Toplum Temizlik İstiyor Ama, Toplum Ne Kadar Temiz?

“Türkiye’de yüzde 50 yüzde 70 arası bir kayıtdışı ekonomi var. İşte bu çöktürmüyor Türkiye’yi. Kayıtdışı ekonomi ihracatını, imalatını yapıyor, devletin dışında yaşıyor, bizim gibi enflasyondan, faizden etkilenmiyor, Türkiye’ye dinamizm getiriyor. (...)”[1]

(Can Paker’le söyleşi [Neşe Düzel] Yeni Yüzyıl, 4.11.1996)

12 Eylül sonrasının ilk genel seçimini hatırlayanlar, Necdet Calp ile Turgut Özal’ın köprüyü sattırırım sattırmam tartışmasının, o seçimle ilgili hafızalarda en fazla yer eden olay olduğunu kabul edeceklerdir.

Meğer o gün önemini pek idrak edemediğimiz o tartışma, Türkiye toplumu için bir dönüm noktası, bir “transformasyon”un habercisiymiş.

Tartışmanın ardından yapılan seçimlerde, kabahat işleyip babasından dayak yemiş çocuk psikolojisindeki Türkiye toplumunun ezici bir çoğunluğu, “satılırsa satılsın, anasını satayım” diyerek, her şeyin satılabileceği bir dönemi yaşamaktan yana tercihini belirtti. Gerçi daha önceleri bu tercihe ilişkin birtakım ipuçları yok değildi. Bankerlere olan yoğun ilgiyi ve sonrasını hatırlamak bile yeterli sanırım.

Toplumun diğer bir bölümü ise -ne kadar bilinçli bir tercih olduğu tartışılır- ‘satılmaması gereken şeyler de olsun hayatta’dan yana tavır koydu. Üstelik bu insanların sayısı o dönem için, o zavallı icazet partisini bile -yalnız onları mı, majestelerinin muhalefetini oluşturmak isteyenleri de- şaşırtacak oranda olmuştur.

Neo-liberal dalga dünyayı kasıp kavurmaktaydı bu yıllarda. Ve bizim kıyılarımıza dayanan bu dalga liderini bulmakta gecikmedi: Turgut Özal. Kendisi vizyon sahibi, gözüpek bir insandı. Dünyadaki bu gidişatı, siyasete hazırlandığı yurtdışı kamplarında bizzat yerinde görmüş ve toplumun neye ihtiyacı olduğunu, neyi istediğini tespit etmişti. Artık icraate geçilebilirdi...

Ve her şeyin alınıpsatılabileceği yıllar böyle başlamıştı ülkemizde...


“Turizmin gelişmesi Türkiye’nin gelişmesini gösteriyor. İhtiyaçların karşılanması yeni ihtiyaçlar getiriyor. Elektrikli oyuncaklar getirin, bowling salonları, ticaret merkezleri açın. (...) Mümkün olduğunca sineğin yağını çıkarmak, geleni biraz daha sağmak lazım”

(Turgut Özal, Güneş, 21.4.1991)

Toplumsal analizlerde, ticarete yatkınlığı olmadığından ötürü bu tür işleri azınlıklara bıraktığından, bir türlü burjuvalaşamadığından şikâyet edilen bu millet, umulmadık bir şekilde, bir anda her şeyin alımsatımı için organize olabilmiştir. Herkesin satabilecek bir şeyleri vardır artık...[2]

Gazetelerin ekonomi sayfaları ile tanışmamız bu döneme rastlar. Sonra bu sayfaların sayıları gitgide arttı - günün birinde ekonomi sayfaları diğer sayfalarından fazla olan Yeni Yüzyıl gazetesi yayımlandı. Ekonomi dergileri de yayın hayatına bu dönemde atıldı, fena da satmadılar. Ekonominin egemenliğini hücrelerimize dek hissetmeye başlamıştık. Ekonomi dilimizi, düşüncemizi istila etmekteydi. Hepimiz bir hesap makinesi edindik, devir hesap devriydi. Sokaklarında insanların paradan, rakamlardan bu kadar çok söz ettiği başka bir ülke var mıydı acaba dünyada?

