Cumhurbaşkanlığı Seçimi: “Sivil Siyaset“in Hamlesi

Bu yazı hazırlandığında, hükümet partilerinin liderleri, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi konusunda uzlaştıklarını ve muhalefet partilerinden de onay beklediklerini henüz açıklamışlardı.

Gelen haberler FP’nin bu girişimi gayet sıcak karşıladığı, DYP’nin ise olumlu bulmakla birlikte, bu durumu görüşmek ihtiyacı duyduğu, ardından tavrını bildireceği yönündeydi. Dolayısıyla şu anda Ahmet Necdet Sezer’in neredeyse ittifakla Cumhurbaşkanı seçilebileceği gibi bir manzara oluşmuş görünmektedir.

Gerçi burası Türkiye’dir ve sonuç kesinleşinceye kadar her tür sürpriz beklenebilir. O nedenle 25 Nisan sabahının manzarasına bakıp “bu iş burada biter” demek pek doğru olmasa da; Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın Cumhurbaşkanı seçildiğini varsayarak; bu olayın anlamı, muhtemel sonuçları hakkında bir analiz ve yorum yapmakta herhangi bir beis görmüyoruz. Çünkü dürüst, titiz bir demokrat hukukçu olarak bilinen Sezer’in ittifakla aday gösterilmesi bile başlıbaşına önemli ve anlamlı bir olgudur.

Bu önem ve anlam, Cumhurbaşkanlığı makamının Türkiye siyasal düzenindeki özel işlevinden kaynaklanmaktadır. Söz konusu özel işlev, Anayasa’da ve siyasal hukuku düzenleyen diğer yazılı hukuk metinlerinde açıkça tarif edilmiş değildir, ama Türkiye’nin “derin” siyasal “gerçek”lerine vakıf olanlar, fiilî siyasal hukukumuz bağlamında, Cumhurbaşkanlığı makamının, bu ülkenin “kendine mahsus” iktidar blokundaki iç denge ve gerilimleri yansıtan bir gösterge, bir barometre işlevi gördüğünü bilirler. Sınırlı yetkilere sahip bir makam olmasına rağmen, her Cumhurbaşkanı seçimi arefesinde bir fırtına beklentisi içine girmemizin de nedeni budur.

Çünkü, Türkiye’de “iktidar bloku” dediğimiz şey, normal demokratik ülkelerdeki gibi iktidar veya iktidara aday partilerin “aslî” temsil yelpazesinde tespit edebileceğimiz sosyo-ekonomik güçlerden ibaret değildir. Bunlar blokun bir tarafını oluştururken, diğer tarafta da “devlet”i temsil eden güçler yer alır ve siyasal yaklaşım açısından iki farklı meşrûiyet tezine yaslanır görünürler. Ülkede iktisadın, yani kapitalizmin, meta-para ilişkilerinin yaygınlaşması ve başatlaşması oranında güçlenen kesimleri temsil eden ilk taraf, siyasal meşrûiyet ve gücün yegâne kaynağının “millet” olduğu teziyle, millet çoğunluğunun desteğine sahip iktidarların toplum adına hükümranlık hak ve yetkilerine kısıtsız sahip olması gerektiğinden söz ederken; öbür taraf “devlet”in en azından -düzenin temel addedilen konularında- nihai karar sahibi ve “millet iradesi”nin çerçevesini belirleme yetkisine haiz olması gerektiğini savunur. Ancak mantıki sonuçlarına kadar götürüldüğünde birbirini reddetmesi gereken bu iki meşrûiyet tezinin tarafları, bu ayrımı keskinleştiren bir tarih mecrasında teşekkül etmemişlerdir. O nedenle aralarındaki potansiyel zıtlık ve gerilim, sert ve sürekli bir siyasal mücadelenin konusu olmamış, ender durumlarda su yüzüne çıkmışsa da; genellikle dönemsel fiilî uzlaşmalar, karşılıklı iktidar paylarını tarif eden anayasal ve yasal düzenlemelerle örtülmüş, bir bakıma “çözümü” zamana bırakılmıştır.

Bu konuya az sonra yeniden döneceğiz. Buraya kadar en genel hatlarıyla yapılan açıklama Cumhurbaşkanlığı’nın Türkiye’ye özgü bu iktidar bloğu oluşumundaki yeri ve işlevine işaret etmek içindi. Cumhurbaşkanlığı bu blok içindeki -kabaca- “millet” ve “devlet” iradeleri arasındaki gerilimin uzlaştırılması işlevini yerine getirir. Ve dolayısıyla da her Cumhurbaşkanı siyasal kişiliği ve seçilme tarzı ile blok-içi güç dengelerinin ne yönde değiştiğini veya değiştirilmek istendiğini gösterir.

