tan başka bir şey olmuyor. İşte sol bu yüzden “yerli” değildir.

Sn. Laçiner bu paragrafın ilk tümcesini alıntıladıktan sonra, hemen tanıyı koyuyor; birkaç tümceyi (“tahrif etmeden”) birleştirerek okuyacak olursak: “Entellektüel ahlâktan nasiplenmiş, muhatap ve muarızlarının söylediklerini tahrif etmeden edebince nakleden” biri olmaya yüz vermeyip “yalan ve tahrifat olduğu açıkça sırıtan sözlerle karşıtına saldıran kalemşörlerden bu zat, karşıtlarına her türlü aşağılık metodu kullanmakta haklı olduğunu düşünmekte, hattâ ne denli yalan içerirse içersin yeni ve infial yaratma dozu daha yüksek bir karalama metodu bulduğunda kendisiyle gurur dahi duyabilmektedir.”

Eyvah! Sn. Laçiner’in bu paragraftan çıkarsadıkları karşısında benim için tek bir umar kalıyor: Derhal bir ruhçözümcüye başvurup yazılarının görünmez köşelerine sinen sapkın, aşağılık ve töretanımaz düşüncelerden arınmak, düşünsel düşkünlüğümden sıyrılıp kendimi sağlamak. Neyse ki Sn. Laçiner sorunu kavramama yardımcı oluyor: “Birikim’de değil ‘din, vatan, millet’, tarih öncesinin totemik inançlarından dahi [abç.-HA] bahsedildiğinde, bunları ‘saçmalık’, bunlara kapılmayı ‘ahmaklık’ sayan bir dil ve onlara ‘kahkahayla gülen’ bir tavrın izi dahi olamaz.” Sn. Laçiner’e gösterdiği duyarlılıktan dolayı teşekkür ediyorum. Ama keşke aynı duyarlılığı, kendisinin imzasını göremediğim “Yerlilik” sayısındaki yazıları okurken de gösterseydi de benim yukarıdaki savunmaya karşı çıkışım yalnızca “sayrıl” bir nitelik taşısaydı. Olmuyor oysa; (1) ve (2) nolu alıntıların yeraldığı yazıların önemli bir bölümü yukarıdaki savunmayı hak etmiyor. Ayrıca benim Birikim’i “din, vatan, millet gibi muhayyel saçmalıklara kapılma ahmaklığına kahkahayla gülenler dergisi” olarak tanıtmak türünde bir kavgam yok. “Derginin bütününden yansıyan kimi kavram ve görüşler” demişsem, bunun nedeni de dosyanın sunuş yazısıdır. Sunuşta “Yerliliği bir mitos olarak, milliyetçi zihniyetin bir allı pullu yansıması olarak mahkûm mu etmeli, böyle bir kaygıdan sıyrılmalı mı? Yoksa, belki ‘yerlici’ ağızların söyleyegeldiğinden farklı da olsa, içinde sahtecilik, hayatiyet, sıcaklık barındıran bir toplumsallık rabıtası olarak yerlilikte kayıtsız kalınamayacak bir hakikat saklı mıdır?” diye soruluyor.

