Sivil toplum, siyasal açıdan önemli, fakat muğlak bir kavramdır. Avusturya’da Özgürlükçü Parti (FPÖ) ile Halk Partisi (ÖVP) arasındaki koalisyona karşı oluşan direniş hareketi, kendini sivil toplum olarak kavrıyor. Bu hareket içinde etkin olan ve Avusturya’daki gelişim hakkında fikirler formüle eden kimileri, bu harekette yeni bir olgunun ortaya çıktığını görüyorlar. Dahası Avusturya’da bu kavramın ırkçılık ve demokrasiye ilişkin Avrupa’daki tartışmalar için de önemli olabilecek yeni bir anlamının keşfedildiğini farz ediyorlar.
Eğer durum gerçekten öyleyse, bu çok yararlı bir şey olur. Gerçi Özgürlükçüler’in seçim başarısı ve hükümetin oluşumu, Avusturya’nın özgül toplumsal ve siyasal yapısından kaynaklanan olaylardır. Bununla beraber, Haider ve partisinin önemli kesimları, Avrupa çapındaki radikal sağ şebekenin unsurlarıdır.
Bu partinin hükümete erişebilmiş olması, Avrupa Yeni Sağı’nın sivil toplum alanını hegemonyal tarzda işgâl etme şeklindeki siyaset ötesi stratejisinin, etkili bir siyasal başarı ve hükümet aygıtını ele geçirme sonucunu doğurduğu anlamına gelir. Avrupa’daki diğer partiler ve sağ güçler kendilerini güçlenmiş hissedecekler ve toplumsal iklim sağa kaymaya devam edebilir. Bu bağlantı, Avusturya muhalefet hareketinin bir bölümünün kendisini sivil toplum olarak kavramasının ne anlama geldiğini eleştirel şekilde sınama hakkını veriyor.
Yeni hükümete, ırkçılığa ve sosyal (devletin) çöküş(ün)e karşı sayısız girişimler ve protestolar var. Yüzbinlerce kişi toplantı ve gösterilerde bir araya geldi. Sanatçılar ve bilim insanları protesto bildirilerine imza attı, öğrenciler boykot yaptı. İkinci Cumuhuriyetin politik kültürü açısından bu siyasal dinamik öylesine yeni bir şey ki, bazıları Avusturya’nın ancak şimdi ve bir çelişki örneği olarak Haider’e karşı protestolar esnasında demokratik bir ülke haline geldiğinden söz ediyor.
Direniş hareketinin bir bölümü, sivil toplum bakımından söz konusu olan şeyin, yeni hükümetin temsilcilerine karşı elde edilmiş bir isimlendirme başarısı olduğuna inanıyor. Buna göre sivil toplum, sol, muhalif bir anlam kazanmıştır. Oysa hal ve şartlar bu kadar basit ve ayan beyan değil. Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel de, sivil toplum kavramını sahipleniyor ve sivil toplumun seferberliğine ne kadar çok sevindiğini vurguluyor - sanki FPÖ ile koalisyona Avusturya’da siyasal kültürün gelişmesi için girmiş gibi. Hükümet gösterilerin bitmesini bekliyor ve canlı demokratik kültüre dikkat çekiyor. Bu ise manzaraya uygun düşüyor; çünkü böylece çok sayıda gösterici ve gazeteci tarafından işlenen “Haider eşittir Hitler” tablosu bir abartı olarak gülünç hale geliyor ve protestolar törpülenerek etkisizleşiyor.
Bireylerin etkin olmaları, birlikte tartışmaları, kendilerini muhtelif biçimlerde ifade etmeleri – bütün bunlar, sivil toplumun öneminin değişik açılarını oluşturur. Doğu Avrupa’daki medeni/sivil haklar hareketleriyle bağlantılı olarak bu kavram, partiden ve devletten bağımsız bir tartışma arayışında olan, yasadışı yayınlar çıkaran, düşünce, örgütlenme ve toplantı özgürlükleri için mücadele eden muhaliflerin oluşturduğu hareketi niteler.
