Hırvat İdeolojisi ve Gerçekçiliği

Geçtiğimiz yıllar içerisinde Balkanlar’ın kaderini tartışan birçok kişi, Tucman’ın ölümünü, yeni ve çok daha vaadkâr bir dönemin başlangıcı olarak değerlendirmektedir. “Post-Tucman” dönemi ya da “Tucmanizm” biçiminde yeni bir siyasal söylem ve terminoloji, zaten Tucman’ın hayatının son aylarında Hırvat ve yabancı medyasında şekillenmeye başlamıştı. Bu denemede, “Tucmanizm” teriminin Hırvatistan için ne anlama geldiğini ve “Tucmanizmin” aslî özellikleri olarak siyasal baskı ve milliyetçiliğin vargılarının neler olabileceğini açıklamak istiyorum. Maalesef Tucmanizm, Balkanlar’da cari olan kavramlar arasında sadece bir tanesidir-benzerlerini başka bağlamlar için bulabilmek mümkün (Bosna siyaseti bağlamında Post-Dayton bir dönemden söz edilebilir, ancak “post” öneki Sırplar tarafından hâlâ kullanılmamaktadır). Balkanlar’daki milliyetçi kavramların dolaysız nedenleri farklı olmakla birlikte, kendi özgül gelişimlerinde bile birbirine bağımlı olmakta ve aynı kaderle (Hırvatistan ve kısmen Bosna) yüzleşmekte, yahut Sırbistan örneğinde olduğu gibi daha anlamlı ve radikal değişiklikler için beklemektedir. Bu denemeyi olaylara doğrudan tanık olmuş birisi olarak da yazıyorum; sadece savaş sırasında ahlâkî değerlerin çöküşünden ve baskıdan oluşan trajediye değil, aynı zamanda savaş sonrası dönemin korkularına da. 20. yüzyılın kan içinde Balkanlar’da başlayıp bittiğini söyleyen CNN muhabirinin ifadesi, kışkırtıcı ve sinik olsa bile hakikate dönüşecekti. Bu tür ifadeler, başta Avrupa Birliği olmak üzere bir yığın kuruluşun hiçbir yere varmayan hesapları yüzünden binlerce insanın hayatını kaybettiği bir coğrafyada yaşanan tarihin başka bir boyutunu oluşturur belki, ama son on yılda bir sürü trajediyi tetikleyen ideolojik çalkantıların anlaşılması için bir tutamak sunmaz.

TUCMAN’IN ÖLÜMÜ

“Tucman dönemi”nin son ayları, aleni olarak tartışılmayan ve hakkında kamuoyuna herhangi bir bilgi verilmeyen hastalığıyla çalkalandı. Hırvat medyası, özellikle kendisini rejime yakın hissedenler, başkanın 1996’dan beri kanser nedeniyle tedavi gördüğünü fiziksel ve ruhsal durumunun sürekli olarak bozulduğunu bile gizlemeye çalıştı. Hastanedeki son ayı, başkanlığı döneminde olup bitenleri en iyi biçimde özetleyecekti; Tucman, hükmen dokunulmaz biriydi, bütün haberler uydurmaydı ve devlet başkanının geçici olarak devreden çıktığı ve anayasal bir krize yol açabilecek bir belirsizlik hüküm sürmekteydi. Bazı gazeteler, hükümetin bu davranışını iktidar partisindeki[1] fraksiyonlar arasındaki mücaledenin bir sonucu olarak ulusal ve toplumsal rahatsızlıkların oluşmasını engellemek istemesine bağladılar. Tucman’ın son ayı, devlet mekanizmasının işleyişinin başkanın kişiliğine nasıl bağlı olduğunu ve iktidarının nasıl yaygın bir hale geldiğini kanıtlamıştı tabiatıyla. Başkanın durumu parlamento seçimlerinin ertelenmesinin bir nedeniydi, ama Tucman’ın siyasal iktidarı elinde -artık- tutmadığı, hakimiyetinin sona erdiği ve arkada bıraktığı ülkesinin hiç de iyi bir durumda olmadığı da açıktı. Cenaze törenine sadece Süleyman Demirel’in katılması bu açıdan ilginçti. Avrupa Birliği sanki nihayet Tucman’ın milliyetçi fikriyatının ve uygulamalarının sona erdiği ümidini taşımakta ve akabinde Hırvatistan’a demokrasinin geleceği beklentisi içindeydi. Bu nedenle törene karşı pasif bir tavır takındılar. Hastalık ve cenaze töreni, Hırvat toplumunu derinlemesine belirleyen bölünme ve kutuplaşmayı bütün boyutlarıyla ortaya koydu. Bunun yansıması öncelikle medyadaydı ve rejim yanlısı medya, Tucman’ın tarihsel önemine dikkat çekmek için epeyce gayret sarfederken, rejim karşıtı küçük bir grup, Tucman’ı nesnel bir şekilde betimlemekte ve özellikle Balkanlar’daki kanlı olayların sorumluluğunun önemlice bir kısmının ona ait olduğunu vurgulamaktaydı.[2]