Herkes yeni sisteme uyum sağlamalıydı. Seferberlik gibi bir şeydi bu. Önder, herkesi harekete geçirmeye çağırıyordu: “Bizim eski kaçakçılar ihracatçı olmak üzere bize müracaat ettiler. Karşımıza MİT raporları getirildi. Bunlar kaçakçıdır, bunlara ihracatçı belgesi vermeyin denildi. Oysa biz, bunlar teşebbüs sahibi, bunlardan iyi ihracatçı mı olur dedik. Şimdi hepsi ihracat yapıyor. Sistemin gereği ihracatçı oldular.”[3] (Turgut Özal, aktaran Halil Nebiler, Mafyanın Ekonomi Politiği, Sarmal 1995, s. 7)

“Benim memurum işini bilir” diyerek, teşviklerini sürdürüyordu, önder. “Dünyanın en namuslu memurları Türkiye’de bulunuyor. Odacıya 100 lira bahşiş vermek rüşvet değil, bahşiştir.” (Cumhuriyet, 26.10.1983)

Herkes bir ucundan tutmalıydı. “Çağ atlama” fırsatını yakalamıştık, boş şeylerle uğraşmamak gerekiyordu: “Sanat edebiyat karın doyurmaz, insanın kafasını daha da karıştırır bu tip şeyler”[4] (Özal, Tempo Yıllık 1993)

Ayrıca kendisi zenginleri sever, fakirlerden hazetmezdi. Kendisini eleştirenlere “O vakit diyorum ki, çarşıya çıkın alışveriş edenlere bir bakın, herkes alışveriş ediyor mu? Dükkanlar sinek mi avlıyor? Esnaf çok, alışveriş var. Taksitle satış var, peşin satış var. Herkes bir yolunu bulmuş alışveriş ediyor.” (Sabah, Kasım 1987) diye cevap veriyordu.

Gün geldi ülke dar gelmeye başladı alımsatıma; “dünyayı turlayıp dış pazarlarda devlerle vuruşan pırıl pırıl delikanlılar...” (Rauf Tamer, “Yeni Çizgi”, Hürriyet, 27.3.96) zuhur ettiler.

İnsanların yıllardır uğruna ölümü göze aldığı inançlar da kısa sürede piyasadaki yerini aldı. Her şeyin bir bedeli vardı. Bedeli ödendikten sonra inançlar, idealler niye satılmasın ki. Üstelik bu yeni sistemin alımsatım işini topluma benimsetecek taşıyıcılara/agent’lara ihtiyacı vardı. Medya, reklamcılık sektörü vb. inançlarını nakite çeviren insanlarla doldu. Bu insanlar dolar üzerinden alınan maaşlarla “life style”a terfi ettiler. Ve bizzat yaşayarak kitlelere yeni hayat tarzını tanıtmaya giriştiler. Özal hayranlığı aldı yürüdü bu arada. Gerçi “transformasyon”un önderini eski ideolojilerinden aldıkları terimlerle övüyorlardı ama, olsun. O bir “devrimci”ydi, “ihtilalci”ydi, “radikal”di, “bir dev”di. (İslâmcılar bile bundan geri durmuyorlardı: “Bir kilometre taşıydı”, “o, bir tabu yıkıcı idi”, “Siyaset-sanat virtüözüydü”, “bir yıldız”dı...)

Köşe yazarlarının yazıları, “dün gece Özal’ın bana söylediği...” diye başlıyordu. Bu haber yazdırmalar, telefonla ya da köşkte yüzyüze oluyordu. Özal ile medya mensupları arasında bir samimiyet ihdas edilmişti. Önderin yakın çevresinden Güneş Taner, “Benim tabanımın basın ve işadamları olduğunu düşünerek hareket ediyorum” diyecek kadar pervasızdı. (Mehmet Barlas ile söyleşi, Güneş, 23.3.1987)

Ülkede bir savaş çıkmıştı yine bu dönemde. Fakat bu insanlar, savaştan da bir pazar yaratmayı başardılar.

