Bir süredir, Türkiye’nin yakın tarihini kapsayacak bir kitap yazmak üzere çalışıyorum. Nedeni, bu dönemin, yani Abdülhamid’den başlayarak bugünlere gelen sürecin, Türkiye’deki bitmez tükenmez ideolojik mücadelenin “muharebe meydanı” olması. İdeolojik -ve katı- taraflar var ve hepsinin bu tarihle ilgili bir yorumu var. Bunlar tabiî “yorum” olarak değil, “gerçekliğin kendisi” olarak ortaya konuyor.
Böyle koşullarda, Türkiye’nin ister bugünü, isterse muhtemel yarınları üstüne konuşabilmek için, şimdiye kadar olup bitenlerin bir değerlendirmesini yapmak önem kazanıyor. Benim girişimimin özelliği de bu: “bir “anlamlandırma” girişimi. Başka bir söyleyişle, bugün karşımıza iyi kötü “tarihî olgu” olarak çıkan, ama değerlendirmesi farklı bakış açılarına göre değişen süreçleri ve olayları, tanımlanmış bir çerçeve içinde anlamlandırma ve birbirleriyle bağlantılandırma çabası. Sözünü ettiğim “çerçeve”yi çok-uluslu Osmanlı toplum yapısından bir “ulus-devlet”e geçiş süreci olarak görüyorum; süreç aslında bugün de devam ediyor.
Bu kitabı tamamlamam herhalde epey vakit alacak. Şimdi o konuyu bir yana bırakıp çalışmam içinde dikkat ettiğim bir olgular zinciri üstüne birkaç söz söylemek istiyorum.
Tarih üstüne çalışan bir insan, doğal olarak ve neredeyse otomatik biçimde, tarihte bir yapı, kalıcı ve değişmeyen ya da az değişen bir örüntü (pattern) arar. Bu, biraz mecazî olarak söylersek, bedendeki et, saç, tırnak gibi çeşitli ögelerin son analizde üzerinde durduğu iskelet, daha doğrusu “omurga” gibi bir şeydir. Bir topluluğun tarihini birarada tutan, dik durmasını, dağılmamasını sağlayan yapı...
Türkiye’nin yakın tarihinin hep bildiğimiz olgularına böyle bir omurga arayarak baktıkça, İttihat ve Terakki’den bu yana, bir gizli örgüt görüyorum. Bir tarihten itibaren bunun adı Teşkilât-ı Mahsusa; sonra Teşkilât-ı Mahsusa resmen yok oluyor. Ama gerçekte yok olduğunu söylemek zor. Tarihin değişen koşulları içinde ortaya çıkan başka yapılara eklemlenerek varlığını sürdürdüğü hissediliyor.
Teşkilât-ı Mahsusa’dan başlayarak bunun nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışacağım. Bilindiği gibi bu teşkilâtı Enver Paşa kurmuştu. Kuruluşu, İttihat ve Terakki zamanının bir hayli karakuşî hukuku içinde bile epey olağandışı bir biçim aldı. Çünkü doğrudan doğruya Enver’in kendisine bağlı bir teşkilâttı. Açıkçası, yasadışı bir örgüttü. Bu yeterince tuhaf bir durum, ama daha tuhafı, parti ve hükümet içinde yetkili, söz sahibi kişilerin “Böyle bir şey yapılamaz,” diyerek müdahale etmemeleri, tersine, Talât ve Cemal Paşalar’ın da kendi gizli örgütlerini kurmaya girişmesiydi. Tarihçiler, bu taklitlerin pek etkili olmadığını söylüyor. Ama Enver’in teşkilâtı etkili oldu.
İttihat ve Terakki’nin iktidara gelişinin biçimi de bir hayli olağandışıdır. Ancak, bu dönemin bütün oluşumlarında benzer özellikler görülebilir. Çünkü Osmanlı devleti gerçekten yıkılma aşamasına gelmişti ve tam bu sırada bütün dünya o zamana kadar görülmemiş çapta bir savaşa hazırlanıyordu. Dolayısıyla bütün koşullar olağandışıydı ve bunun da, böyle oynak bir zeminde siyaset yapmaya çalışan özneleri olağandışı yöntemler uygulamaya zorlaması anlaşılır bir şeydi.
