İran: Yıpratma savaşları sürüyor
SERHAT GÜLMEZ
İran’da reformcuların zaferi ile sonuçlanan 18 Şubat 2000 milletvekili seçimlerinin etkisini ve sonuçlarını etraflıca değerlendirme imkânı henüz kimse için doğmamışken, ülke 12 Mart’ta önde gelen reformcu politikacılardan Said Haccariyan’a düzenlenen suikast ile sarsıldı. Eski istihbarat bakan yardımcısı Haccariyan, İran’da 1998 sonunda üç muhalif yazar ve iki siyasetçinin ölümüyle sonuçlanan seri cinayetleri çözen kişi olarak bilinmesinin yanısıra, asıl olarak, son iki-üç yıl içinde reformcu cephe, özellikle de kurucularından ve siyasî büro üyelerinden olduğu İran İslâmi Katılım Cephesi (Cephe-yi Müşareket-i İslâmi İran) içindeki merkezî rolü ile temayüz etmiş ve doğal olarak her türden muhafazakârın bir nolu hedefi-düşmanı haline gelmişti.
Suikastten 8 gün sonra yakalanan faillerin kimlikleri ve geçmişleri, reformcuların ve aklı selim sahibi herkesin daha suikast haberi duyulur duyulmaz aklına geldiği ve daha sonra yüksek sesle ifade etmekten kaçınmadığı gibi, saldırının, en azından tetiği çeken ve yakın planlama ve koruma çalışmalarını yapanların kimliğinde ifadesini bulduğu haliyle, muhafazakârlarca yapıldığını ortaya koydu. Aslında, bu saldırının, muhafazakâr güç odaklarının, Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanlığına seçilmesi ile pratiğe geçme fırsatı bulan İran’daki reform hareketine karşı son 3 yıldır biraz da ümitsizce sürdürdükleri engelleme mücadelesi çerçevesinde, genel bir stratejinin ürünü olduğundan kimsenin kuşkusu olmamalı.
Çünkü suikast, başka birçok özelliğinin yanısıra, aslında seçim sonuçlarının, bu muhafazakâr mücadele stratejisinin mimarları tarafından çok iyi değerlendirildiğini gösteriyor. Siyasî hayatlarının bitimine doğru hızla yol alan bu kesimler, Said Haccariyan’a düzenledikleri suikastle, kendi sonlarını hazırlayan ve gün be gün bu sona giden yolun taşlarını özenle döşeyen siyasî gelişmelerin motoru olan reform hareketinin kalbine bir bıçak soktular. Daha doğrusu, bu hareketin teorik planlama ve üretiminin yanısıra bundan daha çok, hareketin teorik fikir ve amaçlarının İran’ın somut koşulları ve deyimin gerçek anlamına başka her yer ve koşuldan daha uygun olan ‘bıçak sırtında’ seyreden aktüel dengelerinde, hangi pratik adımlar, manevralar ve önlemlerle uygulanacak ve sürdürüleceğinin planlanmasının merkezinde olan en önemli kişilerden Haccariyan’a yönelerek, ‘reformun beynini’ yok etmeye kalkıştılar.
Bu kalkışma da, şu anki koşullarda, özellikle de Meclis seçimlerini reformcu kanat kazanmışken, muhafazakâr kanadın reform hareketini engellemek, engelleyemediğinde rayından çıkarmak, gerekirse sabote etmek için giriştiği bütün çabalar gibi başarısızlığa mahkûm görünüyor. Ve daha önceki benzeri provokasyon girişimlerinde de olduğu üzere ters tepmiş gibi. Çünkü, aslında şöyle dönüp, artık İran’la ilgili her türlü tartışma ve hattâ sıradan sohbetlerde bile bir “milad” olarak anılan 2 Hordad (23 Mayıs 1997) Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana geçen üç yıllık döneme baktığımızda, İran iç ve bunun yansıması olduğu kadarıyla, dış siyasetindeki gelişmeleri, “artık işler böyle gitmez, rejimin ağır meşrûiyet krizini ve yerlerde sürünen popülaritesi ve bekası açısından bu gidişe bir dur demek gerekir” diyen, “bayraktarlığını” Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin yaptığı reform hareketi ile bu reform hareketini, en aşırı örneklerinde, “emperyalizm ve Batı, hattâ Amerikan uşağı” olarak gören muhafazakâr kanat arasındaki, 1999 Temmuz’unda sokağa taşan, 12 Mart 2000’de Haccariyan’a suikastle doruğuna çıkan, ciddi ve ‘ölümüne’ bir iktidar mücadelesi olarak okumak mümkün. Ve bu mücadelede şimdiye kadar geçen üç yıl içindeki bütün provokasyon girişimleri ters tepti, Hatemi hükümeti ve reform hareketi, bütün bu provokasyon girişimlerini kendi lehlerine çevirme ve her saldırıdan daha da güçlenerek çıkmayı bildi.