Her şey bir alımsatım potansiyeli olarak görülüyordu, savaş niye bunun dışında kalsın ki. Bu dönemin mimarı Cumhurbaşkanı Özal, değil miydi, “bir koyar üç alırız” diyerek, savaşa girmeye çalışan.[5] Ortaya koyulanların bazı insanların canları olduğu hiç de yadırganmadı. Bir dönem solculuk da yapmış bazıları, aylarca gazetelerde bunun çığırtkanlığını yaptılar.

Güneydoğu’da savaşın meydana getirdiği pazar, bütün ülkeyi etkisi altına aldı. Cenazelerin geldiği yöreler dışında, bir savaş olduğunun kimse farkında değildi. Bunun üzerinden politika yapmaya çalışan MHP pek de etkili olamıyordu. Toplumun alımsatım özgürlüğünü engelleyebilecek aşırılıklara itibar etmesi söz konusu değildi.

Taha Akyol, Kürt sorununun çözümü için, “Piyasa ekonomisinin yapacağı entegrasyon, bir ‘müşterek girişimci sınıf’ meydana getirir” diye yazıyordu. (Meydan, 27.12.1991) Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü de o vakitler Şırnak İdil Lisesi öğrencilerine yaptığı konuşmada okumalarını ve “para kazanıp zengin olmalarını” öneriyordu. (Cumhuriyet, 31.1.1992)

Daha sonra bu ‘müşterek girişimci sınıf’ ın Susurluk’taki mercedesin içinden çıktığını hep birlikte gördük.


“Yaptıklarımızdan geri dönüş mümkün değildir. Hangi siyasî parti iktidara gelirse gelsin bu sistem değişmeyecek biçimde yerine oturmuştur.”

(Turgut Özal, TBMM’yi Açış Konuşması, Cumhuriyet, 10.10.1991)

1989 seçimlerinde SHP yerel yönetimlerin büyük çoğunluğunu aldı. Bunda bu gidişata direnmeye çalışanların ağırlığı neydi bilinmez, ama esaslı bir bölümünün pastadan payını arttırmaya çalışanların olduğu kuşku götürmezdi. SHP’ye “müteahhitler partisi” eleştirisi kendi içinden geliyordu. Kısa sürede belediyelerde gideni aratacak icraatler de yapıldı zaten. “Yedi, ama iş de yaptı” zihniyeti aklanmış oldu bir bakıma, çünkü bunlar hem yiyip hem iş yapmıyorlardı.

İşi o noktaya getirdiler ki, çok sonraları SHP’li bir bakan tüm bunlara isyan edip partisinden ayrılıyordu: “Bir bakana masasında bana ihale ver diyebilecek çok sayıda vatandaş var. Bunun içinde partili de var, partisiz de. Yalnız SHP’liler değil... Olaylar insana şunu düşündürüyor; 1980’den sonra ahlâk çok bozulmuş. İnsanlar, bakanın yanına kadar çıkıp ‘bana ihale ver’ diyebiliyor ve bunun da kavgasını veriyor.”[6] (Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’ndan ve SHP’den istifa eden Mustafa Yılmaz, Cumhuriyet, 24.9.1994)

1991 seçimlerinin ardından ANAP iktidardan düşmüş, DYP ve SHP “demokrasi” ve “şeffaf karakol” vaatleri ile iktidara gelmişlerdi. Ancak partisini “vefa duygusundan yoksun” insanlara kaptıran Cumhurbaşkanı Özal’ın “İkinci transformasyon” programını uygulayamadan aramızdan ayrılması, neredeyse Cumhuriyet döneminin hemen her kuşağının devlet adamı Demirel’i Çankaya’ya çıkarıyordu. 1970’lerde yanında yetiştirdiği Özal’ı topluma hediye eden Demirel, topluma bir “babalık” daha yapıyor, “seni yıldız yapacağım” (Cumhuriyet, 13.2.1994) vaadiyle ikna edebildiği Tansu Çiller’i müstahak olduğumuz üzere başımıza getiriyordu.