İşte yukarıdaki sorulara verilen yanıtlarla “sağın kendisi hakkında gösterilen şeyler” ve “yerlici” ağızlarda “sahicilik” taşımadığı tescil edilen bir alana solun yaklaşımıdır bana “derginin bütününden yansıyan kimi kavram ve görüşler” sözünü yazdıran. Ayrıca bu tanımlamaya son derece alınan Sn. Laçiner’in, şahsımda bütün Türk sağı adına dile getirdiği düşünceler hiç de “ölçülü” sayılamaz. Yine de burada beni hoşnut kılan bir “düşünsel dürüstlük” var. Sn. Laçiner “yüzde yüz karşısında olduğu bir akım ya da kavramı” bu biçimde tanımlamakta “hiçbir beis görmüyor.” Benim önerim de bundan ibaret zaten: Herkesin önkabulleri vardır, herhangi bir konuda bunlardan arınık düşünemezsiniz, hele her konuda böyle düşünmeye kalkışırsanız bu çılgınca bir tutum olur, elbette bazı şeyleri “saçmalık” ve “ahmaklık” sayacaksınız. Bunun düşünsel açıdan ince ifadelerle dile getirilmesi, bunlara yüklenen içeriği değiştirmez. Ben de ne demiştim: “Yerlilik” sayımızdaki yazıları okudum, kimi yazarlardan yansıyan ifade son derece açık: bence siz bizim benimsediğimiz kimi şeyleri (kiminiz şunu, kiminiz bunu) “saçmalık” olarak görüyor, bunlara inanmayı “ahmaklık” sayıyorsunuz. Bunda bu kadar sinirlenecek ne var? Örneğin siz “Bay Hakan Arslan Marxçılığı ‘saçmalık’, buna inanmayı da ‘ahmaklık’ olarak görüyor” diyebilirsiniz. Biraz içtenlik (örneğin söz konusu “tanıtma” yazınızdaki gibi) her şeyi daha kolaylaştıracak.

Bütün bunları bir yana bıraksak bile, savunmamız bana yine de anlamlı gelmedi. Temel uğraş alanlarından biri “insanbilim” olan ve salt Marxçılığı, kapitalizmi, moderniteyi değil, “karmaşık toplumlar”ın bütün gelişme evrelerini sorgulayan biri olarak, karşımda yalnızca “beyaz bir insanbilimci” görüyorum. (Benim “din, vatan, millet” gibi bütüncelerden hiç de ayrışık ya da aşağı konumda bulmadığım) “tarih öncesinin totemik inançlarından dahi” (en azından sizin) özenli bir dille söz etmeniz, bunlar karşısındaki konumunuzdan emin olmadığınız anlamına mı geliyor? Eğer öyleyse özür diliyorum. Yok değilse, yineliyorum, biraz içtenlik her şeyi daha kolaylaştıracak.

Yeterince açık olmuştur umarım. Şimdi Bay Hakan Arslan sola “saçmalık” ve “ahmaklık” izafe etmemiş, yalnızca solun sağdaki kavrayış biçimine böyle baktığını savlamışken, bakınız Sn. Laçiner ne diyor: “Bay Hakan Arslan’ın yazısında bizim saçmalık ve ahmaklık diyebileceğimiz epeyce ‘malzeme’ var. Üstelik bayımız galiba fazla zahmet çekmeden görelim diye, yaptığımız alıntının hemen ardından sunuveriyor bu malzemeyi.” Neymiş o tümce: “Muhayyel” lafı her ne kadar buralı ve eskiymiş havası uyandırıyorsa da aldanmayın, söylenmek istenen şeyin tam karşılığı “karmaca”dır. Okurlardan özür dileyerek, Sn. Laçiner’den bir alıntı daha yapmam gerekiyor: “O ‘aldanmayın’ lafını Allah söyletmiş galiba. Çünkü hemen ardından yazdıkları ya bilerek yalan söylemektir, ya da bilgiçlik arzederken cehaletini sergileyen bir merd-i Hakan’lıktır.” Artık bu aşamada kendime ilişkin kaygılar duymayı, bir ruhçözümcüye başvurma düşüncesini bir yana bırakıp “Pes!” demem gerekiyor. Nedenine gelince, Sn. Laçiner’in eleştirisi tam olarak şöyle: Efendim, Sn. Laçiner incelik gösterip bana dil öğretiyor; tahayyül ile kurmaca ayrı şeylermiş, tahayyülün öztürkçesi “simgelem”miş, ayrıca tahayyül “imagination”a, kurmaca “fiction”a karşılık gelirmiş, vb.