YUGOSLAVYA’NIN PARÇALANMASI VE SAVAŞA DAVET

Hırvatistan’da kamuoyunun bölünmesi ve kutuplaşması konusunda bir fikir sahibi olabilmek için (belki de bütün bölge için bu geçerli) savaşın başlangıcına, yahut savaşa yol açan olayların başlangıç noktasına dönmek gerekir. Tito’un 1980’de ölümüyle birlikte, Yugoslavya’nın büyük bir krizle karşılaşacağı açıktı. Zaten zamanla 1974 Anayasa’sının, her cumhuriyete egemenlik tanıyan, ordu kurmasına izin veren, Kosova ve Voyvodina’nın özerkliklerini artıran ve veto hakkı tanıyan hükümlerini geçerli kılmak ve böylece uzun dönemli bir stabilizasyon sağlamanın da mümkün olmıyacağı konusunda bir fikir oluşmuştu. Yugoslavya’nın çöküşünün gerçek tarihi, Milosevic’in Gazimestan’da Sırplar’ın Türkler tarafından yenilgiye uğratıldığı Kosova Savaşı’nın 600. yıldönümünü kutlama seremonilerinde yaptığı konuşmalarla (1989) başlatılmalıdır. Bu konuşmalarda Milosevic, Büyük Sırbistan[3] düşünün açıkça ifade edildiği, bu düş için gerekli fethin gösterildiği bir harita (hemen hemen bütün Bosna’yı ve Sırbistan’ın denize açılan kapısı Hırvat sınırlarına içeren) sunmaktaydı. Savaş’ın ilk yıllarında (ki en kanlı mücadeleler bu zaman dilimine rastlamaktadır) Hırvatistan’dan kopartılan parçaları analiz ettiğimizde bu haritanın sistematik bir biçimde gerçekleştirilmeye çalışıldığına tanık oluruz. Bu harita 1974 anayasasına kesinlikle aykırıydı ve maalesef, buna rağmen Sırp Bilimler ve Sanatlar Akademisi tarafından desteklenmekteydi; çoğu entellektüel alenî bir şekilde Milosevic’in yanında yer almaktan çekinmedi.[4] Bu aynı zamanda gelecekteki katliamlarına hazırlanan Zeljko Raznjatovic Arkan gibi figürlerin siyasal kariyerlerine başladığı bir döneme de denk gelmekteydi. Milosevic’in konuşmalarının karakteristiği, Sırplar’ı “eski toprakları” savunmaya yönelik çağrısındaydı. Balkanlar’ın çağdaş tarihinde, mitoloji ve folklor ideolojik amaçla ilk defa bu kadar etkin bir şekilde kullanılmaktaydı.[5] Edebiyat, folklor ve tarih, savaşa katılan bütün taraflarca, özel bir ulusa ait önyargılar oluşturmak için seferber edilecek ve millî nefretlerin yaygınlaşmasına ve şovenizmin şahlanmasına katkıda bulunacaktı. Bunun bir örneği, Sırp medyasının Yugoslav ordusunun Hırvatistan’a yönelik saldırılarının “Ustaşa” (yani Hırvat faşist müfrezelerinin bir üyesi) kavramı eşliğinde haklılaştırmasında sergilendi. Hırvatistan’ın bağımsızlık isteği içerisinde Sırplar’a yer olmayan faşist bir NDH (Nezavisna Drzava Hrvatska - Bağımsız Hırvat Hareketi) devletinin kurulmasına indirgendi. Benzeri bir tutumu Hırvatistan medyasında da gözlemlemek mümkündü. Sırbistan’daki muhalif hareketlerin amacı ne olursa olsun görmezlikten gelindi. Vesna Pesic’in[6] Sivil Forum’u ve Hırvatistan’daki savaşa karşı tutumu, Sırp düşmanlığı saldırısı altında kaybolup gidecekti.

HIRVAT SİYASAL DÜŞÜNCESİNİN ŞEKİLLENMESİ

Savaştan hemen önce ve ilkin Slovenya sonra da Hırvatistan’ın bağımsızlığını ilân etmesiyle birlikte, Hırvat siyasal düşüncesinde bir hareketlenme başladı. Yugoslavya’yı merkezileşmiş bir birim ve bir konfederasyon olarak reformüle etmek artık imkânsız bir hal aldığından, Tucman ve HDZ Hırvatlar’a bağımsızlığı sağlayabilecek yegane isim ve örgüt olarak gelmekteydi. 1990’daki ilk parlamento seçimindeki bütün ülkedeki seçim galibiyetinin arkasından, HDZ bir parti olmaktan çok, zamanla Hırvatistan’ın Bosna-Hersek’in iç siyasetine ve sonuçta da bölünmesine yol açacak milliyetçi bir ideolojiyi yönlendiren toplumsal bir hareket olarak gelişecekti. Tucman, bütün ülkeyi savunacak güçlü bir milliyetçi hareketin başlatıcısı olacaktı. Tabiatıyla hemen hemen bütün kurmayları[7] Sırp ordusuna katılmış, hükmen silahsız bir ülkeyi toparlamak konusunda bir başkan ve başkomutan olarak Tucman’ın meziyetleri vardı. Bu esnada Bosna’da problemlerin kaynağının Hırvatistan olduğu şeklinde naif bir inanç vardı ve Bosna’yı oluşturan etnik unsurlar arasında açık tehditler var olmakla birlikte, Bosna’da kendisini tıpkı Hırvatlar gibi bütünüyle silahsız ve ordusuz bir savaşın içinde buluverecekti.

Milliyetçiliğe bu yöneliş oldukça hızlı bir biçimde gerçekleşecek, Hırvatistan’ın savunma amaclı savaşı da saldırıya ve toprak paylaşımına dönüşecekti. Milosevic ve Tucman arasında Karacorcevo’da 1991’de gerçekleşen gizli tarihsel buluşma, Bosna’nın Sırbistan ve Hırvatistan arasında bölünmesini karara bağlayacaktı. Bosna Hırvatlar’ının Zagrep iktidar merkeziyle, Bosnalı Sırplar’ın da Belgrad’la birleşme tutkusu, salt kendilerinden kaynaklanmıyordu elbette. Daha sonra bu gizli buluşmaların bir tür süreklilik arzettiği anlaşılacak, ancak üzerine asla konuşulmayacaktı. Tıpkı siyasete benzer bir şekilde bölünen medya, (artık) baskıcı bir Yugoslavya’nın dışında bağımsız bir var kalma mücadelesi ve savaştan en az zararla çıkabilmek gayesi yerine, binlerce yıllık Hırvat rüyalarının bir bağımsızlık vizyonu olarak somutlaşmasına katkıda bulunmayı tercih etti. Lahey’deki Milletlerarası Savaş Suçluları Mahkemesi Milosevic’i Hırvatistan ve Bosna’da soykırım müsebbibi ilân ettiğinde, Hırvat Parlamentosu’nun “saldırıya uğramış bir ülkenin” temsilcisi olarak hareket etme isteği ne yazık ki gerçekleşmedi. Sonraları Milosevic sadece Kosova’da olup bitenlerden dolayı suçlu ilân edilecekti. Hırvatistan’daki savaş bir savunma savaşı olmaktan çok, savaş halindeki tarafların çatışması olarak değerlendirildi. Bosna’daki bütün unsurlar Dayton Antlaşmasıyla işbirliğine zorlandı ve yapay bir barış sağlanmış oldu. Dayton Antlaşması pratik olarak sadece uluslararası topluluğun vicdanını hafifletmeye yaradı; sonucunda Bosna-Hersek ne bayrağını ne de milli marşını seçebilen bir komik devletsiye dönüşecekti. Geçmişe, özellikle Slovenya’ya ilân edilen ironik beş günlük savaşın neticesinde, Hırvat ordusunun geri çekildiği toprakların Hırvat toprağı olmadığına ve süreç içerisinde kaybedilen insanlara bakıldığında bütün bunların bir oyun olup olmadığı konusunda insan gerçekten kuşkuya düşüyor. Hırvatlar açısından bu oyunun Bosna’nın bölünmesiyle kanıtlandığını söyleyebiliriz. Acı olan Dayton Antlaşması’yla etnik temizleme ve kısmî tehcirin evrensel olarak hukuksal bir statüye yükseltilmesidir.