Ve “oturmuş” sistem, Tansu Çiller’i böyle yarattı.

Bütün yurdu bir sevinç dalgası kapladı. Elini tutabilmek için oyunu Çiller’e veren DYP delegelerine minnet duymalıydık. Yeni önderimiz eskisini aratmayacaktı. Aratmak ne kelime, selefinin fiziksel özelliklerini pek söylemesek de bazılarımız içine sindiremiyordu, ama o... Her şeyden önce kadındı, üstelik “sarışın güzel kadın”dı. Biz artık muasır medeniyet seviyesine ulaşmıştık. Bundan daha güçlü bir kanıtımız olamazdı.

DYP-SHP hükümetleri bu toz duman dağıldıktan sonra hep şunlarla hatırlanacaktır sanırım: Yargısız infazlar, binlerce faili meçhul cinayet, çete faaliyetlerinin doruğa ulaşması, kantarın topuzunu kaçırmış yolsuzluklar...

Yine, kendi küllerinden yeniden doğan Phoenix Efsanesi gibi, anne çıkınından doğan servet efsanesi de tarihimizin şanlı sayfalarında yerini alacaktır kuşkusuz!

Toplum olarak bir eşiği aşmıştık kısa sürede, “Türkiye seninle gurur duyuyor” aşamasına gelmiştik. Ortalığa çıkacak yüzü kalmadı sandığımız bütün bu insanlar, bazılarının omuzlarında “Türkiye seninle gurur duyuyor” nidalarıyla dolaşıyordu.

Sonra Refah Partisi yükselişe geçti. Bir telaş başladı. Ne oluyordu, hayat tarzımız tehlikede miydi? Bir müddet sonra anlaşıldı ki, sadece alımsatımdan paylarını arttırmak isteyenlerin organizasyonuydu. Onlar da bir şeyler alıpsatmak istiyorlardı. “Anadolu Kaplanları” diye anılıyorlar, egemen alıcısatıcılara göre daha yırtıcı olabiliyorlardı.[7] Sistemle pek dertleri yoktu ya da olmadığını kısa sürede kendileri de anladı. Alımsatımda “adil düzen” istiyorlardı.

Meyhaneleri kapatacak diye bazılarının yürekleri ağızlarına gelmiş, meyhanelerde eylem örgütlemişken, kendi dönemlerinde açılan bar ve meyhane sayısıyla övünen de bu partinin bir belediye başkanıydı. RP de alımsatıma karşı değildi. Sistemin egemenlerine hep bunu anlatmaya çalıştı. Ama kimsede payının azaltılmasına yumacak göz yoktu. İşçisi işvereni sivil toplum kolkola girdi ve bu tehlike de 28 Şubat süreci ile bertaraf edildi.

New York Times İstanbul için,“İnsanların kısa sürede Rockfeller gibi zengin olduğu, paranın en kolay kazanıldığı şehir.” (aktaran Sabah, 26.8.1996) diye yazıyor. Şimdi ise ufak tefek değişiklerle taşları yerine oturtmak gerekiyor. Alımsatım sistemine bir çeki düzen verilme süreci yaşanıyor.


Bütün bunları yeniden niye mi düşündüm? Mesut Yılmaz’ın basına önemli açıklamalarda bulunduğu toplantıda anlattığı, üzerinde pek durulmayan bir olaydan ötürü belki de.