1961’den bu yana seçilen Cumhurbaşkanlarına ve seçiliş tarzlarına baktığımızda bunu kolaylıkla görebiliriz. 1961’de Orgeneral Cemal Gürsel, AP’nin gösterdiği adayı senatörlükten bile istifaya zorlayan bir ordu baskısı altında seçildi. 1966’da Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 1965 seçimlerini tarihî bir oy oranı ile kazanan AP’nin Meclis ve Senato’daki ezici çoğunluğuna rağmen, alelacele kontenjan senatörü yapılarak Cumhurbaşkanlığı’na benzer biçimde seçtirildi. 1973’te ise Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler, 12 Mart rejimi devam ediyorken, daha aleni bir ordu baskısına rağmen kontenjan senatörü de yapılmışken seçilmeyi başaramadı. Bu ilginç gelişme dönemin iki büyük partisinin -Demirel’in AP’si ile Ecevit’in CHP’sinin- ortak bir tavırla Gürler’in seçilmesine karşı durmalarının yanısıra ordu komuta heyetinin önemli kısmıyla Gürler’in girişiminde “tarafsız” duruşlarının sonucunda gerçekleşti. En “sivilize” generallerden biri, kontenjan senatörü emekli Oramiral Fahri Korutürk, partilerin ve bu “tarafsız” komuta heyetinin uzlaşmasını temsilen, tam bir nötr kişilik olarak Cumhurbaşkanlığı’na seçildi.

Bu 1973 tarihi üzerinde bir parça durmak gerekir.

1950’li yılların sonlarına kadar ordu komuta kadroları ve yüksek devlet bürokrasisi kendilerini siyasî planda CHP’nin temsil ettiğini veri alır ve CHP’ye oy veren toplum kesimleri ile birlikte ülkenin “gerçek” modern ve modernleştirici gücünü oluşturduklarını varsayardı. Fakat, 1950’lerde DP’nin alt ve orta sınıflarda iktisadî saikleri, kazanç, zenginleşme ve tüketim güdülerini kamçılayarak sağladığı kitlesel destek karşısında CHP’nin de bir “devlet partisi” kimliğinden sıyrılıp “alternatif” bir kitle partisi olmaya yönelmesi, ordu ile CHP arasındaki geleneksel ilişkiyi gevşetmeye başlamıştı. Bunun bir nedeni de CHP’nin bu yöneliminin, tek parti rejimi dönemindeki göreli yüksek gelir düzeyi ve sosyal konumunu bırakmasıdır. Göreli yüksek gelir düzeyleri ve imtiyazlı sosyal konumları -gelişen kapitalizmin hızla yükselttiği kesimler lehine- sürekli yıpranan ve düşen bu “çağdaşlaştırıcı seçkin”ler, kaybetmekte oldukları eski statülerine yeniden kavuşmanın bir CHP iktidarında bile mümkün olamayabileceğini fark eder hale geldiler. O nedenle 1960’ta CHP’nin de zımnen onay verdiği koşullarda bir askerî darbe ile DP iktidarını deviren ordu, 1961 Anayasası’na bir zümre olarak sosyo-politik konumu -yüksek bürokrasi ve diğer “seçkin”lerle birlikte- güvence altına alan unsurlar yerleştirmeye bilhassa dikkat etti. Dibaçesinde 1960 darbesini meşrûlaştıran 1961 Anayasası ile sisteme dahil edilen MGK ile ordu, özerk üniversite, Anayasa Mahkemesi ve yetkileri arttırılan Danıştay ile ilmi-adli bürokrasi ve seçkinlerin, bir “devlet iradesi” çemberi halinde “millet iradesi” ile gelecek iktidarların hareket alanını çerçevelemesi düşünülmüştü. Yüksek tahsil koşuluyla seçilenlerden oluşacak bir Senato, tabiî ve kontenjan senatörleri ile de takviye edilerek, millet iradesiyle oluşacak parlamento çoğunluğu ve hükümeti -gereğinde- dizginleyebilecek bir kurum diye tasarlanmıştı.* Kendi İç Hizmet Yasası’na “Cumhuriyeti kollama” gibi bir görev de ekleten ordu, böylece muhtemel “müdahale”lerin de yasal dayanağını edinmiş olmaktaydı. O döneme kadar bir ideoloji olduğundan pek söz edilmeyen her tür “modern” fikir ve uygulamanın dahil edilebildiği bir katalog gibi anlaşılagelen Atatürkçülük, ilk kez bu süreçte, toplumu -gereğinde- topluma rağmen modernleştirmeye o rotada tutmaya matûf bir “devlet” veya kadro ideolojisi olarak doktrinleştirildi.

