Susurluk olayının ikinci yıldönümünde nerede durduğumuzu konu edinen bu yazıyı yazmak için Kasım ayının başından beri yaptığım her teşebbüste, bu olayla doğrudan veya dolaylı ilintili (Susurluk diliyle ‘iltisaklı’) o kadar çok olay üstüste geldi ki, nereden başlayacağımı, hangi olayın sonunu biraz daha beklemek gerektiğini şaşırıyorum. “Tamam, daha fazlası olmaz” dediğimiz anda daha vahim başka bir olay patlıyor. Sanırım memleket meseleleriyle ilgilenen herkes aynı şaşkınlığı duyuyor, her şeyin birbirine karıştığı hissine kapılıyordur. Ama karşılaştığımız bu enformasyon bombardımanının aldatıcılığını da sezinliyor olmalıyız. Zira bu karmaşa görüntüsünün ardında, iki yıldır -aslında hep!- aynı şey yatıyor. Bütün bu kaset, belge ve üstüne şimdi de klip bolluğu, eninde sonunda, iki yıldır söylemeye çalıştıklarımızla tastamam çakışıyor.
Birikim’in 107. (Mart 1998) sayısındaki “Artık Hafiyelik Değil Siyaset” yazısında asıl meselenin “Türkiye’de devlet örgütlenmesinin özü, toplumun devlette kurumlaşan bu yapı ve zihniyet tarafından tam kontrolü ve manipülasyonudur. Susurluk’la ortaya çıkan bütün rezalet için söylenebilecek şeyin son kertesi şu olmalıdır: Devlet budur... Artık bu saatten sonra her türlü siyasî faaliyetin başlangıç noktası, miladı, bu talep olmak zorundadır.” demiş ve eklemiştik: “Meselenin siyasî özünü öne çıkarmayan her türlü hafiyelik, bundan böyle tedricen Susurluk’u ortaya çıkartan sistemi, yapıyı onarmaya yarayacaktır.” Ve yine bu bağlamda “çete” sözcüğünün, çağrıştırdığı “arızi bir yapılanma” nedeniyle kullanılmaması gerektiğini söylemiştik.
Bu konuda, geçen zaman içinde, bizim cenahın tam olarak ne yapabildiğini tespit etmek biraz zor ama galiba pek de bir mesafe kaydedemedik (bkz. V Özgürlük dergisinin kapağı, sayı 14, 15 Kasım 1998: “Çete, çeteyle temizlenmez.”). Mücadele etmemiz gereken güçler için ise, yukarıda atıf yaptığımız yazıdaki kapsamda, hedefe tam isabet söz konusu.
Bütün bu Çakıcı/Yiğit/Türkbank vb. kargaşasının dışına çıkıp resme baktığımızda gösterilmek istenen tablo şudur: Ortalıkta bazı çete/mafya unsurları dolaşmaktadır; bunlar “bazı” siyasî çevrelerden, “hattâ bazı” bürokratik çevrelerden de destek görmüşlerdir. Ama artık bu karanlık işler açığa çıkmaktadır. Devlet bunları temizleyecek, tekrarını da önleyecektir.
İşte tam da bu tablo, iki yıl önce ortaya dökülen Susurluk skandalından devletin en ucuza kurtulma formülünden başka bir şey değildir. Devlet var olan bütün ideolojik aygıtlarıyla harekete geçmiş ve usta bir “gizli el” (kapitalist ekonomilerde piyasayı düzenlediği varsayılan o mâhut gizli el bizde bu işlere bakıyor!) işi devletin kendisinden sıyırıp, cebini doldurup forsunu arttırmaya çalışan birtakım döküntülerin üstüne fatura edivermiştir.