İttihatçılar’ın çoğu askerdi. Bir asker, barış ortamında bile, kendisini savaşa hazır tutmak zorundadır. Ama bu dönemde zaten ufukta savaştan başka bir şey görünmüyordu ve savaş İttihatçılar için varoluşun biçimi haline gelmişti. Enver Paşa’nın da bu özel örgütü savaş koşullarını düşünerek kurduğunu varsayabiliriz. Nitekim, Teşkilât-ı Mahsusa adını en çok savaş bağlamında işitiyoruz. Batı Trakya’da bağımsız Türk devleti kuranlar o teşkilâttan, Balkan Savaşları’nın sonunda Edirne’ye gidenler -örgütün kuruluşundan önceye rastlayan bu tarihte- adlarını Teşkilât dolayısıyla sık sık duyduğumuz kişiler. Trablus’ta Uşi Barışı’ndan sonra da faaliyet gösteriyorlar. Mısır’da onlar var. Kafkasya’da onlar var. Afganistan’a yol açmaya çalışanlar onlar.
Ama bunlara bakarak, Teşkilâtı Mahsusa’nın sadece savaş için oluşturulmuş bir örgüt olduğunu söylemek mümkün mü? Bence pek mümkün değil. Zaten saydığım örnekler de Teşkilât’ın alanının normal savaş olmadığını gösteriyor. Ve zaten, normal savaş için böyle özel bir örgüte gerek yok; o iş, var olan ordunun işi. Teşkilât-ı Mahsusa, savaşı gereğinde istihbaratla, gereğinde belirli bölgelerde oynanacak beşinci kol faaliyetiyle, gereğinde gerilla direnişiyle birleştirmek üzere oluşmuş bir yapı.
Savaş gibi karmaşık bir durumda, bu yapıda yer alan bireylerin sadece “düşman” diye sınıflandırılacak güçlerle ilgili olacağını düşünmemiz de zor. “Düşman” dediğimiz kişi, normal olarak, “dışarıda” olan biridir – Rus’tur, İngiliz’dir vb. Ama Teşkilât-ı Mahsusa var olan koşullarda “içeri” ile de ilgilenmek zorundaydı. Yakup Cemil olayı gibi bir örneği alalım. Yakup Cemil zaten bu örgütün bir üyesi, belki de en ileri gelen üyesiydi. Ama ilerleyen savaş yıllarında Yakup Cemil bu işin sonunda zafer olmadığını görmüş ve “vatanın kurtulması” için ayrı barış yapmaktan başka çare kalmadığını kafasını takmıştı. Dolayısıyla, öyle düşünmeyenlerin gözünde “hain” olması mukadderdi; oldu da zaten. Yakup Cemil bir düşünceyi düşünmekle yetinecek bir adam değildi. İkinci bir Bâbıali baskınına girişti, yakalandı, idam edildi. Elbette böyle olaylarla uğraşmak da Teşkilât-ı Mahsusa’nın işlevleri arasına giriyordu. Nitekim, ortadaki adamların neredeyse hepsi zaten Teşkilât’tan oldukları için Yakup Cemil’i etkisiz hale getirenler gene onlar oldu.
Bu, Yakup Cemil’le sınırlı, bir anlamda bireysel bir olay. Ama örneğin Ermeni Kıyımı gibi çok büyük boyutlu bir olayda da Teşkilât-ı Mahsusa’yı görüyoruz. Teşkilât’ın en önemli adamları, başta o sıradaki Başkan Bahattin Şakir, Kıyım’da da en önemli rolleri oynuyorlar. Resmî “Tehcir” emrini “kıyım”a dönüştürenler onlar.
Dolayısıyla teknik anlamda “içişleri” sayılacak olaylarda da Teşkilât-ı Mahsusa’nın herkesten fazla etkili olduğunu görüyoruz ve doğrusu bunda şaşacak bir şey yok.
Peki, o halde neydi bu Teşkilât? Savaş örgütü mü, istihbarat örgütü mü, ne? Sanırım hepsi birden. Teşkilât, bir düzeyde, Enver Paşa’nın tanımlamakta herhalde güçlük çekeceği, ama tasarlamakta pek engel tanımadığı büyük devleti kuracak örgüttü. Bunu, Enver Paşa’nın durduğu yerden Teşkilât’a bakarak söylüyorum. Peki, Teşkilât kendisine nasıl bakıyor, kendini nasıl tanımlıyordu?