1957 seçimlerinde DP ile arasındaki oy farkını neredeyse kapatan, seçimi adeta kılpayı farkla kaybeden CHP ise, “millet iradesi”nin DP -ve devamı- türünden partilere yönelmesini önleyebilen bir siyasal-ekonomik düzen ve programa ağırlık vermekteydi. 1961 Anayasası’nın toprak reformu, grev ve sendikal haklar ile düşünce ve örgütlenme özgürlüklerini genişleten maddeleri bu amaçla konulmuştu.

Ancak, 1961 seçimlerinde CHP’nin umulanın hayli altında oy alması, DP’nin devamı partilerin toplam oyunun vaktiyle DP’nin alabildiği en yüksek oy düzeyine ulaştığının görülmesi, CHP-ordu ilişkilerini tam bir dönüm noktasına getirdi. O zamana kadar CHP yörüngesinin dışına çıkmamaya özen gösteren ordu kadroları içinde CHP’den özerk bir düşünme ve davranış çizgisi izleme eğilimleri güçlenmeye başladı. Bunlar aynı zamanda CHP ile bulundukları safta inisyatifin CHP’den orduya geçmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bu eğilimi CHP içinde de paylaşanlar vardı. Öte yandan yine CHP içinde, partinin gelişme yolunun ordu ile ilişkisi nedeniyle tıkandığına inanan görüşler de billurlaşmaktaydı. Bu eğilim daha sonraları Bülent Ecevit önderliğindeki ortanın solu hareketince partiye egemen olacak, ordu ve CHP arasındaki “tarihî ilişki”nin kopmasına kadar varacaktı.

CHP’nin seçimle iktidar olabileceğinden büsbütün umudunu kesenler de iki gruba ayrılmaktaydı. Birincisi adeta ordu ve yüksek bürokrasinin siyasal sözcüsü rolüne soyunup, ileride ordunun bir biçimde siyasete müdahale koşulları oluştuğunda onun “sivil kadro”su görevini üstlenmeye hazırlananlardı ki; daha sonra CHP’den ayrılıp Güven Partisi’ni kuracaklardı. Sosyo-politik çizgileri giderek merkez sağa yaklaşan, laik, muhafazakâr, otoriter devletçilikte netleşen bu ekip ordunun yüksek komuta kadroları arasında geniş bir ilgi ve ilişkiye mazhardı.

Türkiye’de ancak sağ partilerin seçimle iktidara gelebileceğine inanan ikinci kesim, umudunu ordunun orta ve alt kademe subayları arasında gayet yaygın “sol darbe” eğilimlerine bağlamış olanlardı. Bunlar az önce de belirtildiği gibi Atatürkçülüğü böylesi bir darbenin meşrûiyetini aldığı bir ideoloji -Kemalizm- olarak yorumlayıp mevcut durum ve iktidara karşı yoğun bir eleştiri ve eylem kampanyası yürütürken, aynı zamanda bu darbeci eğilimlerle giderek mesafeli pozisyona geçen CHP’yi de şiddetle kınamaktaydılar.

12 Mart müdahalesi, ordu alt ve orta kademelerindeki bu “sol Kemalist” darbeci eğilime prim veren gerekçelerle, otoriter, laik muhafazakâr Atatürkçü yüksek komuta kadrosunun yönetimi altında yapıldı. Alt ve orta kademelerdeki sol darbeci eğilimleri bir süre sonra tasfiye edip dağıtan muhafazakâr otoriter Atatürkçülük, böylece orduya modernleştirici -öncü- bir rol ve misyon yükleyen eğilimlerin sonunu getirirken, kendini statükoyu, özel olarak da ordunun -1971 Anayasa düzenlemeleriyle takviye edilen- statüsünü korumayla sınırlamış oluyordu. Şüphesiz bu kendi statüsünü korumaya indirgenmiş yaklaşım, o statüye Atatürk devrimlerinin muhafızlığı payesi ve “misyonu” atfeden bir ideolojik kamuflajla sunuluyordu.