KİŞİYE TAPINMAK VE TUCMANİZM

Bu kısa tarihsel perspektiften sonra, Tucman’ın devlet kavramına ve “Tucmanizm”e dönebiliriz. Hırvatistan’ın bağımsızlığından önce de, Tucman ex-Yugoslavya’da siyasal olarak aktif bir figürdü. Komünist Parti üyesi, çağdaş Yugoslav tarihi üzerine kitaplar yazan (Sosyalist Yugoslavya’nın Oluşumu, 1960), Askeri Ansiklopedi’nin hazırlanmasına katkılarda bulunan, 1963 yılında İşçi Sınıfı Tarihi Enstitüsü’nü kurup yöneten ve Zagrep’te Siyasal Bilimler Fakültesi’nde doçent olarak çalışan (1965) hayli önemli bir figür. Tito’nun, 1972 yılında Hırvat Baharı’nı temsil eden bir grup entellektüelle birlikte yakalandığında Tucman’ı şahsen himaye ettiği ve hapisten kurtardığı söylenmektedir. Savaş Suçları: Tarihsel Gerçeklik ve Felsefe (1989) ve Tarihin Belirlenmesi (1995) gibi kitaplarının yanısıra çoğu yurtdışında yayımlanan Modern Avrupa’da Ulus Sorunu (1981), Ulus ve Ulusların Kaderlerini Belirleme Sorunu (1987) ve Hırvat Tarihi’nde Stjepan Radic (1988) çalışmaları da bulunmaktadır. Tucman’ın biyografisi, sonraki konuşma ve açıklamalarında Balkanlı olma halinin[8] kendinde yarattığı paranoyayla, içinde bir komünizm korkusu taşıdığını söylemesine rağmen Komünist Parti’nin önemli bir üyesi olduğunu açığa çıkarmaktadır. Tucman, komünist rejime yönelik olaylar ve süreçlerden bir mit yaratmış ve bağımsız Hırvatistan’ın kurulmasındaki rolünü abartmıştır. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, ülkesini savaş sırasındaki yönetme kudreti nedeniyle bir başkan ve komutan olarak önemi elbette her türlü şüphenin ötesindedir; mesele bağımsız Hırvatistan’ın yaratılmasındaki rolüdür. Bağımsızlık reel sosyalist ülkelerin çöküşüyle ve onların nesnel şartlarıyla ilgiliydi. Federal Yugoslavya Cumhuriyeti, Sovyet Rusya’ya benzer ama merkezi otoritenin gücü oranında farklılaşan bir ayrılma süreci yaşadı. Balkanlar’a özgü bir kan politikasıyla tabiî.

Kişiye tapınmaya giden yollar, bağımsızlık kazanıldıktan sonra ne yapılması gerektiğine ilişkin bir anlayışın belirmemesiyle oluşmuştu. Bir yığın insan öldürülürken, insanlar zorla evlerini terk ederken, Vukovar, Dubrovnik, Sibenik, Osijek ve Sisak gibi kasabalar sistematik bir şekilde tahrip edilirken, binlerce mülteci barınak ve yiyecek ihtiyacı içerisinde kıvranırken, şiddet, kara pazar ve yozlaşmayla zengin ve muktedir olmuş bir grup insan Tucman’ın etrafında toplanmaya başladı. Savaş sırasında ve sonrasında, bu grup, kamusal mülkiyeti satarak ve böylece ülkenin yoksullaşmasına göz yumarak halkın “yüzyılın hırsızlığı” dediği şeye imzasını atmış ve Hırvatistan’ın ciddi bir iktisadî kriz yaşamasına neden olmuştur. Hırvatistan’ın bugün var olan iktisadî sorunları bazı bakımlardan bu tufeylilerin ürünü olarak da anlaşılmalıdır. Tucman’ın başlangıçta kimlikleri belirsiz bir grup insandan yeni bir toplumsal sınıf yaratma, iktisadî ve toplumsal erki bu yeni sınıfla paylaşarak sürdürme ihtirası, hem korkunç eşitsizliklere yol açmış hem de kamusal vicdanın ve değerlerin aşınmasını sağlamıştır. Her türlü eleştirel bakış, yolsuzluklara son verilmesine yönelik her ikaz, hatta idari konularda verimliliği ve eşitliği bir ilke olarak gözetmek isteyen her dikkat, komünizmin restorasyonu gibi bir ithamla karşılaşmıştır. Kamusal mülkiyetin yağmalanması ve bütçenin kişisel amaçlarla kullanılması, savaşa bağlanılıyordu kuşkusuz ama hiç kimse bunun bir “hükümet politikası” olduğunu söyleme cesaretini gösteremiyordu. Hırvatistan’ın iktisadî vaziyetinden ötürü komünist sistemi suçlamak, gerçeklerle açıkça çelişmekteydi. Savaştan önce Hırvatistan ve Slovenya, geçiş halindeki bütün ülkelerden çok daha yüksek standartlara sahiptiler. Eğitim düzeyi ve toplumsal refah geride kalan bütün bölgelerden çok daha yüksek ve işlevseldi. İnsanlar Batı’ya yönelik daha pozitif tutumlara sahiptiler.

Bunların dışında, Tucman’ın kimi konuşmalarında yer alan anti-semitik ifadeler, NDH zamanında ustaşa rejimi tarafından inşa edilen ve kurbanları esas olarak anti-faşist olan en büyük toplama kampı Jasenovac’tan ustaşalara ait ögeleri uzlaşma adı altında ortadan kaldırmasıdır.[9] Bu eylem ustasa ve partizanlar arasındaki tarihsel farklılıkları ortadan kaldırmak ve NDH’nin mevcudiyetini haklılaştırmak amacını gütmekteydi. Bazen bu kampın varlığı da inkar edilecek,[10] tutmazsa, bu kampın bir toplama değil, iyi yaşama şartlarına sahip bir çalışma kampı olduğu ilân edilecekti. NDH’ye bu tehlikeli yönelimin bir neticesi, Hırvat para biriminin (önceden dinar), Ustaşa rejiminin para birimi olan Kuna’ya çevrilmesidir. Jasenovac’a gösterilen tepkinin bir benzeri de Bleiburg’da[11] Hırvatlar’ın trajedisine gösterilmiş, bu olay, zaten ilişkileri giderek kötüleşen Sırplar ve Hırvatlar arasında gerilim ve korkunun artırılması istikametinde kullanılmıştır. Tucman, bağımsızlık sonrasında bile Sırplar’a olan tavrı nedeniyle ayrıca kınanmalıdır; Hırvatistan’da yaşıyan Sırplar kaçmak zorunda kalmış, mülteci konvoylarıyla kaçamayacak kadar yaşlı ve özürlü Sırplar’a karşı katliamlar gerçekleştirilmiş, bu eylemleri gerçekleştiren insanların önemli konumlarda bulunmasına engel olunmamıştır. Hırvat politikasının en büyük yalanı ve katastrofu, Bosna meselesinde düğümlenmektedir. Bu konuya daha sonra değineceğiz.