En temel bilgileri, alfabeyi tekrar etmek elzem oluyor:
1- Bütün sınıflı toplumların devletleri baskıcıdır ama TC Devleti, gerek tarihinden devraldığı gelenek ve özellikle de kuruluşundaki ayırdedici niteliklerinden dolayı, devlet-toplum ilişkileri açısından normal kapitalist devletlerden çok daha tahakkümcüdür; totaliterliğe eğilimli ve hukuk tanımazdır. (Bu konuda bkz. Murat Belge’nin 13-14-15 Kasım 1998 tarihlerinde Radikal gazetesinde çıkan yazılarındaki tahliller ve özellikle “Bismarkizm” tartışması.)
2- Güneydoğu’da yıllardır süren savaş bu durumu daha da ağırlaştırmıştır. Daha önceleri gizlenerek yahut başka bir kabuk altında yapılan, en önemlisi bu şekilde takdimine önem verilerek, gayret sarfedilerek yapılan hukuk dışı işler alenileşmiş; dahası kendinden menkûl bir “özel” hukuk yaratma pratiği ortaya çıkmıştır.
İşte biz sosyalistlerin “Susurluk” diye işaretlediği nokta tam da bu ikinci maddedir. Çakıcılar, Yiğitler, Pekerler hattâ Çatlılar bile işin yalnız yüzeye vuran gölgelerinden ibarettir. Biz derine inmeliyiz. Derinlere inmek de çok gizli ve nüfuz edilmez bilgilere vakıf olmayı hiç gerektirmiyor. Hattâ bazen tersine, büyük mahremiyet havaları içinde sunulan teferruatı bir kenara itmeyi gerektiriyor. Bu “karanlık olaylar” ve “perde arkaları”nın arkasında göreceğimiz şey, yakılan köyler, göçe zorlanan köylüler, Bingöl’de köprü altında kurşuna dizilen vatandaşlar, Yüksekova’yı haraca kesen itirafçı-Jandarma komutanı-polis ittifakı, Musa Anter’in katli, Batman’da keserle öldürülen yüzlerce “faili meçhul” kurbanı ve Veli Küçük, Mehmet Ağar vb. portrelerden oluşan binlerce resimdir. Onca enformasyon, kaset, klip, rapor yığını altında gözlerden saklanıp unutturulmak istenen işte bunlardır. Onların yerine önümüze oyalanmamız için atılan bol magazinli kaset tefrikaları bile eninde sonunda bu bataklıktan besleniyor.
Toplum bu curcuna ile meşgûlken, “Susurluk” diye işaret ettiğimiz o mekanizma halen tam teşekküllü olarak faaliyetine devam ediyor. Yalnız icra-i faaliyet olarak değil, onun kadar önemlisi, bu faaliyetin topluma sunuluşunda da aynı mekanizma aynen yerini muhafaza ediyor. Devlet-toplum ilişkisinde, daha doğrusu devletin nezdinde toplumun konumunda değişen bir şey yoktur. Sadece tek bir örnek: 8 Kasım 1998’de YeniYüzyıl’da çıkan bir haberden bir bölümü okuyalım. Bağımsız (yani devlet nezdinde muteber, geçmişi Malatya ve İzmir Valiliklerinden bilinen) İçişleri Bakanı Kutlu Aktaş 13 köy korucusunun askerler tarafından öldürüldüğü iddiasına şöyle cevap veriyor: “Ortaklar köyü Ormancık mezrası halkından bazı kişiler geçici köy korucusu olduktan sonra maaşlarını PKK’ya vermişlerdir. 24 Temmuz 1994’te korucular PKK ile birlikte güvenlik güçlerini pusuya düşürüp 3 askeri şehit etmişlerdir. Bu eylemden sonra köy korucuları Kuzey Irak’a kaçmışlar ve örgüt olayı istismar etmek için köy korucularını öldürmüştür.”