Aslında muhafazakâr mücadele stratejisindeki engelleme çabalarını iki şekilde sınıflandırmak mümkün: İntikam hareketleri ve provokasyon hareketleri? Bazen Haccariyan suikastinde olduğu gibi bu iki tip özellik de bir harekette birlikte bulunabiliyor. İntikam, seçimleri veya ülke içindeki mücadelede belirli mevzi ve konumları, halkın nezdinde itibarlarını kaybetmelerine neden olan kişilere, hareketlere, gruplara, kurumlara ve çoğunlukla kapatılan gazetelere ve hapse atılan gazetecilere yönelik doğrudan ya da dolaylı saldırılardan oluşuyor. Bunların en ünlüleri ise, daha Hatemi hükümetinin işbaşına geçmesinin üzerinden bir yıl geçmeden İçişleri Bakanı Abdullah Nuri’nin Meclis gensorusu ile görevden düşürülmesi ve daha sonra rejime karşı propaganda suçlamasıyla 5 yıl hapse mahkûm edilmesi ile Tahran Belediye Başkanı Gulamhüseyin Kerbasçi’nin “yolsuzluk” suçlamasıyla 2 yıl hapse mahkûm edilmesinde yaşandı.
İçişleri Bakanı Abdullah Nuri’nin bakanlıktaki muhafazakâr kadrolara karşı yürüttüğü temizlik kampanyası muhafazakârların şiddetli tepkisine yol açtı. Muhafazakârlar Nuri’yi partizanlıkla suçladı. Ancak bu temizlik, mecburen bakanlık bürokrasisi ve eyalet ve il valilikleri ile sınırlı kaldı. Çünkü, o ana kadar bir gelenek haline gelmiş olan uygulamanın aksine, Güvenlik Kuvvetleri Genel Komutanı sıfatını taşıyan dini lider Ayetullah Ali Hamaney, İçişleri Bakanı Nuri’yi kendisine komutan vekili olarak atamadı, yani ona güvenlik kuvvetleri komutan vekilliğini vermedi. Halbuki, Abdullah Nuri’nin daha önce, Rafsancani hükümeti dönemindeki içişleri bakanlığında bu vekaleti vermişti.
Böylece, Hamaney, daha başından itibaren, Hatemi hükümetini, ülke güvenlik kuvvetlerinin (polis ve jandarma) tam kontrolünden uzak tutarak, bu hükümetin temel sloganlarından biri olan, “kanun egemenliğini” sağlama konusundaki imkânlarını kısıtlamanın yanısıra muhafazakâr kanada, ilerde uygulayacağı provokasyonlarda ve sokaktaki kargaşa girişimlerinde önemli bir güç ve imkânı sunmuş oldu. Polis, büyük kriz anlarının artık bıçağın kemiğe dayandığı bariz anları ve durumların aşikarlığının zorladığı anlar dışında, muhafazakâr sokak çetelerinin reformculara saldırılarına seyirci kalmayı bir gelenek haline getirmesinin yanısıra, bizzat formel olarak içişleri bakanının emrinde olan, olması gereken güvenlik güçlerinin bazı komutanları eliyle reformculara karşı baskı ve intikam girişimlerini sürdürebildi. Ve bu komutanların özellikle Kerbasçi davası, reformcu miting ve öğrenci toplantılarına saldırılar ve son olarak 1999 Temmuz’unda yaşanan Tahran olaylarındaki bariz kışkırtıcı rolleri daha sonra bütün çıplaklığı ile ortaya döküldü.