MUHALEFET TEŞEBBÜSÜ

Hırvatistan’ın siyasî manzarasıyla ilgilenildiği sürece, resmî politikaya ve milliyetçiliğe direnebilecek ölçüde güçlü ve tutarlı bir muhalefetin yokluğu her zaman gündemde olacaktır. Sol toplumsal güçlerin ve liberal akımların, ülkedeki fiilî tek parti sistemiyle karşı karşıya gelebilecek bir hacme ulaşmaması da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Tucman’ın Hırvatistan’ı, disipline edilmiş topluma ve homojen bir siyasal yapıya dayanmaktadır. Şimdiye kadar yapılan bütün parlamento seçimleri muhalefet yokluğunu kanıtladığı gibi, bir bakıma Tucman’ın onaylandığını da ortaya koymaktadır. Hırvat medyasının, özellikle televizyonun, olmayan bir muhalefeti bile sevimsiz kılmakta epey başarılı olduğunu söylemek zorundayız.[12] Eskiden komünist parti üyesi olan muhalifler, sadece eleştiri nesnesi olarak kalmamış, aynı zamanda fiziki baskıya ve zorlamaya da tâbi olmuşlardır. Son iki-üç yılda bu türden bireysel saldırılarda bir artış olmuştur. Liberal Parti’nin başkanı, yazar ve politikacı Vlado Gotovac Pula’daki seçim faaliyetleri sırasında Tucman’ın korumalarının saldırısına uğramış, Halk Partisi başkanı ve Zagreb Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Vesna Pusic Zagreb’deki Anti-faşizm Günü kutlamalarında taciz edilmiştir. Sık sık muhalif yayın organlarının bürolarında aramalar yapıldığı ve patlayıcı maddeler bulunduğu bildirilmiştir. Kamusal işletmelerin özelleştirilmesi sırasında Hırvat Gizli Servisi’nin (HIS-Hrvatska Izvjestesna Sluzba) hangi rolü oynadığı konusunda da söylenecek çok şey vardır.[13] Bu sözel, fiziksel ve siyasal şiddete karşı reaksiyon genellikle kendiliğinden biraraya gelen yurttaş inisyatifleri, bağımsız sendika toplantıları, bazı gazetelerin yozlaşma ve skandallar hakkındaki yayınları biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu olayların en büyüğü 1996 yılında Zagreb meydanında 100 000 kişinin, komünist rejim sırasındaki muhalefeti nedeniyle hayli sevilen Radyo 101’e yönelik baskıları proteste etmek amacıyla toplanmasıydı.[14] Toplantı polisler ve askerlerin kuşattığı gergin bir ortamda gerçekleştirildi. Radyo 101 olayı Tucman rejiminin özelliğini çok iyi bir şekilde sergilemiştir. Amerika’dan yeni dönen Tucman bu toplantının komünistlerce tertiplendiğini savunmuş, böylece, bütün yurttaşların değil sadece kendisini destekleyenlerin başkanı olduğunu zımnen itiraf etmiştir.[15] Zagrep meydanında meydana gelen olaylardan halkın büyük bir kısmının haberi bile olmamıştı.[16] Kısa bir müddet sonra meydan gösterilere kapatılacaktı.

Muhalefetin tutarsızlığı partilerin kendi aralarında ve kendi içlerinde zaman zaman pratik geçerliliği olmayan çatışmalara yol açtığından, ortalama, eğitimli bir yurttaşın muhalefetin etkisi konusunda belirsizliğe kapılması gayet doğaldı. İktidar partisine gelince, ne pahasına olursa olsun muhalif partileri üstelik hiç de hoş olmayan yollarla parçalamak ve etkisiz kılmak için elinden geleni yapmaktaydı. Bu rüşvetten, mahalli düzeyde çeşitli partilerle çıkara dayanan koalisyonlar kurmaya ve medyanın total manipülasyonuyla gerçekleştirilmekteydi. Bugün açısından bakıldığında, Hırvatlar’ın siyasal olgunlukluklarını kazanmasının oldukça uzun bir süreci gerektirdiği ve eleştirel bir medya ve aktif bir kamusal alana ihtiyaçlarının olduğu söylenmelidir. En üzücü olan da Katolik Kilise’nin genellikle geleneksel değerleri vurgulayarak hükümetin bütün politikalarını onaylama yoluna gitmesidir. Kilise, insan hakları ihlâlleri ve saldırganlık gibi konularda ise susmayı tercih etmektedir. Uluslararası arenada giderek yalnızlaşan Hırvatistan’da aşırı milliyetçiliğe karşı savaşacak ahlâki değerleri ve birlikte yaşama ilkesini hayata geçirecek barışçıl ilkeleri savunmak yerine, Kilise, homojen cemaatler yaratma hülyasına kapılmış bulunmaktadır.[17] Kilise kendi varlığını, müdavimlerinin taleplerinden her zaman daha önde tutmaktadır. Kilise için dokunulmaz kalmak, dinsel olayların politik olaylara çevrilmesine göz yummak ve ülkenin savunulmasını, “Katolik bir ülkenin savunulması” kudsiyetine kavuşturulmasına katkıda bulunmakla mümkündür. Kilise’nin bağımsızlık sonrasında oluşmuş şartları algılaması ve buna uygun tepkiler üretmesi şimdilik ne yazık ki olası gözükmüyor.[18]