Bu noktaya, modernleşmenin başlıca iki -kendi içinde tutarlı- yolunun ordunun sosyo-politik konum ve rolünü mantıken ve kaçınılmaz olarak “aşağıya çektiği”nin anlaşılmasıyla gelinmişti. Ayrıca biri zaten kitlesel desteğe sahip sağ partilerce, diğeri ise 1960’lardan itibaren dinamik bir kitlesel destek bulmaya başlayan sol parti ve hareketlerce savunulan bu iki yaklaşımda da ordu ancak söz konusu parti ve hareketlere tâbi bir rol oynayabilirdi. 1920’lerde, yani Türkiye’de modernleşmeyi omuzlayacak sosyo-politik güç ve dinamikler henüz pek zayıfken, çekirdeğinde ordunun yer aldığı “asker-sivil aydın zümre”, modernleşmenin bu iki yolunun öncülüğü rolüne de kendini ikame edebiliyor, bunların birinden ötekine geçebileceği iki politika veya strateji gibi algılayabiliyorken; 1950’lerde DP’nin sağ modernleşme akımını sahiplenmesi, 1960’larla birlikte kitleselleşmeye başlayan sol-sosyalist akımların ortaya çıkışı, ordunun ve tüm asker-sivil aydın zümrenin “modernleştirme öncülüğü” iddia, rol ve kulvarının maddi -sosyo-ekonomik- temelini ortadan kaldırmıştı. İşte bu noktada, o iddia ve rolün geçerli sayıldığı zamanların özel koşul ve ortamında teşekkül etmiş sosyo-politik konumun, imtiyaz ve ağırlığın bizzat kendisini korumaktan başka bir “misyon” kalmamış olmaktaydı. Muhafazakâr Atatürkçülüğün hem sağ partilerin yaslandığı geleneksel hayat tarzı içindeki kitlesel desteğe -gerici nitelemesiyle-, hem de sol parti ve hareketlerin canlandırdığı işçi ve emekçi eylemliliğine -komünist, bölücü vs. gibi nitelemelerle- karşı çıkışının temelinde -o kendini doğal seçkin-yönetici sayanlara özgü- alt sınıf aşağılaması yatmaktaydı. Ayrıca bunlar, yine o tür “seçkin”lere özgü bir anlayışla, söz konusu kitlesel destekleri yöneten, yönlendiren sağ ve sol “kadrolar”ın bu “doğal seçkin”leri geri plana iterek “seçkin” olmanın yeni vasıf ve değerlerini egemen kılmalarından da rahatsızdı.

Ancak 12 Mart döneminde sol Kemalist darbeci eğilimlerin tasfiyesiyle orduya tamamen bu otoriter muhafazakâr eğilimin egemen olduğu da söylenemez. Nitekim bu eğilimin adayı olarak F. Gürler’in Cumhurbaşkanlığı için yaptığı atağın sonuçsuz kalması da bunun kanıtıdır. Bu olayda, ordunun özerk bir “modernleştirici öncü” misyonunun bittiğini kabullenmiş, dolayısıyla buna dayalı siyasal güç ve taraf olma pozisyonunundan çekilinmesi ve normal bir düzendeki rolüne razı olması gereğine inanmış hayli geniş ve etkin bir komuta kadrosunun, Gürler’e açıkça destek vermemesinin rolü büyüktür. Başını bazı kuvvet ve ordu komutanlarının çektiği bu kesimin varlığı ve cesaretlendirmesiyle dönemin iki büyük partisi (AP ve CHP) Gürler’in seçimine kararlı biçimde direnme ve sonuç alma imkânını bulmuştu.

Ordunun genel olarak “düzen”in korunmasındaki “normal” rolüne çekilmesini savunan bu eğilim, ordunun 1950’lerin ortalarından itibaren içine girdiği siyasallaşmanın iki temel gerekçesini birbirinden ayırmaktaydı. Yani, ordunun, kapitalizmin gelişmesiyle değişen sosyo-ekonomik yapı ve hiyerarşi içinde kurum ve bireyler olarak statü ve siyasal ağırlık kaybını kaçınılmaz sayıp kabullenirken, bu sürece eşlik eden göreli gelir düzeyi düşüşünü ise aslî sorun sayıyor, bunun çözüme kavuşmasını önemsiyordu. 1960 sonrasında kurulan OYAK ve ordu mensuplarının maaşlarını yükselten ve düşmesini önleyen yasal düzenlemeler bu iktisadî kaygıyı epeyce gidermişti ve daha sonraki iktidarlar da günümüze kadar bu “ilke”ye uymaya titizlik göstereceklerdi. Asıl ilginci bir yardımlaşma sandığı olarak kurulan OYAK’ın, kuruluş yasasının verdiği imtiyazlarla kısa sürede hatırı sayılır bir sermaye gücü haline gelerek, yerli ve yabancı sermaye gruplarıyla kârlı yatırım ortaklıklarına girmesiydi. 1970’lerden itibaren “savunma sanayii”ne de girerek dev bir ekonomik güce dönüşen OYAK üzerinden ordu komuta kadrolarının gelişen kapitalizm ve sermaye ile ilişkileri gelişmiş ve ordu mensupları böylece iktisadî dinamiklerin, kazanç güdülerinin serpilip yaygınlaştığı bir sürecin seyircileri ve muhafızı olmaktan sıyrılıp bu süreçten doğrudan pay alabilen kesimler haline de gelmişlerdir.