İşte “Pes!” dediğim yer. Sn. Laçiner’in benim tümcemi böyle anlamak için “bilerek yalan söyleme” konumunda olmadığını varsayıyorum. O zaman da geriye tek bir seçenek kalıyor: Bu tümcedeki temel ereği ıskalama ya da -Sn. Laçiner’in üslûbuna benzetmeye çalışırsak- bir “düşünsel kavrayışsızlık” örneği. Anlaşılan, özellikle sol aydınlar söz konusu olunca, yazdığımız her tümceye birkaç paragraf açıklama vermemiz gerekiyor; söylenenin ıskalanmamasını ancak böyle güvenceye alabileceğiz (Sola “imbilim” önermemin nedenlerinden biri de bu: Aslında kökleşik “simgeci mantık”ı ve kartezyen ikilileri kullanmaya öylesine alışmışlar ki bir önermenin açıklığa kavuşması için onu kuran bütün ön-önermeleri de bilmeye gereksinim duyuyorlar. Bu gerçekleşmezse, herhangi bir önermenin anlaşılırlığına ulaşmaları olanaksız duruma geliyor).

İmdi -biraz gülünç olacak ama- söz konusu tümceyle ne demek istediğimi açıklayayım. Öncelikle okuduğunuz tümce bir “dilbilgisi kılavuzu”ndan ya da kavramların Türkçe karşılıkları üzerine yapılmış bir çalışmadan alınma değil. Dolayısıyla, Bay Hakan Arslan size İngilizce “imaginary” ya da “imaginable”ın karşılığı “muhayyel” değil, “kurmaca”dır demiyor. Bu tümceden böyle bir anlam çıkarmak için bayağı uğraşmış olmamız gerek. Dahası, Bay Hakan Arslan’ın kimi Türkçe kavramları bunların “doğru” İngilizce karşılıklarını gözeterek açıklığa kavuşturmak gibi bir kaygısı yok. Siz kullandığınız her kavramı, bunların Batı dillerindeki karşılıklarıyla yanyana okumak ve düşünmek gibi bir tutam benimsemiş olabilirsiniz. Bu sizin için bir gereksinime de dönüşmüş olabilir. Ama benim böyle bir kaygım yok. Üstelik on beş yıldır “imbilim” ve “dilbilim”le uğraşan, dilimizin yazınsal ve düşünsel düzlemde yaraşık olduğu konumu kazanması için büyük çaba harcayan birine (kendime ilişkin bu soy ifadeler kullanmak zorunda kaldığım için Birikim okurlarından özür diliyorum) “sen ne dediğini bilmiyorsun” deyip dil hocalığı taslamak büyük haksızlık. Sn. Laçiner dili nasıl kullandığını merak ediyorsa Ağaç Yayınları’ndan çıkan “Zaman’ın Kültürleri” adlı kuramsal çalışmama, dilimin evrilme çizgisini görmek istiyorsa YKY’dan çıkan “Hey! Jack, Gary, Allen, Alp!” adlı şiir kitabıma bakabilir. “Zaman’ın Kültürleri”nde kullandığım dili aşırı arı, dolayısıyla anlaşılmaz bulan dostlarım ve yayınevi yetkilileri için “ince alay” yüklü (anlaşılırlığı güvenceye almak için belirteyim, “ince alay” = “ironi”) bir sözlükçe hazırlamış, sözlükçenin başına da şu çıkmayı koymuştum: “Türkçe’nin kullanım alanının genişlemesi konusundaki genel isteksizlik, metnin anlaşılabilirliğini sağlamak uğruna ‘Türkçe sözcüklere yabancı karşılıklar’ vermeyi zorunlu kılıyor. Bu sözlükçedeki Türkçe kavramların karşılığı olarak tek bir yabancı sözcüğün kullanılmasının nedeni, metin içindeki anlam alanlarını güvenceye almak kaygısıdır. Yoksa Türkçe kavramların, bağlamları doğrultusunda, çok sayıda yabancı sözcükle karşılanabileceğini belirtmek gerek.” Herhalde aynı tutumun, Sn. Laçiner’in eleştirdiği tümcem için de geçerli olduğunu (ayrıca hem gazete yazılarında hem de okuduğunuz soydan yazılarda daha “tavizkâr” bir dil kullandığımı) belirtmeme gerek yok.