Soruyu bu işlere doğrudan karışmış kişilere sormuş olabilsek de, çok net bir cevap alabileceğimizi sanmıyorum. Hepsi milliyetçiydi, ama hepsinin milliyetçiliğinde farklılıklar vardı. Enver’in dinciliği, Bahattin Şakir’in Türkçülüğü ağır basıyordu vb. Ama sonuçta hepsi “vatanı kurtarmak”, “büyük ve güçlü bir devlet kurmak” gibi amaçlarla oradaydılar ve verecekleri cevap, son analizde, Enver’inkinden o kadar farklı olmazdı. Bu gibi oluşumlarda, yol uzadıkça yol ayrımları çoğalır (Yakup Cemil olayında olduğu gibi), ama o ayrımlara gelinmeden önce bunların ne olabileceği pek akla gelmez.
Şimdi başka türlü bir soruya geldik, sanıyorum. Kısaca özetlersem, Teşkilât-ı Mahsusa güçlü bir devlet kurma amacını güden, bu devlet veya bu devletin milletine düşman olabilecek, içte veya dışta, herkesle mücadele etmekte kararlı ve içinde bulunduğu koşullara göre, bu amaçlara ulaşmasını kolaylaştıracak her türlü aracı kullanmaya hazır bir örgütse, o zaman bu Teşkilât’ın İttihat ve Terakki’den farkı nedir?
Galiba fark yok. İttihat ve Terakki’nin kendisi, iktidar oluncaya kadar, zaten Teşkilât-ı Mahsusa’nın yöntemleriyle çalışmıştı; ya da öbür türlü söylersek, Teşkilât-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki ile Osmanlı siyasetine giren yöntemleri sürdürmüştü.
İttihat ve Terakki’nin Makedonya’da güçlendiği yıllarda, genişlemek, daha çok insanı saflarına çekmek amacıyla uyguladığı bir şeydi siyasî suikast. Büyük hedef tabiî Abdülhamid’di ama oraya gelinemedi. Ama onun dışında epey zengin bir başarılı suikast listesi vardır partinin; 1908’e yol açan olay da Şemsi Paşa’nın öldürülmesidir. Asıl iktidarı sağlayan Bâbıali baskını da nitelikçe aynı kategoriye giren bir eylemdir. Ama iktidardaki İttihat ve Terakki de, yöntemini değiştirmeye gerek görmemiştir. Kendisi muhalefetteyken iktidarda olanlara ya da iktidardakilere yakın olanlara karşı suikast düzenlemiş; iktidara gelince de bazı muhaliflerini suikast yoluyla ortadan kaldırmıştır – Hasan Fehmi, Ahmet Samim gibi. Gelenek, 1926 İzmir suikastı girişimine kadar sürer. Partinin tarihteki ilk ve son eylemlerinin suikast olması ilginçtir.
Öncelikli yöntem, ama tabiî tek yöntem ya da tek eylem biçimi değil. Ancak, Parti’nin bütün önemli eylemlerinde bir çeşit “yangından mal kaçırma” üslûbu belirgindir. Sadrazamdan habersiz dünya savaşına girmek de bu üslûbun özellikle öne çıktığı olaylardan biridir.
Bu “sadrazamdan habersiz” örneği İttihat ve Terakki ile Teşkilât-ı Mahsusa arasındaki ilişkiyi açıklayan bir anahtar olabilir. Parti bir yeraltı örgütü olarak kurulmuş ve bunun gerektirdiği çalışma tarzını pek fazla zorlanmadan benimsemişti. Yeraltı örgütünün mantığı bu kuruluşun varoluşunda uzun-vadeli bir egemenlik kurdu.
Osmanlı devletinin çöküntü ve döküntü döneminde İttihat ve Terakki kendini, kendisinin de pek beklemediği bir hız ve kolaylıkla iktidarda buldu. Aynı anda, çevresine birçok insan toplandı. Bu “kalabalıklaşma” partinin aslî kadrolarının alışık olmadığı bir şeydi.