12 Eylül darbesiyle işbaşına gelen ordunun siyasal duruşu, “asker-sivil-bürokrasi”nin imtiyazlı ve “müdahil konumu”nu koruma ve pekiştirmeyi “düzen”in kilit taşı sayan muhafazakâr Atatürkçülük ile şu yukarıda anlatılan üst-orta sınıflarınkine benzer eğilimin bir karmasıydı. Kendi statüsünü ve göreli rahat gelir düzeyini “tehlikeye” sokmadıkça, neo-liberalizmin en yırtıcı ve kuralsız biçimleriyle de “yanyana” yaşamayı sindirmiş bu duruş, iktidardan uzaklaştırdığı merkez sağın iktisat politikasını aynen ve aynı kadrolarla sürdürmenin yanısıra, onun ideolojik malzemesinden de hiçbir sıkıntı duymadan yararlandı. Atatürkçülüğü tabulaştıran bir söylemin her şeyi kaplayan örtüsü altında fiilî ve resmî ideolojinin “Türk-İslâm sentezi”ne dönüştürülmesi, dinî -Sünni İslâmi- eğitimin zorunlu kılınması gibi önlem ve düzenlemeler ile otoriter bir merkez sağ partiden farksız bir profil çizerken, bir yandan da geleneksel merkez sağ partiyi (AP) bir daha toparlanamayacak hale getirmenin peşindeydi. Aslında amaç, merkez sağ partiyi ardında ordu gücü ile yeniden dizayn etmekti. Vaktiyle CHP ile ordu arasındaki ilişkinin bir benzerini yaratmak istemekti bu. 1983 seçimlerine sokulan MDP bunun için kurulmuş ve seçimi kazanması için elden gelen her şey yapılmıştı ama “aşı” tutmadı. Sağ -sivil- siyasal kadrolar ve temsil ettikleri sosyo-ekonomik güçler, ordu ile aynı iktidar blokunun unsurları olmayı içlerine sindirmekle birlikte, iktidardaki paylarını sabitleştirecek böyle bir kurumlaşmayı kabule eğilimli değildi. Güç aldıkları iktisadî dinamiklerin, meta-para ilişkilerinin, kazanç güdülerinin yaygınlaşması oranında, bu iktidar bölüşümünde paylarını arttırabilecekleri umudu ve bilgisiyle, merkez sağ parti ile ordunun -aynı ideolojik atmosferde yer alsalar da- ayrı, mesafeli kuruluşlar olarak durmalarının gereğine inanıyorlardı.

ANAP-ordu ilişkileri bu perspektif içerisinde yürüdü. Neo-liberal rüzgârı ivmelendiren ANAP, bununla ülke içinde inisyatifi ele geçirip her alanda merkezî bir etkinlik, bir gündem belirleme gücü edindikçe ordunun iktidar payını törpülemeye matûf demeçleri de ihmal etmemekteydi. Subayların -ve bu arada bir ihtiyat tedbiri olarak da emniyet mensuplarının- gelir düzeylerini düşürmemeye, hattâ yükseltmeye özen gösterilerek uygulanan, özellikle Turgut Özal’ın şahsi jest ve girişimlerinde ifadesini bulan bu politika (strateji), ordu ile ANAP arasındaki baştan beri varolan soğukluğun kaynağıydı.

Ordunun iki darbesine, biri apaçık birçok müdahalesine marûz kalmış bir siyasal geleneğin (DP-AP çizgisinin) “sahibi” olarak Demirel, orduya karşı çok daha soğuk durması beklenebilirken, Cumhurbaşkanı seçildikten itibaren, tam tersine giderek ordu/“devlet” ile “kaynaşma”nın sembolü ve sözcüsü rolüne oturdu. Bunu Demirel’in oportünizmini özetleyen o ünlü “dün dündür...” sözüne bağlı olarak açıklamakla yetinmeyip, sosyo-ekonomik bir gerekçeye dayandırmak da istersek şunu kısaca belirtebiliriz ki; Demirel, neo-liberalizmin güdümlediği 1980 sonrası hızlı kapitalistleşmenin aktif ve sürükleyici kesimini oluşturan çabuk ve kurallara aldırmaksızın zenginleşme peşindeki “yeni girişimci” sınıfın ve bunların oluşturduğu rüzgârın büyüsüne kapılanların kendi geleneksel merkez sağ çizgisine değil, ANAP’a yuvalanmayı tercih ettiklerini; DYP’nin ise eskinin o “istikrarlı” kalkınma sürecine intibak edebilmiş kesimlerin desteğini koruduğunu, ANAP’tan tekrar DYP’ye dönen oyların da buradan kaynaklandığını görmüştür. 1991 seçimlerinde ANAP geride bırakıp birinci parti konumuna gelmesine rağmen, neo-liberal rüzgârın hızlı estiği metropol kentlerde ve Batı Türkiye’de ANAP’ın hayli gerisinde kalan, oylarını “taşra”dan ve bu rüzgârdan endişeli kırsal kesimden alan DYP, bu durumuyla, aynı neo-liberal rüzgârın yükselttiği kesimlere merkez sağ nitelikli bir “soğukluk” duyan ordu ile benzer bir zeminde durmaktadır. Zeminleri birleştirmek, hiç değilse yakınlaştırmak, özellikle “Kürt sorunu”nun ağırlaştığı bir konjonktürde mümkün olabilirdi. Bu politika Demirel Cumhurbaşkanı seçilip Tansu Çiller ve ekibi partinin başına geçtikten sonra DYP tarafından izlendi. Orduyla gayet sıcak ilişkilerinin olduğunu bilhassa belirterek, Çiller ve DYP’nin “polis partisi”ni de kucaklayarak “devlet”in tercihli partisi rolüne soyunmasının meyveleri 1995 seçimlerinde toplandığında hasat hiç de içaçıcı görünmüyordu. DYP 1991’deki oylarının neredeyse üçte birini kaybetmişti.