Aslında Bay Hakan Aslan o tümcede son derece “yalın” bir şey söylemiş. Madem açmamız gerekiyor açalım. Söz konusu tümce tam olarak şunu söylüyor: Sol düşünce, örnekse “millet” ve “milliyetçilik” gibi öğeleri ele alırken “muhayyel” tanımını kullanmaktaysa da aslında “kurmaca” bir şey varsaymaktadır. Hepsi bu. Söz konusu önermeye katılabilir ya da karşı çıkabilirsiniz; ama bu önermeyi anlamama, üstüne üstlük de dil hocalığı yapma hakkımız yok. “Kurmaca”nın anlam alanı kafanızı karıştırdıysa, size herhangi bir Batı dilindeki karşılığını gözetmeden “saymaca”yı öneririm. Birikim’in “Yerlilik” sayısındaki yazılar, sunuş dahil, gözetilen karşılığın “kurmaca/saymaca” olduğu savımı doğrulayacak örneklerle dolu. Ayrıca Sn. Laçiner’in “fiktif” konusunda Bay Hakan Arslan’ı aşağılayarak söyledikleri de “Yerlilik” sayısını pek iyi okumadığını gösteriyor. Sn. Laçiner, benim “düşünsel gülünçlüğüm” konusunda görüş birliğine vardığı Ulus Baker’in “yerlilik” sayısının s.41-46 arasındaki yazısını okuyacak olursa, “fiktif”in kullanım alanından (özellikle “sağ düşünce” söz konusu edildiğinde) o kadar da emin olamayacaktır. Bay Hakan Arslan “Her ne kadar buralı ve eskiymiş havası uyandırıyorsa da” derken ise yalnızca “ince alaya” başvuruyor. Sn. Laçiner artık tümcenin kuruluş biçimini kavradığına göre, bendenizin yazdıklarında “ince alay” kullanmak gibi bir hakka sahip olabileceğini de teslim edecektir herhalde. “İnce alay” başka şeydir, “sövgü” başka şey. İkincisinin örneğini Sn. Laçiner’in şu tümcesi oluşturuyor: “Bu daha kullandığı kavramların içeriğini, kullanım bağlamlarını bilmeyen ham kafa, bilmeden allame kesilenlere mahsus kestirme hükümlere pek teşne.”

Sn. Laçiner’in “ketirme hüküm” ve “deve gibi her yanı eğri” diye tanımladığı tümce de, ardından gelen ve dış mihrakların; örneğin kapitalizmin etkisiyle ayracını içeren tümce de yine bu soy “ince alay” örnekleri. Yanlış anlaşılmak istemem: Ben bunları beğenmek zorundasınız demiyorum, yalnızca bunları anlamamız gerekir diyorum. Sn. Laçiner “anakronistik”i “anakronik” diye okuyunca “ince alay”ın dozu biraz eksilmiş tabiî; dolayısıyla Sn. Laçiner’e de yine dil hocalığına sıvanmak düşmüş. Diğer tümceye gelince, yine “Pes!” demek zorunda kalıyorum. Sn. Laçiner; beni tanımak, çalışmalarımı okumuş olmak zorunda değilsiniz. Hattâ diğer gazete yazılarımı bile okumadığınız anlaşılıyor. Okumuş olsaydınız, uluslararası strateji düzleminde ülkelerin ilişkilerine ve “dış mihrak” konusuna nasıl yaklaştığımı anlamış olurdunuz. Ama karşınızdaki kişiyi (“düşünsel ahlâk” çerçevesinde) salt iki gazete yazısından yola çıkarak yargılamak, dil hocalığından sövgüye kadar bir dizi “incelikli” aşağılamaya maruz bırakmak rahatlığını taşırken, hiç olmazsa yazılanları anlamak konusunda belli bir titizlik, ciddi bir uğraş sergileseydiniz. Dolayısıyla “oldu olacak” deyip bu tümceyi de açıklayayım (galiba her tümcemin yanına “Dikkat! Bu bir ince alaydır!” ibaresini koymam gerekiyor). Sözkonusu tümcede “dış mihrak” derken, ince alay yoluyla şunu söylüyorum: Türkiye’de sol, Marxçı ulamları mevcut ilişkilere uygulamakta herhangi bir özel kaygı göstermezken, örneğin iş sağın “milliyetçilik” anlayışını çözümlemeye geldiğinde ansızın bu kavrayış üzerinde Batılı ulamların taşıdığı büyük etkiyi keşfediveriyor. Hepsi bu. Yineliyorum: Bunlara katılmak zorunda değilsiniz, ama anlamak zorundasınız. Bendeniz “kapitalizmi dış mihrak kategorisine sokarak siyaset literatürüne züccaciye dükkânına girmiş bir fil gibi katkı yapmış” oluyor muyum bilemem, ama siz “Yok, yine de sen öyle dedin!” diyorsanız “metin okuma yordamları” alanında aynı işlevi yerine getirdiğinize kuşku yok.