Böyle bir stratejik bakanlığa atanan Abdullah Nuri, yaptığı uygulamalarla muhafazakârların bam tellerine bastığı için bakanlığının 10. ayında Meclis muhafazakâr çoğunluğu tarafından güvensizlik önergesi ile düşürüldü.
Bu Abdullah Nuri’ye karşı ilk intikam girişimi idi. Hatemi içişleri bakanlığından alınan Abdullah Nuri’yi hemen cumhurbaşkanı yardımcılığına atadı. Ama Abdullah Nuri’ye yönelik saldırılar devam etti ve Nuri ile Kültür Bakanı Ataullah Mohacerani, başkent Tahran’ın göbeğinde bir cuma namazı sonrasında muhafazakâr militanların saldırısına uğrayarak dövüldüler. Hükümet, kendi cumhurbaşkanı yardımcılarını ve bakanlarını koruyamaz bir konuma düşürülmüştü.
Daha sonra yapılan Belediye Meclisi seçimlerine başkent Tahran’dan girip, birinci sıradan seçilen, çıkardığı, Hordad gazetesi ile reform hareketinin temel motorlarından biri olan reformcu basın içinde önemli bir yer edinen ve özellikle bu gazetenin, yayımlanan haber, makale ve incelemelerde tabu sayılan konulardaki cesur tutumu ile öne çıkan Abdullah Nuri, Milletvekili seçimlerine girmek için Belediye Meclisi’nden istifa etmesinin ardından, Hordad gazetesinde yayımlanan bazı makalelerde rejime karşı suç işlediği iddiasıyla açılan bir dava sonucu beş yıl hapse mahkûm oldu.
Milletvekili seçimlerine girmek istediği Tahran’dan birinci sıradan milletvekili ve ardından da Meclis Başkanı seçileceğine kesin gözüyle bakılan Nuri hakkında dava açılması, yine muhafazakârların bir intikam girişimi olarak görüldü. Ama bu hareket, reformcuların çoğunluğu kazanacağına daha o günlerden kesin gözüyle bakılan yeni Meclis’te reformcuları güçlü bir önderden yoksun bırakmanın yanısıra, muhafazakârlarla girdiği bir pazarlık sonucu yeni Meclise girip Meclis başkanı olmayı hedefleyen eski Cumhurbaşkanı ve rejimin güçlü adamı Haşimi Rafsancani’ye önemli bir rakip çıkmasını engellemeyi de hedefliyordu.
Abdullah Nuri’nin, reformcuların “yasadışı” ve “Anayasa’da yeri olmayan” bir kurum olarak gördükleri, doğrudan dini lidere bağlı Ruhaniyet Özel Mahkemesi tarafından 5 yıl hapse mahkûm edilerek hapse konulması ile kısa dönemli bu hedefe ulaşıldı. Ancak, reformcuların en cesuru diyebileceğimiz Abdullah Nuri, yargılandığı kürsüyü muhafazakârlara karşı bir kamusal suçlama ve sorguya çekme, gerçekleri ve perde arkası oyunları ifşa kürsüsüne çevirmeyi bildi. Nuri, daha sonra, Sokrates’in ünlü son savunmasından aldığı ilhamla ve dolayısıyla hapsi, gerçekleri açıklamak için seve seve içilecek bir zehir olarak gördüğünü vurgular bir şekilde, Şokeran-ı Islah (Reformun Baldıran Zehiri) adı ile bir kitap olarak yayınladığı ve hemen best-seller olan, mahkemede çoğunu okumasına izin verilmeyen yazılı savunmasında, o güne kadar reformcuların dahi kıyısından köşesinden bulaştıklarında bile çok ihtiyatlı davrandığı hemen hemen bütün tabu konularda en ileri fikirleri, büyük bir açıklıkla seslendirdi. Muhafazakârların her konuda arkasına saklanmayı ve kullanmayı adet edindiği Ayetullah Humeyni’nin sözlerinin ve davranışlarının döneminin koşulları içinde değerlendirilmesi, her zaman için değişmez birer dogma olarak kabul edilmemesi, görülmemesi gerektiğini, Humeyni’nin kendi döneminde de daha önce söylediği ve savunduğu fikirleri değiştirdiğinin örneklerini vererek savundu. Humeyni’nin bugüne kadar vurgulanmamış ve öne çıkarılmamış görüşlerini ve hareketlerini öne çıkardı. Bu çerçevede, ABD ile şartlar uygun olduğunda ilişki kurulabileceğini, Humeyni’nin “ABD ile asla yanyana gelemeyiz” sözlerinin, bu fikrin, isteğin bunun karşısına çıkarılamayacağı savunarak, örneğin, “İmam Irak savaşı sırasında, ‘savaş Saddam devrilinceye kadar devam edecek’ demişti. Allah göstermesin, biz İmamın sağlığında Irak ile ateşkesi imzalamadan önce İmam ölseydi, sonsuza kadar Irak’la savaşmaya devam mı edecektik” diye sordu.