BOSNA’DA HIRVAT TRAJEDİSİ

Tucman’ın hem ideolojik hem de pratik başarısızlığı Bosna meselesinde ortaya çıkmıştır. En önemlisi, Hırvatistan bütün dünyada Sırbistan’la birlikte saldırgan olarak mütecaviz olarak yaftalanmıştır. İşlenen cinayetleri onaylamak elbette mümkün değil, ancak HDZ’nin 1990’daki siyasî programında Hırvatistan’ın ve Bosna-Hersek’in jeopolitik birlikteliği hususunu vurgulayan milliyetçi ögeleri öne sürerek savaş kışkırtıcılığını yapan Sırplar’dı. Yugoslavya parçalanır parçalanmaz bir bölgede başlayan bir savaşın kolaylıkla diğer bölgelere sıçrayacağını tahmin etmek için kahin olmak gerekmezdi. Medyada genellikle vurgulandığı üzere, çatışmanın kültürler, dinler ve medeniyetler arasında, ya da sadece bunlar üzerinde değil, ancak Balkanlar’a özgü bir jeopolitik ihtirasın sonucu da olduğunu görmek durumundayız. Kosova’da başlayan bir çatışmanın, Hırvatistan’a, Hırvatistan’da başlayan bir çatışmanın Bosna’ya taşınması belki de dışarıdan bakıldığında son derece irrasyonel gözüken nedenlere dayanmaktaydı. Ancak Bosna, sanırım özel bir durumu temsil ediyor. Çünkü Bosna’daki savaş bir kere daha Boşnak (Bosnalı) kimliğinin ne olduğu sorusunu ortaya çıkardı. Savaşa katılan taraflar özellikle Bosnalı Müslümanlar’ın konumları hakkında biraz aşağılayıcı bir fikriyata sahiptiler. Bosna çoketnili, farklı dinsel ve kültürel etmenleri birarada tutabilen özgül bir yapıya sahipti ve Boşnak toplumu böylesi bir özelliğin üzerinde yükseldi. Buna rağmen Hırvatlar ve Sırplar, Bosna’nın bu özelliğini görmezden gelerek sürekli olarak Bosnalı Sırplar ve Bosnalı Hırvatlar’a gönderme yaptılar; Boşnaklar’ı, homojen bir Hırvat ya da Sırp etnik kimliğinin yabancılaşmış ögeleri (yabancılaşmış Hırvatlar/Sırplar) olarak yorumladılar. Boşnaklar’ın Müslüman oluşlarıyla ilgili tezleri de yıllardır tekrarlanılan bir zorla din değiştirilmesi (Osmanlı İmparatorluğu’nun yoğun siyasî ve askerî baskısıyla) klişesiydi.[19] Boşnak kelimesi, tarihsel olarak hayli eski bir kelimedir ve Boşnak dilinin en azından Osmanlı hakimiyeti döneminden öncesine kadar uzanan bir tarihinin olduğu bilinmektedir; bugün sadece Bosnalı Müslümanlar’ı gösteriyor olması, kelimenin muhtevasına ilişkin sahiplenimin sadece onlara bırakılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bosna’nın diğer bir kurucu birimi, Sefardim Yahudiler’idir.[20] Bosna’nın klasik bir “ulus” örüntüsü sunmadığı açıktır; ama tarihsel olarak özgül bir topluluk olduğu da inkâr edilemez. En azından Boşnakça’nın bize bunu söyleme imkânı sunduğunu biliyoruz.[21] Ivan Lovrenovic,[22] Kültür? Kimlik? Bosna’dan Yüzyılın Sonu başlıklı kitabında (Durieux, Zagrep, 1996) Bosna’daki çatışmaya modern politik aygıtların müdahalesinin değerler piramidini tersine çevirdiğini, “ulusal” olanın, kültür, tarih ve uygarlık için bir temel haline getirilmeye çalışıldığını, oysa Bosna’daki özgül, çokkültürlü vasatın buna pratikte izin vermesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Hırvat ve Sırp milliyetçiliklerinin, ulusu, milliyetçilikten tanımlayan, yapıntı da olsa ulusu, tarihsel birikim ve yaşantılardan türetmeyi reddeden agresif tutumu, tarihi, farklı kültür, gelenek ve dinlerin bir arada yaşama tarihi olan Bosna için onulmaz yaralar açmıştır. Lovrenovic şu fikirdedir: Kültür olarak ulus, dinamik bir süreçtir ve Bosna bağlamında, kültür her zaman diğerlerinin değerlerine saygı demektir.

Hırvat tarafında piramidin ideolojik tersine çevrilişinin işareti Radovan Karadzic’in başkanlığını yaptığı paramiliter Sırp parlamentosunun kurulmasına bir tepki olarak 1992 yılında Hersek-Bosna’nın (Herceg-Bosna) kurulmasıdır. Hırvatistan resmi olarak Hersek-Bosna’nın kuruluşunu desteklemiş, Mostar’daki milliyetçi bölünmenin bir güç merkezi olarak başgöstermiştir. Mostar, tarihsel köprüsünün yıkılması gibi barbarca bir eyleme tanık olduktan sonra ikiye ayrılmıştır ki bu da Bosna’nın çöküşünün başlangıcıdır aslında. Böylece etnik temizlik ve seri cinayetler, öncelik hakkı ya da köklere dönüş retoriğiyle yürürlüğe konulmuştur. Tıpkı Hırvatistan’da olduğu gibi muhalefetin cılız ve yetersiz olduğu Bosna’da milliyetçi partiler (HDZ-Hırvatska Demokratska Zajednica, Hırvat Demokrat Birliği, SDA-Stranka Demokratske Akcije, Demokratik Eylem Partisi (Boşnak), SDS-Sırpska Demokratska Stranka, Sırp Demokrasi Partisi) giderek güçlendi.[23] Böylece birleşik bir Bosna ideali fiilen imkânsız hale geldi. Bu ideali destekleyen bireyler gölgede kaldılar, kimse de ülkenin parçalara bölünmesine mani olamadı.

Hersek-Bosna sadece ülkeyi tahrip etmekle kalmamış, aynı zamanda Bosnalı Hırvatlar’ın kendi konumları ve kimlikleri hususunda bir uyumsuzluğa yol açmıştır. Lovrenovic, Bosnalı ve Batı Herzegovinalı Hırvatlar’ın siyasal zihniyetindeki farklılıkların, kimliklerinin geliştiği çevrenin özgül şartlarına bağlamaktadır. Herzegovinalılar hükümete karşı negatif, Hırvatistan ve Zagreb’e karşı pozitif tutumlar geliştirirken, Bosnalı Hırvatlar’ın zihniyeti genellikle kentsel hayat deneyimleri tarafından zenginleştirilmiş bir yurttaş bilinci tarafından belirmekteydi. Jajce, Travnik, Banja Luka, Sarajevo gibi yerleşim birimleri bu türden bir iklim sunmaktaydı.[24] Bu şartlar altında Herzegovinalı Hırvatlar, Tucman tarafından Bosna topraklarının bölünmesinde kullanılacaktı. Bir Hersek-Bosna yaratılması için Orta Bosna’dan (bu bölgede yaşıyan toplam Hırvat sayısının 560 000 olduğu tahmin edilmektedir) binlerce Hırvat zorla göç ettirilecekti. Bu dönemde Herzegovina’daki Hırvatlar’ın sayısı 180 000 kadardı. Hırvat politikasının Bosna-Hersek’teki paradoksu, çok (hem de pek çok) şeyi uygun olmayan araçlarla istemesinden kaynaklanmaktadır. Göç ettirilen Hırvatlar’ın sadece % 35’inin Tucman tarafından görevlendirilen Mato Boban’ı desteklemesi rastlantı değildir. Bunlar daha çok, Stjepan Kljuic ve onun liberal HDZ fraksiyonunu desteklediler ki bunlar, birleşik ve çoketnili bir Bosna-Hersek’i savunmaktaydılar. Hersek-Bosna’nın yaratılması ve bunun bir oldu bittiye getirilmesi, Hırvatlar ve Müslümanlar arasında çatışmalara yol açılması, kanımca Hırvat siyasetinin son elli yıldaki en büyük hatasıdır. Bu hataya sözgelimi, Boşnak ve Sırp kamplarının insanların gözüne sokulurken, Hırvat toplama kampları yokmuş gibi davranılması gibi trajik ikiyüzlülükler de dahildi. 1993 yılında Ahmici köyünde (Hersek-Bosna’da) Hırvat güçleri Müslüman nüfusu katletmişti mesela.[25] Hırvat televizyonundan Mostar’ın Müslüman kısmının görüntülerinin çıkartıldığını da hatırlıyoruz. Böylece kentin Hırvat kısımlarına yapılan saldırıları gördük, ama Müslüman kısmına yapılan saldırılardan haberimiz olmadı. Suçluyu suçsuzdan; saldırganı saldırıya uğrayandan; karayı beyazdan ayırdetmememiz için her şey yapıldı. Olguların kendileri için konuşmaması sağlandı. Bugünden bakıldığında, Bosna’daki savaşın İslâmî hareketlerce bir kutsal savaş olarak algılanmasının engellenmesinin oldukça güç olduğu gözükmektedir. Sadece Hırvatlar’ın suçu bir tarafın (Boşnakların) üzerine yıkmak ve bütün Hırvatlar arasında bir güvensizlik hissi yaratıp, bu his üzerinden bir toplumu parçalamak ve yeni bir toplum kurmaya çalışmak üzere yaptıklarını düşünmek bile yeterli. Bosna’da olup bitenleri, fundamentalist bir devlet tasarısı olarak Batı‘ya sunmanın stratejik bir boyutu vardı belki de, ancak bu türden bütün stratejiler gibi oradaki acıları hiç dikkate almıyordu.