Ordunun açıkça arkasında yer aldığı partilerin kitle desteği bulamadığını, yitirdiğini deneyleriyle bilen -eski ve yeni- merkez sağ partiler, 1995 seçimlerine doğru RP’nin kendi oy tabanlarına nüfuz ederek yükselişe geçtiğini hissettiklerinde, hatırı sayılır bir açmaz karşısında kaldılar. Ordunun müdahale tehdidinin sürekli hatırlatıldığı RP’ye karşı bir “laikliği koruma” kampanyasına katılmak, bu partinin kendi oy tabanlarına yönelik yayılmasını durdurup geriletse bile, bu kez de o tabana yıllardır seslendikleri dilin ikiyüzlülüğünü kanıtlamış olacaklardı. Ancak RP tehdidini en fazla hissetme durumunda olan DYP bu “risk”i göze aldı ve bedelini de ödedi. Demirel’e gelince; umduğundan dişli çıkan Çiller’in DYP’yi Demirel’in partisi olmaktan çıkarması, partideki Demirel’in has adamlarını ayrılmak zorunda bırakması ve bunların kurduğu DTP’nin fiyaskoyla sonuçlanması ile siyasal gücü fiilen çökmüş ve ona ancak cumhurbaşkanı olarak oynayabileceği roller kalmıştı.

O rol de 1995 sonrası süreçte, yükselen RP olgusuyla belirlenen partiler alanı ile ordu arasındaki hassaslaşan dengeleri gözetmek, buradaki gerilimin düzenin sınırları dışına taşmamasını, bir aracı olarak sağlamaya çalışmaktı.

Demirel bu rolü, çok partili, “demokratik” bir siyasal düzenin “tarafsız” Cumhurbaşkanı gibi değil, davalı (RP) ile yakın tanışıklığı olan usta bir davacı avukatı gibi yerine getirdi. RP’nin zamanla sıradan bir merkez sağ partiye doğru evrilebileceğini “engin bilgi ve tecrübesine” dayanarak orduya telkin etmekten ziyade, ordunun müdahale kararlılığını -zaaflarını yakından bildiği- RP’ye daha vurgulu yansıtarak onun daha da alçak bir profile çekilmesinde etkili olduğu söylenebilir. “28 Şubat süreci”nde RP’nin sürekli geri adım atarak kendini savunmaya çalışan bir çizgi izlemesinde Cumhurbaşkanı olarak Demirel’in bu tutumunun ne denli payı vardır ölçemeyiz, ama Demirel’in 28 Şubat’ın açık müdahaleye dönüşmemesindeki rolünün büyüklüğünü imâ eden sözleri, herhalde ordu üzerinde onu müdahaleden caydıracak bir nüfuzu olduğu, bunu kullandığı anlamına gelmiyor.

Demirel’in görev süresi bittiği halde, görevde kalmasının bilhassa ordu tarafından istenmesi, nüfuz veya takdirle ilgili değildir. Ordu, Demirel’in ülke “siyasal gerçek”lerini gayet iyi bilen, inanç ve ilkelerle değil, bu bilgilerle tutumunu belirleyen tam bir pragmatist olduğu için görevde kalmasını istemekteydi. Çünkü bu nitelikleri ile Demirel, “28 Şubat süreci” ve ardından 1999 genel seçim sonuçları ile, gündeme gelen Türkiye iktidar blokunun ve blok içi iktidar paylarının yeniden düzenlenmesi sorununda, ordunun fiilen kazandığı mevzilere “sivil siyaset”in hamle etmemesini sağlayan bir “aracılık” rolünü oynayabilir, böylece “istikrar”ı korumuş olurdu.