Mesut Yılmaz, Korkmaz Yiğit-Çakıcı kasetinden kimin haberi vardı, yoktu tartışılırken, şunları anlatıyor gazetecilere: “Organize Suçlar Daire Başkanı Antalya’da bana bilgiyi verirken, ‘İstanbul İstihbaratı üç ay önce bu bilgiyi almış bize göndermiş. Ancak biz ticari olay diye değerlendirme hatası yapmışız. Biz atlamışız. Bizim hatamız var....’ dedi”. (Radikal, 29.10.1998) Organize Suçlar Daire başkanı aslında pek haksız sayılmaz, ‘ticari olay’lara karışmamak lazım. Bu ülke herkesin bir şeyleri alıpsatması sayesinde ayakta duruyor, ya da çürüyor!..[8]

Bu bakımdan Susurluk’un yıldönümünde medyanın manipülasyonları konusunda dikkatli olmak gerekiyor. Göstermelik temizlik kampanyaları ile, günah keçisi üç-beş kişi ile temizlenecek bir kirlenme değildir bu. Çürüme ile açıklanabilir ancak. Ve sistem bu çürümeden besleniyor. Toplum da bundan nasibini alıyor. Kirlenmeden bahsediliyor, ama kimse üzerine alınmıyor. Ve tüm bu tartışmalar da bir müddet sonra tüketilecek ve unutturulacak gibi duruyor.

Özal’ın dediği gibi, “bu sistem değişmeyecek biçimde yerine oturmuştur”.

Bir zihniyet devrimine talip olacak yeni bir sol hareket şunu gözden kaçırmamalıdır ki, bir hareket, bakış açısını, dilini bu alımsatım ideolojisinden kurtaramadıkça, bir alternatif olma şansı yok gibidir. “Augias’ın ahırları”nı temizlemek için ırmağın yatağını çevirecek iradeye, kararlılığa sahip olunmalıdır. Gerçek temiz toplum da ancak böyle bir iradenin, kararlılığın sonucunda olabilir.

Topluma verilecek mesaj konusunda tereddüte yer yoktur. Artık bir seçim yapma zamanıdır. Ya her şeyimizi satmaya devam edeceğiz ve bu çürümeye uyum sağlamış canlılar olarak hayatımızı devam ettireceğiz, ya da onurlu bir hayatın olabileceğini düşünmeye başlayacağız...

[1] Eyüp Aşık “istihbarattan aldığı” bilgiyle, “Türkiye’de uyuşturucu işinde dönen paranın Türk ekonomisinde dönen paradan fazla” olduğunu iddia ediyor. Neşe Düzel ile söyleşi, Yeni Yüzyıl, 3.2.1997.

Yaşar Okuyan da “Türkiye’de yılda 500 trilyon uyuşturucu, 200 trilyon kumar mafyasından, yaklaşık 300 trilyon çek-senet tahsilatından elde edilmiş bir kara para trafiği var. Sadece üçünü topladığınızda minimum bir yılda Türkiye’de 1 katrilyon gibi muazzam bir kirli paranın adeta egemenlik kurduğunu görüyoruz” diyor. (Zaman, 8.11.1998) Temiz toplum isteyen bizlerin “bu paranın ne kadarı kursağımızdan geçiyor?” diye sormamızın zamanı gelmedi mi?

[2] Türkiye’yi yönetenler ya da yakınları ise sadece almakla uğraşıyor herhalde. TBMM Liderlerin Malvarlıklarını Araştırma Komisyonu’na ulaşan mal beyanlarına göre, Korkut Özal’ın üzerinde çoğu 1983-92 yılları arasında alınmış 154 parça gayrimenkul, Şevket Demirel’in ise üzerinde 386 parça gayrimenkul gözüküyor. (Sabah, 17.12.1994)