Yalnız Sn. Laçiner’in haklı olduğu ve özür dilememi gerekirken bir konu var. “Çanakkale’ye gömdüğümüz yarım milyon şehit” ifadesinin duygusal bir abartı olduğunu biliyor ve hem Yeni Şafak hem Birikim okurlarından özür diliyorum. “Yerlilik” sayısında yeralan “hem ben bu ülkeyi geldim fethettim de, hem de hadi beğenmiyorsan terket bakalım diye diklen” soyundan ifadeler böyle bir yanlışa düşmeme yolaçtı. Yazı yayınlandıktan sonra ayırdına vardım ve pişman oldum. Yalnız bu duygusal abartıda “ölmeye teşvik edilen yoksul halk çocukları” arasında büyükbabamla iki kardeşinin yeralması, büyükbabamın gazi, iki kardeşininse şehit olması rol oynadı sanırım. Yine de bu konuda beni “şehitler demagojisiyle edepsizlik ve şirretlik rekoru kurmakla” suçlayan Sn. Laçiner’e katılmam olanaksız. Burada da yalın bir şey söylüyorum: “İkiyüzlülerce ölüme teşvik edilme” ve bunu benimseme ahmaklığını gösteren yoksul halk çocuklarının dayarlılığı başkalarınınkiyle örtüşmek zorunda değildir. Herkesin içini başka bir şey titretir. Buna itiraz edip “solcu karşıtlarımın söylediklerini boğuntuya getirmek” değil, tam tersine söylenenlerin altını çizmek istiyorum. Diğer deyişle, eğer “yerli” olana karşı az çok olumlu ve kavramaya yönelik bir uğraş içindeyseniz, “Yerlilik” sayısında gösterdiğiniz performans yeterli ve ikna edici değil. Ama Bay Hakan Arslan zaten böyle bir zorunluluk taşımadığınızı düşündüğünden “sol yerli değildir” diyor.

Sn. Laçiner’in “incelikle” eleştirdiği tümceler, yukarıda da belirttiğim gibi, Yeni Şafak’taki ilk yazımın bir paragrafıyla sınırlı. Sn. Laçiner’in öfkesi bu paragraftan sonra yatışmış olsa gerek ki kendisi yazıların geri kalanına hiç ilişmemiş. Keşke “gereğinden fazla yer tutma” sorunu olmasaydı da yazılarımın tamamını buraya aktarabilseydim. Ancak (eski gazete sayıları dergiden çok daha zor ulaşılabilir bir kaynaksa da) ilgilenecek okurlar için bu yazıların 21 ve 25 Ağustos 1998 tarihli Yeni Şafak sayılarında yeraldığını belirtmekle yetineyim.