Kendi kendine örgütlenmiş bir kamu ve bireysel girişimle hareket eden vatandaşların özerk eylem bağlamı olarak sivil toplum, devlete karşı durur ve şiddete karşı sav/kanıt yöntemini çıkarır. Mamafih eski ve yeni toplumsal hareketlerden farklı olarak, siyasal erk ve iktidarın özerkliği sivil toplum tarafından şüpheyle karşılanmaz; siyasal erk ve iktidarın yeniden toplumun içine/alanına alınmaması gerektiği kabul edilir. Buna göre, siyasal-devletsel alan, özerk bir saha olarak farklılığını korumalı. Bu anlamda olmak üzere Avusturyalı muhafazakârlar ve sağcılar da sivil toplumu savunuyorlar: Ülke artık nihayet demokratikleşmeli, devlet ve toplum birbirinden ayrılmalı.
Teorik anlamı itibariyle sivil toplum, mütevazıdır ve siyasal iktidara el uzatmaz. Düşünce özgürlüğü içinde sav ve kanıtlar kendini kabul ettirecek ve böylece bu alana özgü bir eylem bağlamı oluşacak. Kavramın bu anlamı, bir protesto hareketi için faydalıdır; zira çalışma, boş zaman ihtiyacı veya aileye ilişkin isteklere dayalı protestolar sürekli bir nitelik taşıyamaz. Şu halde sivil toplum, buluşma mekânlarından, medyalardan, tartışma forumlarından oluşan ve fikir oluşumu ile örgütlenmeye katkıda bulunan bir altyapısal çerçeve sunar.
Ancak bu durumda bile kavrama dair sorunlu bir anlam mevcuttur. Neoliberaller, sivil toplumun eylem alanını, bürokratikleşmiş ve partiler tarafından yozlaştırılmış devletin bir ikamesi değilse bile bir tamamlayıcısı olarak görüyor ve sunuyor. Buna göre yurttaşlar, gûya aşırı yüklenilmiş ve çok pahalı işleyen sosyal devlet bürokrasisinin yerine getiremeyeceği ödevleri üstlenebilir ve hattâ üstlenmelidir. Yaşlıların bakımı, yüzme havuzları, sosyal güvenlik gibi konularla ilgili bu ödevler; özgürlük, özerklik, sorumluluk ve kişisel girişim adına sivil topluma, bireylere, özel şahıslara tevdi ediliyor.
Sivil toplumun bu her iki anlamında bireyler, siyasallaştırıcı tekil yurttaşlar olarak görülüyor; sivil toplum da özgür siyasal düşünce açıklamalarının tarafsız bir sahası olarak kavranıyor.
Fakat burada yaşamın toplumsal ve maddi temelleri dikkate alınmaz. Bu noktada, sivil toplumun bir üçüncü anlaşılış şekli, Antonio Gramsci’ye yaslanan ve demokrasi teorisine ilişkin olmaktan ziyade toplumsal teoriye ilişkin eleştirel bir kavranışı daha verimli olur. Buna göre sivil toplum, burjuva sınıfının kendi örgütlenişinin özgül bir biçimidir ve ona, diğer sınıfları siyasal iktidarın korunması sürecine dahil etme imkânı sağlar. Sivil toplum, yalnızca sav/kanıt alanı değil; üniversitelerden, dergilerden, partilerden, siyasal topluluklardan, akademilerden, araştırma kurumlarından, meyhane ve kulüplerden vb. oluşan bir sahadır. Sivil toplum ayrıca, yurttaşların -resmî makamların sessiz onayıyla- silâhlanmalarını, silâhlı eğitim yapmalarını, keşif koluna çıkmalarını, komşuları gözetlemelerini veya göçmenleri kovmalarını sağlayan girişimleri de kapsar.