“İllegalite” içgüdüsü, iktidarın ilk yıllarında kendini hep belli etti. Bir süre Parti fiilen hükümet oluşturarak iktidarı üstlenmekten kaçındı. Denetleyebileceği Osmanlı paşalarına hükümet kurdurup onları yönlendirme yöntemini seçti. Bütün bu durumlarda kısa zamanda gerilim doğdu, çünkü İttihatçılar’a yakın paşalar da sonunda Osmanlı devlet geleneği içinde yetişmişlerdi ve bu da ortak üslûp tutturmayı güçleştiriyordu. Bu tür insanlar arasında Parti’ye en yakın olan Mahmud Şevket Paşa bile öyle bir üslûp tutturamadı. Bir yığın şüpheli koku çıkaran Mahmud Şevket Paşa suikastından sonra İttihat ve Terakki artık kendisi hükümet kurmak durumunda kaldı. Ama bu da hemen başka bir gelişmeye yol açtı: Merkez-i Umumî’nin güçlenmesi. Çalıştığı zamanlarda Meclis olsun, hükümetler olsun, hepsi Merkez-i Umumî’nin denetimi altındaydı.
Bu neyi gösterir? Öncelikle, dar kadro çalışmasının ne kadar kökleşmiş bir alışkanlık olduğunu gösterir. Orwell’in Hayvan Çiftliği’ndeki “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha eşittir” sloganı gibi, birçok İttihatçı vardır, ama bazı İttihatçılar daha İttihatçı’dır. Onlar, önemli kararların verilmesi yetkisini başka İttihatçılar’a bile devredemezler. Bu “başka İttihatçılar” da, şimdi, gereğinde manipüle edilecek, kandırılacak, gereğinde zorlanacak piyonlardır.
Kısacası, İttihat ve Terakki yeraltından yerüstüne çıkmış, yasallaşmış, hükümeti kurmuş, devletle özdeşleşmiş ve iyice kalabalıklaşmıştır. Ama bu durum Parti’nin asıl üyelerini tedirgin etmektedir. Çünkü böyle davranma alışkanlıkları yoktur ve olaylar, alışkanlıklarını sürdürmeyi teşvik etmektedir. Yalnız olaylar değil, özlemler de, yeraltı yöntemlerini kaçınılmaz kılmaktadır.
Dolayısıyla, Teşkilât-ı Mahsusa, yeryüzündeki resmî İttihat ve Terakki’ye karşı, kendini yeniden yeraltında kuran asıl İttihat ve Terakki olarak tanımlanabilir.
Dünya Savaşı felâketle sonuçlanınca bunun sorumluluğunu taşıyan önderler yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Ama kadrolar Türkiye’deydi. İttihatçılar için pek çok olumsuz şey söylenebilirse de, aptal oldukları söylenemez. Savaşın böyle bir felâketle sonuçlanabileceğini de düşünmüş ve işgâle karşı direniş hazırlığı yapmayı da ihmal etmemişlerdi. Çerkes Ethem’in ilk silahlarını Teşkilât-ı Mahsusa’nın başı Kuşçubaşı Eşref’in çiftliğinde bu amaçla gizlenmiş depodan alması örneğinde görüldüğü gibi, Anadolu direnişinin altyapısını gene İttihat ve Terakki kurmuştu. Mustafa Kemal bu yapının üstüne oturdu. Böyle bir direnişi yürütecek prestij ve yetenek bir tek değilse bile herkesten çok Mustafa Kemal’de olduğu için, İttihatçılar’ın onun önderliğine katlanması gerekiyordu. Karşılıklı tedirgin bir ilişkiydi bu, ama var olan gerçekliğin dikte ettiği bir ilişkiydi. Çeşitli sürtüşmelere rağmen, sonuna kadar da böyle devam etti. Süreç içinde dramatik bir an, Sakarya Savaşı’dır: Enver, Gürcüstan’da, savaşın sonunu bekliyordu. Mustafa Kemal yenilecek olsa, gelip komutayı üstlenme kararındaydı. Mustafa Kemal kazandı ve Enver Orta Asya yolculuğuna çıktı.
Böylece, Kurtuluş Savaşı, İttihatçı bir altyapıyla, ama Mustafa Kemal’in önderliğinde, başladı ve bitti.