Hersek-Bosna’nın Hırvatistan’a iltihakı bir yığın süreci beraberinde getirdi. Bir kere bir populasyon sorunu ortadaydı ve Tucman bu populasyonu kendi amaçları yönünde mobilize etmekte ustaca davranacaktı. Hersek-Bosna’nın yaratıcısı, ideologu ve hamisi olarak Tucman, göcmenlerin bütün desteğini kazanacaktı. Hersek-Bosna’nın bir serbest bölge olarak kullanılması, suç ve yozlaşmaya kapı açacak, Zagreb’e göç eden zengin Herzegovinalılar ülkedeki tek partili sistemin maddi ve manevi gelişimine katkıda bulunacaklardı. Hırvatistan, Hersek-Bosnadaki altyapı hizmetlerini finanse edecek ve Mostar’daki milliyetçi hükümete yardımcı olacaktı. Hırvatlar’ın Bosna’da ve Herzegovina’daki askerî eylemlere katılması, uluslararası topluluk tarafından komşu ülkelerin içişlerine karışmak olarak yorumlanacaktı. Ancak savaşın başlangıcında Hırvatistan’ın Sırp saldırganlara karşı bosnalılara yardımcı olduğu, silah ve techizat sağladığı da unutulmamalıdır. Buna rağmen Hersek-Bosna’nın ilân edilmesi Sırplar’la işbirliği yapıldığı izlenimi yaratmıştır ve Bosnalı Hırvatlar’ın giriştiği eylemlerin ortaya çıkmasına engel olmuştur. Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne yardımın sınırlı kalması, savaş suçlularının iade edilmesinde gönülsüz davranılması, Hırvatistan’ın uluslararası arenada milliyetçi bir imgeyle izolasyonu sonucunu doğurmuştur. Dayton Anlaşması’na rağmen, Tucman Sırp varlığı ve Bosna-Hersek federasyonu konusunda oldukça olumsuz bir tutuma bürünmüştür.

SONUÇ: MUHALEFET VE ELEŞTİRİ ZORUNLULUĞU

Tucman dönemi ve kavramı geçmişe ait bir şey olarak kalacaktır ve 3 Ocak 2000’de yapılan seçimler bunu kanıtlamıştır.[26] Buna rağmen Tucmanizm’in sonuçlarının üstesinden nasıl gelineceği henüz belli değildir. Hırvat muhalefeti, varkalma mücadelesi veren, demogojiden bıkmış, yarınları tehlikede küçük insanlara teşekkür borçludur. Oy verme süreciyle birlikte kazanılan şeyler, gündelik hayattaki gerçekler ve çökmüş bir ekonomiyle çabucak elden çıkabilir. Ayrıca eğer Tucman yaşasaydı, seçim sonuçlarının silahlı kuvvetler aracılığıyla ya da yasal yollardan ortadan kaldırılabileceği ihtimali herkesin birbirine söylemekten çekinmediği bir ihtimaldir. Uzun vadede ne gibi değişimlerin yaşanacağı, bu değişimlerin nasıl düzenleneceği hâlâ bilinmeyen bir soru olarak durmaktadır. Hırvatistan’da oluşacak yeni siyasetin en önemli misyonlarından birisi, Bosna-Hersek’le yürütülecek ilişkileri sağlıklı bir şekilde rayına oturtmak ve Dayton Antlaşması’nın yükümlülüklerini yerine getirmektir. Bosna Hırvatlar’ının, birleşik bir Bosna idealine bağlanmalarını kolaylaştıracak maddi ve manevi katkıyı sağlamak da bu yükümlülüklere dahildir. Tucman, evet, bin yıllık bir bağımsız Hırvatistan idealini gerçekleştirmiştir ama bin yıllık bir Bosna toplumunu da perişan edenlerden birisidir.

Balkanlar’da normal işleyen bir hayat işleyişine sahip olabilmek için, toplumsal hayatının bütün damarlarına yayılmış bulunan politizasyonun dozajının süratle azaltılması gerekmektedir. Bu politizasyon devam ettiği müddetçe, muhtevası asla ortadan kaldırılamayacak ve tarihe havale edilmekle de unutulmayacak bir nefretin tohumlarını sulamaktadır. Normalleşmenin, eleştirel bilinçten vazgeçmek ya da tarihsel olgulara sırt çevirmek anlamına gelmediğini bilmek için sadece bu coğrafyada yaşıyor olmak yeterlidir. 10 yıllık parlamenter süreç Hırvat yurttaşlarının politik eğitimine önemli katkılar sağlamıştır ve anayasal hakların kullanılmasının değişik yolları olduğunu, en önemlisi de yurttaş olarak devleti kutsamaktan daha önemli işleri bulunduğunun farkına varmışlardır. Sürekli bir savaş halini yaşamanın ve de yaşatmanın herhangi bir sorunu çözmekten çok, sorunları gizlemeye yaradığı ve derinleştirdiği de ortadadır. Bağımsızlık sonrasında merkeziyetçi bir hükümetin, tıpkı ex-Yugoslavya’da olduğu gibi yıllık, aylık ve günlük seremonilerle iktidar gösterilerine müracaat etmiş olması, bugün çok daha dikkatli ve üretken olmayı gerektiriyor. Yüzyıllardır tehlikede olan ve bastırılan bir ulus olarak Hırvatlığın inşâsı, kısmi başarılarına rağmen ne kendisiyle ne de etrafındaki uluslarla rasyonel bir birlikteliği tesis edebilir.