Bu gibi durumlarda siyaseten faal yurttaşların egemenliği/tahakkümü korumayı hedefleyen özgür ve mutabakatla onaylanmış girişimleri söz konusudur. Sivil toplum asimetriktir; bir yandan bir egemenlik/tahakküm mekanıdır ve buna rağmen alt toplumsal grupların ve sınıfların da yeni girişimlerine her zaman açıktır; zira sivil toplum, egemen güçlere kendilerini diğerlerine teşmil etme ve çıkarlarını evrenselleştirme imkânı sunar.
Bu şekilde anlaşıldığında sivil toplum Avusturya’da yeni bir şey değildir. Onyıllardan beri mevcuttur; ancak otuzlu yılların iç savaş durumunu sosyal taraflar arasındaki kalıcı bir uzlaşma ve büyük bir koalisyon içinde barışa kavuşturma ve nasyonal sosyalizme katılım konusunda susma üzerine inşâ edilmiş bir mutabakatla belirlenmişti. Sivil toplum, orantılı temsil sistemi üzerinden sosyal taraflar arasındaki mutabakata dahil olmuş ve büyük koalisyonun hükümet kurumlarına katılmıştı. Bu nedenle Ingeborg Bachmann, Thomas Bernhard veya Elfriede Jelinek gibi yazar ve sanatçıların bu mutabakattan kopmaları siyasal açıdan büyük önem taşır.
Yeni hükümetin siyaseti, önemli ölçüde Alman firmalarının elinde olan sanayinin de desteğiyle, sosyal taraflar arasındaki mutabakatı parçalamayı hedeflemektedir. Bu öyle bir sistemdi ki, partiler, firmalar ve sendikalar arasındaki müzakerelerle, kamu işletmelerindeki makamların veya üniversite kürsülerinin ihsanından, konutların paylaştırılmasına varana kadar günlük hayatı düzenliyor ve kadınları, yoksulları, göçmenleri mağdur konumda tutuyordu. Fakat aynı zamanda ücretle çalışanları önemli ölçüde koruyor ve sanatçılara, aydınlara ve bilim insanlarına da -eleştirel olanlar da dahil- önemli bir hareket alanı sağlıyordu.
Avusturya’da yeni bir sivil toplum oluşmuyor; mevcut olan dönüşüyor ve kutuplaşıyor. Yeni bir mutabakat aranıyor. Şayet protesto hareketlerinden bazıları bu mutabakatı, gelecekte sanatçıların, aydınların ve bilim insanlarının artık devlet tarafından desteklenmemesi noktasında arayacak olurlarsa, ucuz bir devlet karşıtı heyecana hizmet etmiş olurlar. Gerçi bu tutum radikal görünür, sivil toplum-devlet şeklindeki liberal zıtlaştırmadan beslenir. Bu anlayış, sivil toplumun bir toplumsal uzlaşma olduğunu ve toplumsal eleştirinin kamusal araçlarla finanse edilmesinin siyasal bir başarı anlamına geleceğini gözlerden kaçırmakla kalmıyor, dikkatleri de yanlış yöne çeviriyor.
Şu sıralar Avusturya’da kamu işletmelerinin özelleştirilmesi konusunda önemli bir tartışma cereyan ediyor. Bu tartışmada sosyal taraflar arasındaki ilişkinin bir demokratik yeniden yapılanmasını savunan ve buna uygun kavramların geliştirilmesini talep eden eğilimler, Avrupa solu açısından yeni ve daha ilginçtir. Bu, doğrudan ve katılımcı demokrasi taleplerini Özgürlükçüler’in otoriter popülizmine terk etmemek, aksine kutuplaşan bir sivil toplumda demokrasi kavramı için mücadele etmek gerektiği anlamına gelir.
Tartışmadan çıkan sonuçlardan biri şudur: Üzerinde durulması gereken husus, özelleştirme ve az sayıdaki kişi lehine kamu servetini devre dışı bırakma değil, ekonomik karar mekanizmalarını da demokratikleştirme ve ayrımsız bir sosyal güvenliktir.
Jungle World, 29 Mart 2000