Kalan İttihatçılar niçin 1926’da İzmir suikastini planladılar, sorusu sorulabilir. Aslında bu olayda yer alan veya belki metazori “yer aldırılan” herkesin aynı fikirde olduğu, hattâ eşit derecede İttihatçı ve Teşkilât-ı Mahsusa’cı olduğu söylenemez. Ziya Hurşit, Ali Şükrü’nün intikamını almaya çalışıyordu; Sarı Edip Efe, Çerkes Ethem’den kalmaydı vb. Geri kalanlar ya Teşkilât’ın entellektüel yetenekleriyle nam yapmamış silâhşörleri ya da, tersine, fazla nam yaptığı için başka kılığa giremeyecek önderleriydi. (Kara Kemal ve Cavit Bey bu ikinci kategoriye girer ve suikastte yer alıp almadıkları tartışmalıdır.) Ama sonuç olarak bu adamlar Fırka’nın ve Teşkilât’ın o ana kadar Mustafa Kemal’e biat etmemiş adamlarıydı. Suikast girişim aşamasında ortaya çıkarılınca, Mustafa Kemal’e o zamana kadar biat etmiş Fırkacı ve Teşkilâtçılar tarafından (İstiklâl Mahkemesi’nin Aliler’i) idam edildiler ve böylece İttihat ve Terakki tarihinin sonuna geldi.
Ama İttihat ve Terakki’nin sonunun gelmesi, bütün İttihat ve Terakkiciler’in sonunun gelmesi demek değildir. Celâl Bayar, Kel Ali, Kılıç Ali, Yunus Nadi, Hamdullah Suphi ve daha birçokları Mustafa Kemal’in yanında kesin yerlerini almışlardı. Karabekir, Orbay, Okyar gibileri kolay dokunulamayacak bir prestij edindikleri için hayatta kaldılar, ama etkin politikadan büyük ölçüde silindiler (ya da, Fethi Okyar gibi, Mustafa Kemal’in iradesine bağlı olarak orada yer alabildiler). Bazıları da Atatürk’ün ölümünden sonra bir rehabilitasyon sürecinden geçtiler (örneğin Karabekir Meclis Başkanı, Esendal parti sekreteri oldu).
Dolayısıyla İttihat ve Terakki’nin ömrü resmen kapanırken birçok bireysel İttihatçı yeni Cumhuriyet devletinin yapısında ve dokusunda fiilen yer aldı. Ama bu noktada, hangi bireyin ne yaptığını, neyi nasıl etkilediğini araştırmak anlamlı olmaktan çıkıyor. Bir kere Mustafa Kemal’in “devlet olma” ve “hükümet etme” anlayışı İttihatçılar’ınkinden bir hayli farklıydı. O da otoriterdi, ülke için gerekli gördüğü sonuçlara ulaşmak üzere hukukun bir miktar çiğnenmesine göz yumabilirdi vb. Ama ne onun ne de en yakın iş arkadaşı İsmet İnönü’nün İttihatçı tipi bir “haydut-devleti”ne ya da “devlet-haydutluğu”na tahammülü yoktu. Ayrıca, ülke çapında sahip oldukları yetki ve prestijle, Enver gibi gizli örgütlerle çalışmaya ihtiyaç duymuyorlardı. Bu çerçevede, İttihatçı komitacılığının tarihe karışması beklenebilirdi.
Ama böyle bir şey de olmadı. İdeal yaşamaya devam etti, çünkü “topluma biçim veren devlet” ideali hep oradaydı. Atatürk ve İnönü gibi büyük millî kahramanlar varken, herhangi birinin kendinde “vatan kurtarma” misyonları vehmetmesine imkân yoktu. Ama “millî kahramanlar” döneminden “çok-partili rejim”e geçer geçmez neler olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.
Bundan sonrası ayrı bir hikâye. İşin özü değiştiği için değil, çünkü işin özünün fazla değiştiğini sanmıyorum; ama yeni ögeler ekleniyor, toplum (ve genel olarak hayat) karmaşıklaşıyor, ideolojiler tadilâta uğruyor vb. Bunları şimdi incelememiz gerekiyor, olan veriler çerçevesinde. Susurluk da bu konuda bir miktar veri verdi – ama sadece bir miktar. Bu “bir miktar”, bence, Cumhuriyet rejimiyle eklemlenmiş yeni “Teşkilât-ı Mahsusa”nın, kulağı geçmeye başlayan boynuzu hizaya getirmek için vermeyi yeterli gördüğü “miktar”dır.