Sonuç olarak sanırım Lovrenovic’in “kültürel kimlik” kavramı (ki kapalı bir bütünlük/birlik olarak ulus kavramının karşısında yer alır) sadece Bosna meselesinde değil, bütün Balkanlar’a uygulanması gereken bir kavram olarak durmaktadır. Balkanlar’da millî kültürlerin tarihi, ayrı milli unsurlar kadar, karşılıklı etkilerin, etkileşimlerin de tarihidir ve bölgedeki devletlerin kaderi biraz da bu karşılıklı etkileşimin rasyoneline bağlıdır. Kültürel tekillik ve özgüllük genelde nefret duygularının artmasına ve iletişimin engellenmesine yol açıyorsa da, tersinden, daha özgüvenli ancak işbirliğine hazır bir toplumsal yapının doğmasına da yol açabilir. Bağımsızlığın kazanılması, baskıcı ve istikrarsız Yugoslavya’nın dışında bir hayat bulunabilmesi biraz da böyle mümkün olmuştur.

Çeviren AHMET KÜSKÜN

(*) Mirna Pavlovic, Bosna doğumlu bir Hırvat. Şu an Zagreb’de yaşıyor. Birikim için yazdığı bu denemede, bu özelliğinin vurgulanmasını istemesi, metindeki önermelerinin nesnelliğiyle ilgili bir kuşkuya kapıldığından değil, daha çok anlattığı olaylara kişisel tanıklığının bilinmesini arzulamasından kaynaklanıyor. (Çevirenin Notu)

[1] HDZ-Hırvatska Demokratska Zajednica, Hırvat Demokratik Birliği’nin birçok fraksiyona ayrıldığı Tucman’ın ölümünden sonra daha net ortaya çıkacaktı.

[2] Slobodan Snajder, çağdaş Hırvat tiyatrocularının önde gelen ismi ve Tucman döneminin önemli muhaliflerinden birisi olarak günlük Gazete Novi List’in 15 Kasım 1999 tarihli nüshasında Tucman dönemini Franko dönemiyle karşılaştırmakta ve ikisinin de ulus kurgusunun kişisel iktidarı takviye etmek üzere kullandığını vurgulamakta ve aynı biçimde öldüklerine dikkat çekmektedir: makinelere bağlı olarak ve hâlâ kendilerine bağlı bir kitleyle birlikte.

[3] Büyük Sırbistan ideali 150 yıllık bir tarihe sahiptir ve Vuk Stefanovic Karadzic tarafından yazılan Sırplar Her Zaman Her Yerde! başlıklı metinden, 2. Dünya Savaşı yıllarındaki Çetnik (Sırp faşist müfrezeleri) eylemlerine kadar uzanır.Cumhuriyetlere egemenlik hakkı tanıyan 1974 Anayasası’ndan sonra bu fikir kamusal olarak asla rağbet görmemişti. Ancak bu kez, bu düşünce sadece jeopolitik bir isteriyi değil, aynı zamanda kültür ve sanatın da kullanılması sözkonusuydu ve özellikle dil kullanımına ilişkin bir dayatmayı da içermekteydi. Hırvat ve Sırp edebiyatları iki farklı dilin ürünü olarak algılanmıyor, Hırvat ve Boşnak edebiyatı Sırp edebiyatına dahil ediliyordu.

[4] Bu entellektüeller, Kosova’daki savaş ve sonrasındaki NATO saldırıları sırasında Milosevic’e yönelik evrensel bir desteğin olduğu kanısındaydılar ve bu kanı, çoğu anti-Milosevic görüşleri benimsemesine rağmen öndegelen 27 Sırp entellektüel ve akademisyeni tarafından yayımlanan bildiri ve metinlere de yansımaktaydı. Bkz., Voices From Black Hole: What did you do in the war? (Samizdat Free B92, Beograd, 1999). Bu tür entellektüeller ex-Yugoslavya’daki savaş konusunda üstelik dolaylı bir şekilde kollektif suç ve ortak sorumluluk gibi kavramlara müracaat etmekte, net bir tavır takınmamaktadırlar.

[5] Bu konu hakkındaki muhtelif çalışmalar arasında, öndegelen Hırvat etnolojist Maja Boskovic’in “The Use of Folk Songs” Erasmus 1995/10 başlıklı makalesine bakılabilir. Boskovic, politik söylemde “bugünün” yönlendirilmesi ve denetlenmesinin savaştaki bütün taraflar açısından benzer hususlar olduğu konusundadır.

[6] Sırp İnsan Hakları Eylemcisi, 1993 Demokrasi Ödülü, 1997 Nobel Barış Ödülü sahibi.

[7] Eski Yugoslav Milli Ordusu’nda kurmayların bir çoğu Sırptı.

[8] Hırvatistan coğrafi olarak Balkanlar’da yer almasına rağmen, Balkan terimi Hırvat kamuoyunda olumsuz siyasal ve kültürel çağrışımlarla doludur. Hırvat siyasal eliti, ülkeyi bir orta-avrupa bağlamına yerleştirmeye çalışmakta ve Hırvatlar’ın Batılı kültürel cemaate dahil olduğunu kanıtladığını savunmaktadırlar. Bu tavır komşu ülkelere karşı bir tür züppelik ve aşağılama olarak yansımaktadır.

[9] Jasenovac kurbanlarının sayısı hakkında bir tartışma vardır. İronik bir biçimde Zürich’teki Bosna Enstitüsü’nün kurucusu Adil Zülfikarpasic, Federal Cumhuriyet verilerini yeniden sunarak kendisinin belki de tek doğru eylemini gerçekleştirmiştir. Buna göre Jasenovac’da hayatını kaybeden insan sayısı, Sırplar’ın ve Sırp Ortodoks Kilisesi’nin iddia ettiği gibi 700.000 değil, 60.000 kişidir. 33.846 Sırp, 9.044 Yahudi, 1471 Roman, 942 Müslüman, 194 Sloven, 60 Macar Yahudisi, 50 Makedon. 6.849 kişinin kimliği tespit edilememiştir. Tucman da bu rakamları doğrulamıştır.

[10] Kampın sorumlusu Dinko Sakic’in duruşmasında görüldüğü gibi. Sakic, Hırvat Hükümeti ve Simon Wiesenthal Merkezi’nin talebi üzerince Arjantin tarafından iade edildi ve yargılandı.

[11] 15 Mayıs 1945 tarihinde Zagreb’in kurtuluşu ve faşist Hırvatlar’ın yenilgisi sonrasında müttefikler tarafından partizanlara teslim edilen Hırvatlar’ın öldürüldüğü küçük Avusturya kasabası Hırvat trajedisinin bir sembolü olarak bilinmektedir.

[12] 2000 seçimlerinden önce Novi List’te yapılan bir anket Hırvat yurttaşların % 93’ünün televizyon haberlerine rağbet ettiği, sadece % 7’sinin günlük gazete okuduğunu göstermektedir.