[3] Bu alımsatım ideolojisi o kadar etkili oldu ki, “sol”dan bazı yazarlara şunları yazdırdı: “Sosyalist ülkelerin Özal ekonomisine gösterdiği ilgi ve yakınlığı bizim de ciddiye almamız, Türk solunun da bu konuda külahını önüne koyup düşünmesi gerekmez mi? (...) Şimdi ilk kez bir Türk lideri Amerikan Başkanı’nın karşısına dikilip, ‘Biz sizden yardım değil, eşit koşullarda ticaret istiyoruz’ diyorsa bu durum sağcısı ile solcusu ile, Batı karşısında ekonomik bağımsızlığımızı savunan herkesi heyecanlandırıp coşturmalıdır, değil mi? (...) Hep ‘diyalektik çelişkiyi’ vurgular dururuz. Türkiye’nin Amerika karşısında ekonomik bağımsızlığını sağlamanın onuru solun değil de, Özal gibi koyu bir sermaye yanlısının oluyorsa, bu durum ‘diyalektik tanrısının’ bize oynadığı küçük bir oyun değil de nedir acaba.” (Türker Alkan, “Sosyalist Liderlerdeki Özal Hayranlığı”, Güneş, 1.10.1990)

[4] Gerçi alımsatım işini de bir “sanat” olarak görenler var. Eski Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş bir röportajında, tiyatro eğitimi gören oğlunun 7 senedir sınıfta kalmasından öğretim üyelerini sorumlu tutarken, oğlunu şu şekilde methediyor: “İthalat-ihracat işiyle de uğraşıyor. Kendisi çok başarılı bir sanatçı,” (Cumhuriyet, 18.9.1994)

[5] Özal’ın bizim bilmediğimiz başka niyetlerini de bir “yakın arkadaşı” daha sonra açıkladı: “‘Körfez Savaşı’na, Türkiye’nin Osmanlı sınırlarını Musul ve Kerkük’te ihya etmesinden çok, bu savaştaki yüksek teknolojiyi, Türk subaylarının da yaşayarak öğrenmesi açısından ilgi duydu.” (Mehmet Barlas, “Bizim Toffler’imiz Turgut Özal’dı!...”, Sabah, 21.11.95.)

[6] Medyada sadece eşofmanları ile yürürken görünmeyi tercih eden CHP’nin “genç lider”i, herkesi budala yerine koyarak temiz toplumun öncülüğüne soyunuyor. Bugün ortalığa dökülen olayların çoğunda partisi hep iktidar ortağı olmuş, bir bölümünde ise başbakan yardımcılığını yürütmüş bu pop starının, temiz toplum mücadelesini nasıl vereceğini Fikri Sağlar’a söylediği şu sözlerden anlamak mümkün: “İki TV istasyonu, iki gazetesi olan birine (Korkmaz Yiğit) karşı vaziyet alamam. Solcu sağcı bütün yazarları biraraya getirirse, dayanağım kalmaz. Bu nedenlerle kaseti sen açıkla ve partiyi karıştırma, dedim.” (Cüneyt Arcayürek, Cumhuriyet, 1.11.1998)

[7] O kadar ki, bu bazı İslâmcı yazarları dahi isyan ettiriyordu: “Para, zenginlik, dünya malı ihtirası bir kısım Müslümanları rezil ve perişan ediyor. Şimdi en büyük fitne budur. (...) Bazılarını görüyorum, ‘kudurmuştan da beter’ tabirine uygun bir şekilde deliler gibi para ve zenginlik peşinde koşuyor. Bunlar normal insanlar değildir, hastadır.

Hele zengin olmak, para toplamak için dini, imanı, İslâm’ı, mukaddesatı alet edenlere ne demeli? Ben onlara ‘karı satsanız bu kadar alçak olamazsınız!’ diyorum.” (Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 12.4.1996)

[8] Türklerin tüketim açlığı İngilizlerin iştahını kabarttı

Kredi kartı edinmede Avrupa dördüncüsü olmamız ve Mark&Spencer’ın 4 günde dört aylık stoğunu eritmesi gözleri Türkiye’ye çevirdi. (Radikal, 24.10.96)