Siyasal açıdan bakıldığında Türkiye’de iktidar bloku, 1991 seçimlerinden sonra hızlanan bir süreç içinde; önce merkez sağ ve solun ikişer partiye bölünmüşlüğünün kalıcılaşması, ardından da her ikisinin de (bilhassa merkez sağın) toplam oylarının düşüşü ve blok dışı partilerin yükselerek “merkez”deki boşalmaya talip hale gelişleri ile sürekli bir sarsıntı yaşamaktadır. 1995 seçimi ertesinde RP’nin iktidar blokuna resmen -ordunun onayıyla- katılmak, “iktidar veya ortağı olabilir” icazetini almak için onca taviz ve güvence vermeye hazır olmasına rağmen “28 Şubat süreci” ile püskürtülmesi, merkez sağın blok içi konumunu korumasını sadece görünüşte sağlamış, ama onun güçsüzleşmesinin doğurduğu boşluğun ordu tarafından doldurulması, yani ordunun iktidar payının genişlemesi ile sonuçlanmıştır.

1999 seçimleri ise daha da güçsüzleşmiş merkez sağ partiler ile bir bileşeni (CHP) sahne dışına düşmüş, diğeri ise varlığı Ecevit’in şahsı ile kaim, parti denilemeyecek bir DSP olan yani aslında yok farzedilecek bir merkez sol tablosu koymuştur önümüze. Bu kez merkez dışından yükselen güç MHP’dir.

Ordu, RP’yi merkez dışına püskürtürken, tutumunun meşrûiyetini bu partinin “devletin temel politikaları”ndan -“nitelik”lerinden- birine karşı olduğu tezi üzerine temellendirmişti. Bunu “iktidar payı” terminolojisine tercüme edersek, RP’nin, iktidar paylaşımında ordunun “hak sahibi” olmasının bir ve en önemli gerekçesini muteber saymadığı, dolayısıyla bu payı “sivil iktidar” adına geri almaya kalkışabileceğini söylemiş oluruz.

Merkez dışından gelmekle birlikte MHP’nin “devletin temel politikaları” ile bariz bir çatışması, çatışma ihtimali yoktur. Aksine o politikaların 1990’lı yıllardaki uygulanış biçimlerinin daha da katı bir savunucusu olduğu açıktır. Dolayısıyla MHP bahsinde ordu açısından sorun -laiklik konusu bir parça hariç tutulursa- onun bu politikaların daha “radikal” takipçiliğine soyunup, bu inisyatif ile ordunun iktidar payını fiilen işgâl etmesi ve o oranda da ordu içinde nüfuz sahibi olma ihtimalidir. Gerçi bu ihtimali “sivil iktidar”lar payının artışı diye yorumlamak pek zordur ama, ordu seçkinleri açısından eşit derecede istenmez sayıldığı söylenmelidir. MHP’nin milliyetçiliğinden ya da programından dolayı değildir bu tavır. MHP’liliğin bu seçkinler indinde hayli düşük bir sosyal statüye tekabül etmesinden dolayıdır.

Aynı yaklaşımın bir benzerini “iktidar bloku”nun sosyo-ekonomik bileşenlerinde, yani büyük sermaye ve finans kesiminde de görebiliriz. Onların MHP’yi, onun en üst düzey kadrolarını dahi kendilerine denk statüde saymamaları MHP tarafından da bilinmekte, dolayısıyla iktidar ortağı konumuna gelmişlerse de, merkezin ve iktidar blokunun aslî unsurlarından biri olarak kabul edilmelerinin zaman alacağı, bu süre içinde “denk”liği sağlamaya matûf “vitrin zenginleştirmeleri” ile ve iktidarda performansları ile bu “paye”yi haketmeyi hesaplamaktadırlar.

Ancak, ikinci kez kurulduğundan beri, bilinen “imaj”ını değiştirmek için uğraşıp, sabırla “merkez”e dahil olmayı amaçlayan bir yol izleyegelmiş olan MHP, merkezde çöküntü ve boşluk gibi bir fırsat da yakalamış olmasına rağmen, işinin hiç de kolay olmadığını anlamış görünmektedir.

Çünkü mevcut koşullarda merkez sağdan kolayca yapabileceği transferlerle bir “vitrin” ve “imaj” düzenlemesine girişse bile; iktidar performansını, “28 Şubat süreci” ile “sivil siyaset” için hayli daralmış bir alanda, hareket serbestliği kısıtlanmış olarak göstermek zorundadır. Ordunun “kendi iktidar alanı ve payı” olarak gördüğü “laiklik” ve bununla doğrudan veya dolaylı ilişkili alanlara el atması sınırlanmış ve bu sınırlamalara başeğmiş bir iktidarın ortağı olarak belki ordunun icazetini alabilir, ama halihazır ve kazanmayı umduğu seçmenler nezdinde “iktidara layık”, iktidarın hakkını veren bir parti sayılabilir mi?