[13] Erotel Skandalı buna bir örnek olarak gösterilebilir. Mostar televizyonu Hırvat Gizli Servisi’nin Bosna-Hersek’in iç politikasına aktif ve provokatif bir biçimde müdahele ettiğini, HDZ’nin sağ kanadından ve Hersek’te bir hayli etkin bir politikacı olan Ivic Pasalic ve Tucman’ın oğlu ve aynı zamanda gizli servisin başkanı Miroslav Tucman arasındaki yazışmalarla Dubrovnik Bankası’nın illegal bir biçimde özelleştirildiğini kanıtlayan dosyalar sunmuştur.

[14] Radyo 101 bağımsız bir istasyon olarak rejime karşı muhalefetin bir sembolü haline gelmiş; tavizkâr olmayan tutumu nedeniyle, Tucman’ın oğlu (bu sefer Stjepan Tucman) tarafından satın alınarak susturulmak istenmişti. Radyo 101 sansür karşıtı tutumu nedeniyle bağımsız gazeteci birliği Forum 21’in kurulmasına da katkıda bulunmuştur.

[15] Tucman, toplantılarda genellikle “Hırvatlar”a seslenmekteydi, “Hırvatistan yurttaşlarına” değil.

[16] Burada ilginç bir strateji izlenmektedir: Hırvat televizyonunda dünya olayları, Hırvatistan’ı merkeze alarak abartılı bir şekilde verilmekte ancak dahili meselelere ilişkin açık bir sansür uygulanmaktadır.

[17] Benzer bir tutumu Sırp Ortodoks Kilisesi de sergilemektedir. Hırvatistan, Bosna ve Kosova’daki eylemleri onaylayan Kilise, Kosova’nın kaybından sonra, bölgenin Sırp kimliği açısından taşıdığı önem nedeniyle (nedene bakınız) Milosevic’e karşı tavrını değiştirmiştir. Unutulmamalıdır ki Balkanlar’da bütün ideolojiler ve dinler birbirleriyle akrabadır ve benzer davranışlar gösterirler.

[18] Hırvatistan’da kilise ve devlet ilişkisi hayli karmaşıktır. Bağımsızlık neticesinde Kilise, bütçeden desteklenmektedir ve ex-Yugoslavya’da kamulaştırılan mallarının iade edilmesi yönünde bir karar alınmıştır. Okullara dinsel eğitimin konulması, çoğunluğu müslüman ve Ortodoks Sırp olan azınlıklar açısından problemler yaratmaktadır.

[19] Kaldı ki 1974 Anayasası Boşnaklara da dinsel özgürlük konusunda imkânlar sunmaktaydı.

[20] Sefardimler Bosna’ya 15. yüzyılda gelmişler, Sarajevo, Mostar, Travnik ve Dubrovnik’e yerleşmişlerdir. Francois Maspero’nun kitabından (Balkans Tranzit, Durieux, Zagreb, 1999) Yahudiler’in sadece Bosna’ya değil, Arnavutluk, Makedonya, Bulgaristan ve Romanya’da da karakteristik bir biçimde var olduklarını öğreniyoruz.

[21] Boşnak dilinin varlığı, 1999 yılında Sarajevo’da yapılan bilimsel bir toplantıda tartışılmıştır. Boşnak dili ve bu dilin Bosna-Hersek’in kurucu ögelerinden birisi olduğu teması üzerine çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Boşnakçanın konuşma ve yazma normları, Boşnak edebiyatı bu dilin yaşayan bir dil olduğunu kanıtlamasına rağmen, dilin ideolojik kullanımı pratiği Balkanlar’da hayli geçerli olduğundan, özellikle savaş sırasında ve sonrasında Hırvatcanın Sırpça kökenli kelimelerden arındırılmaya çalışılması, Bosnalı Hırvat ve Sırpların Hırvatca ve Sırpça “kullanmaya karar vermesi” bir dile bağlı olmayan sorunları da ortaya çıkaracaktı. Radoslav Katicic gibi öndegelen dilbilimciler Boşnakçayı merkezi bir güney-Slav dili olarak kabul etmektedirler. Buna karşılık Hırvatça ve Sırpçaya benzerliğinden ötürü, bu dili sadece bir türev olarak görenler de vardır.

[22] Yazar ve yayımcı; 1992 yılında Tucman’ı Bosna’nın parçalara ayrılmaması, siyasal bir felakete yol açılmaması, Bosnalı Hırvatlar’ın siyasal ölümüne neden olunmaması konusunda uyaran “Başkan Tucman’a Açık Mektup” bildirisini imzalayan önemli isimlerden birisi olan Lovrenic, aynı zamanda Slovenya, Bosna, Hırvatistan, Sırbistan ve Kosova’lı yazarlardan oluşan ve Balkanlar’da iletişimi rehabilite etmeyi amaçlayan Grup 99’un da üyesidir.

[23] Şunu belirtmek durumundayız: Sırp ve Hırvat milliyetçiliklerinin bir sonucu olarak İslâm fundamentalizmi denilen şey gelişti. Orta Bosna’da Hırvatlar kadar Müslümanlar da birleşik bir Bosna idealine taraftardılar. Bunda pratik bir zorunluluk da vardı. Hırvatlar Zagreb’e, Sırplar Belgrad’a güveniyorlardı. Boşnaklar böyle bir mesnetten yoksundular. Boşnaklar uluslararası topluluğun ilgisinden ve merhametinden yoksun kaldıklarından, hazır bulabildikleri tek değere sarıldılar. Tıpkı Hırvatistan’daki savaşın giderek siyasal oyunlara ve Bosna’ya yönelik bir tecavüze dönüşmesi gibi, Bosna hükümeti de (maalesef Alija İzzetbegovic’in dahliyle) çeşitli yolsuzlukların ve kötü yönetimin pençesine düşmüş, başlangıçtaki vaadlerini de unutmuş gözükmektedir.

[24] Orta Bosna ve Herzegovina Hırvatlar’ı arasındaki esas fark, Bosna Hırvatlar’ının kentlerde, karşılıklı iyi ilişkiler içerisinde, farklılıklara saygıyı esirgemeyen bir ortam içerisinde yaşamasına karşılık, Herzegovina Hırvatlar’ının kırsal bölgelerde ve etnik temelli bir hayat sürdürmelerinden kaynaklanmaktadır. Burada etnisite, kültürel olanın önüne geçmektedir. Mostar’ın trajedisi savaş sırasında buraya kırsal bölgelerden bir insan göçünün olması, Mostar’da birlikte yaşayan Hırvatlar ve Boşnakların arasındaki ilişkilerin bozulmasına yol açtı.

[25] Bosna ve Herzegovina’da cinayetler, kitlesel katliamlar ve insan hakları ihlalleri konusunda en objektif raporlar Uluslararası Af Örgütü ve Helsinki Watch tarafından hazırlanmıştı. War Crimes in Bosnia-Herzegovina (Antiwar Campaign of Croatia, 1993). Burada Ahmici, Dretelj, Heliodrome, Roboc ve Gabela katliamlarından bahsedilmektedir. Savaşın başından 1993 Eylül’üne kadar olan savaş suçlarını belgelemektedir.