Son 15 yılda Türkiye’de olup bitenleri birazcık izleyen birisi için yukarıda anlatılan olayda nelerin olup bittiği herhalde yeteri kadar açıktır. Burada üstünde durulması gereken nokta, devletin böyle bir olayı açıklama tarzı ve bu açıklamanın inandırıcı olabileceğine dair güvenidir - ya da böyle bir inandırıcılık kaygısını pek de duymuyor oluşudur. İşte Susurluk’u yaratan ve sürdüren zihniyet budur. Susurluk zihniyeti yapıp ettiklerini bir şekilde topluma sunmak ve meşrûiyet kazandırmak açısından, yazının başında belirttiğimiz gibi, oldukça başarılı olmasının yanısıra kendisini çeşitlendirme konusunda da mesafe kaydetmiştir. Alınız Ertuğrul Özkök’ün ünlü “Manyağa Bak!” manşetini ve bu manşeti savunmak için yazdığı yazıyı (Hürriyet, 2 ve 7 Kasım 1998). Susurluk zihniyetinin “sivil” taşıyıcısı bu beye göre “insan haklarını böylesine pespaye biçimde katleden bir zihniyet ortadan kalkmadıkça gazeteciliğin bu öfkesi de ortadan kalkmaz”mış. Paris’ten doktoralı bu zata şimdi kalkıp hukukun temel kuralları, insan hakları felsefesinin temel kavramları falan konusunda bir şeyler söylemenin bir gereği var mıdır? Bütün bunlar onun tarafından da bilinmeyen şeyler değil herhalde. Bile bile bunları yazabilen birisi elbette neye hizmet ettiğinin de çok iyi farkındadır. Onu insan hakları, gazetecilik, insanlar, toplum falan değil, sadece o “hizmet”in gerekleri ilgilendiriyor. Yazdığı “halkla birlikte olmak cesaret ister” lâfının tam tercümesi, “bütün bu tahrifatı yapacak cesareti aldığım yeri ben iyi biliyorum”dur. Kutlu Aktaş’ın açıklamasındaki inandırıcılık ve “hakikat” kaygısı ne kadarsa, bu hizmet erbabının da kavramlara -ve hakikatlere, gazeteciliğe, insanlara- hürmeti o kadardır. Susurluk, belki polisiye hikayelerden de fazla, işte budur: bir toplumu eşek yerine koyma, bir topluma “seni bana sayıyla mı verdiler!” diye muamele etme tarzıdır.
Ne kadar tekrarlasak az: Susurluk’ta billurlaşan devlet ve hükmetme anlayışıyla mücadelemizi, hayatın karşımıza çıkardığı birçok veçhesi nedeniyle çok geniş kapsamlı, ama aynı zamanda tek hedefli olarak sürdürmek durumundayız. Tek hedef, bu zihniyettir. TC Devletinin o kendine özgü hukuk/vatandaş/siyaset anlayışı ile mücadele Susurluk’ta ortaya çıkan durum karşısında mücadelenin ana eksenidir.
Şu anda yapmamız gereken iş, bütün vatandaşları eşit biçimde kucaklayacak bir hukukun ve siyaset alanının yaratılması ve devlet zihniyetinin üstümüze geçirdiği bilinmezlik boyunduruğunun aşılması mücadelesidir. Bazı gangster tefrikalarının meseleyi sulandırmasına izin vermemek gerekiyor. Bunu geniş bir toplum kesiminin desteğini alarak yapabilme şansına da sahibiz. Biz sosyalistlerin -yani yalnız bizim- meselemiz olan devletin yeniden yapılanması (hani meşhur “yukardan/aşağıdan” tartışmaları ve devletin sönümlenmesi meselesi) maalesef bugünün konusu değil. Daha önce halletmemiz gerekenler var; önce üstüne taş döşeyeceğimiz yolun açılması gerekiyor.
Caferilerin ünlü sloganı “her gün âşure, her yer Kerbelâ”ya nazireyle söylersek, “her yer Susurluk, bütün resmî erkân Susurlukçu” - ve öyleyse “Susurluk Devlettir”!