Ulus Baker’e de, kendisinin benim için yaptığı üzere, kısaca değinmem gerekiyor. Baker’in “Yerlilik” sayısındaki yazısı, Ahmet Çiğdem’inkiyle birlikte, eleştirilerinin alanı dışında tuttuğum yazılardan biriydi. Neyse ki gazetede ad vermemişim, bu sayede kendisinin de (burada yer veremediğim) kimi saptamalarından alındığını görme fırsatını buldum; ben de Ulus Baker yüksek düşünsellik konumundan dolayı kimi pratik siyasal sonuçların ayırdında değildir diye boş yere kaygılanıyormuşum. Bendeniz yine de size biraz olsun ‘imbilim’ çalışmanızı önermekle yetiniyorum.

Özetle: Benim kaleme aldığım yazılar, başta Sn. Laçiner ve Ulus Baker olmak üzere Birikim yazarlarına “sert” ve “ağır” gelmiş olabilir ve aynı yazarlar bu konuda bana aynı üslûpta her türlü karşılığı verme hakkına sahiptir. Ama iş “kişisel hakarete” gelince işin yönü biraz sapıyor. Bugüne kadar girdiğim hiçbir düşünsel ya da siyasal polemikte kimseye kişisel hakarette bulunmadım. Yazılarımda da böyle bir amaç gütmedim: Öfkeye kapılmadan okunursa görülecektir. Ama kimi tutum ve konumları kendi önkabullerim çerçevesinde eleştirirken buna kişisel hakaret dolu bir karşılık bulmak: İşte bu Birikim dergisine yakıştıramadığım ve yadırgadığım bir tutumdur.

Sn. Laçiner ve Ulus Baker’in eleştirilerinde sözü edilen bir yazı daha var: Bu yazı Tunca Arslan adında birine ait. Sn. Laçiner de Arslan soyadından yola çıkarak “Yerlilik Sirkinin İki Arslanı” diye nefis bir espri bulmuş. İçtenlikle söylüyorum, nefis bir espri. Ben de Birikim yazarı olsam ve aynı soyadı taşıyan iki kişinin eleştiri yazılarıyla yüz yüze kalsam, hemen her yerde bu espriyi yapardım, özellikle de yakın çevremde, Birikim yazarlarının kendi aralarındaki sohbetlerde. Buna kimsenin diyecek sözü olamaz. Ama Sn. Laçiner; aynı espriyi alıp bir yazının başlığına taşıdığınızda sınırı aşmış oluyorsunuz. Diyelim benim soyadım Laçiner ya da Baker olsaydı? O zaman ne yapacaktınız? Sözünü ettiğiniz iki yazının özdeş yanlarına ilişkin hiçbir ele gelir ipucu bulamadım. Herhalde ya aynı soyadından doğan espri size böyle bir özdeşlik yanılsaması esinledi ya da yine kullandığınız metin okuma yordamının bir cilvesi bu. Yazılarınızdaki her soydan kişisel hakareti gerekirse sineye çekmeye hazırım, ama benim adımı düşünsel, siyasal, hattâ yaşamsal hiçbir bağımın olmadığı tuhaf bir çevreyle aynı zeminde anmak yönündeki “edepsizlik ve şirretlik rekoru kıran” hakaretinizi kabul edilebilir bulmuyorum. Son olarak belirtmem gereken bir şey var: “Ömer Laçiner” yıllardır aşina olduğum, gayet “ahlâklı” bir düşünsel ve siyasal mücadele sürdürdüğünden kuşku duymadığım bir ad; inanın bunu içtenlikle söylüyorum ve bu konuda şimdi de en küçük bir kuşku beslemiyorum. Ancak şunu gördüm, “ahlâk” sahibi olmak “edep” sahibi olmayı da sağlamıyormuş ne yazık ki. Üzgünüm. Umarım bu yazım “özgür bir tartışma platformu” olan derginizde yayınlanmış olur. Ve yine umarım, burada yazılanlara bir karşılık verecek olursanız, ilk yazılarınızdaki üslûbu kullanma yanlışlığına düşmezsiniz.