MHP de tüm partiler gibi, Türkiye’de seçmenlerin böyle bir partiye oy vermekten caydıklarını bilir. Ordunun “28 Şubat süreci” ile yarattığı fiilî durum sonucu genişlettiği iktidar payını kabullenmiş, bu payı ve gerekçelerini sorun etmekten kaçınmış bir partinin bir sonraki seçimde bu tavrın faturasını ödeyeceği şimdiden kestirilebilir.

Şüphesiz tüm partiler için söz konusudur bu durum. Tümü de asıl olarak 1982 Anayasası, Siyasal Partiler Kanunu ile yolu döşenen ve “28 Şubat süreci” ile zirve noktasına ulaşan sivil siyasetin alanını “devlet”-ordu lehine daraltma durumunun, siyasal partileri güçsüzleştiren en önemli etkenlerden biri olduğunu sırayla yaşamışlardır.

Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın tüm partilerin ortak adayı olarak ilân edilmesini bu bağlamda yerli yerine oturmak gerekir ilkin. Dürüst, demokrat ve parlamenter rejimin tüm kural ve gerekleri ile işlemesi gerektiğini gayet net dile getirdiği bilinen Ahmet Necdet Sezer’in bu kişiliğini hemen hiç tartışma konusu etmeyen, ama desteklemek için tüm partilerin katılımını şart koyan partilerin bu tavrı ne anlama gelmektedir?

Bu sorunun tek cevabı, siyasal partilerin “sivil siyaset”e bırakılmış dar alanı ve iktidar payını genişletmek için ortak bir hamleye hazırlanıyor olmalarıdır. Parlamentodaki partilerin hiçbirinin “28 Şubat süreci” politikaları ve buna bağlı uygulamaları tam desteklemedikleri ve tek başına kalma endişesiyle açıkça karşı çıkamadıkları ve bunun sıkıntısını duydukları dikkate alınırsa; ilk hamlede Ahmet Necdet Sezer’i seçerek bir “açılış” yapacak olan partilerin, hemen ardından 28 Şubat uygulamalarına ortak bir yasal düzenleme ile son verme işini önlerine koyacakları kestirilebilir.

Bu hamle(ler)in 1982 Anayasası’nın yerine yeni bir anayasa yapmaya kadar uzanması kaçınılmazdır. Ama bu yolun aynı ortaklıkla yürünebilme ihtimali o kadar kesin değildir.

Mevcut siyasal ağırlığına ve özel olarak cumhurbaşkanlığına verdiği önem bilinmesine rağmen, kendisine haber verilmeksizin -veya usulen haber verilerek-, danışılmaksızın Ahmet Necdet Sezer kişiliğinde birinin tüm partilerin adayı olarak ilânı ve muhtemelen ittifaka yakın çoğunlukla seçimini ordunun kendisine karşı bir meydan okuma jesti saymaması düşünülemez. Ancak bu jeste ordunun hemen cevap vermesi de beklenemez. Hattâ bu jestin ardından yukarıda değindiğimiz türden yasal düzenlemeler gelse bile ordunun bunu da “sessizlik”le karşılayacağı söylenebilir. Ya da sadece ses çıkarmakla yetinilecektir.

Ordunun müdahale etmeyi değil, ama “müdahil” olmayı başlatacağı nokta, daha geniş düzenlemelerin, örneğin Anayasa’nın gündeme getirilmesi sürecidir. Onun bu müdahil olmayı tek başına ve tüm partilere karşı değil, bunlar arasından seçeceği veya kendine yaklaşacağını umduğu partner parti(ler)le yapacağını da kestirebiliriz.

Bu partnerliğe en yakın aday ise MHP gibi gözükmektedir.

ÖMER LAÇİNER

(*) Şüphesiz, DP’nin özellikle son yıllarındaki iktidar pratiği bağlamında ele alındıklarında, bu kurumsal düzenlemeler, DP gibi partilerin kolayca kayıverdikleri “çoğunluk diktatörlüğü”nü önleyen mekanizmalar olarak görülebilir. 1961 Anayasası’nın bu kurumları asıl olarak bu kaygıyla oluşturduğu da doğrudur. Ancak bu kaygı “çoğunluk diktatörlüğü”ne karşı demokrasiyi, demokratik hak ve özgürlükleri korumaktan ziyade, “yürütme” gücünün yani oya dayalı siyasal iktidarın, devletin diğer güçlerine nüfuzuna, bürokratik mekanizmayı partizanlaştırmasına engel olmaya matûf bir kaygıdır. Devlet aygıtı ve bürokrasinin bütün partiler ve ideolojiler karşısında tarafsızlığı değil, bütün partiler ve ideolojiler karşısında devletin -Atatürkçü- ideolojisiyle tavır alabilmesi güvence altına alınmak istenmiştir.