Rejimin tabu haline getirdiği ve 1997’de yaptığı bir konuşma nedeniyle tekrar Kum’da gözhapsine koyduğu Merce-i Taklit (Büyük Ayetullah) Hüseyin Ali Montazeri’ye konan siyaset yasağını, dinin siyasetten ayrılmazlığı fikrini öne sürerek eleştirdi. Mahkeme gibi resmi bir platformda Montazeri’den ilk kez ve açıkça, şimdiye kadar bütün yetkililerin esirgediği bir saygıyla bahsetmesinin yanısıra, Humeyni’nin Montazeri ile ilgili olarak yazdığı ve siyaset yasağı koyduğu iddia edilen iki mektuptan ikincisinin orijinalliğine inanmadığını açıkça söyleyerek, bütün yerleşik muhafazakâr tabulara cepheden saldırdı.
Buna benzer başka ve dış basında daha meşhur olan, daha erken dönemli bir intikam girişimi ise, muhafazakârların kontrolü altındaki yargı erkine bağlı mahkemeler tarafından zamanın Tahran Belediye Başkanı Gulamhüseyin Kerbasçi’ye karşı açılan yolsuzluk davası idi.[1]
Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki yenilgilerinden sonra muhafazakârlar, yenilgilerine neyin sebep olduğunu araştırıp, bunun giderilmesi için çalışacaklarına, bu yenilginin mimarlarından intikam alma yolunu seçtiler ve bu kampanyanın ilk hedefi de zamanın Tahran Belediye Başkanı Gulamhüseyin Kerbasçi oldu.
Belediye’nin paralarını cebine atmakla, rüşvet almakla ve görevini ve yetkilerini kötüye kullanmakla suçlanan Kerbasçi’nin davasının her adımı krizler ve gerginliklerle geçti. Muhafazakârlar, belediye yetkilileri ve çalışanlarına karşı polis istihbaratının kanunsuz tutuklamaları, belediye müdürlerine ve çalışanlarına Kerbasçi aleyhine ifade almak için işkence edilmesi ve gözaltına alınanların “yasadışı hapishanelerde” tutulması ve bizzat Kerbasçi’nin tutuklanıp hapse atılması da dahil (bu tutuklamalar sırasındaki kanunsuz davranış ve emirleri nedeniyle muhafazakâr polis şeflerinin en fütürsuzu olan Güvenlik Kuvvetleri İstihbarat Komutanı bir general 2000 yılında yapılan duruşması sonucunda bir yıl hapis cezasına çarptırıldı) ve muhafazakâr basının yaydığı “paraları yediler” kampanyasının da desteğindeki yoğun bir saldırı sonucu Kerbasçi hakkında yolsuzluk davası açtılar. 1998 yılında yapılan duruşmalar sırasında, mahkeme, o zamana kadar görülmemiş bir uygulama ile duruşmaların devlet televizyonundan ve radyodan canlı yayınlanmasını kabul etti. Bunun aslında, duruşmalar sırasında telaffuz edilecek ve Tahran Belediye yetkililerinin “çaldığı” iddia edilen paraların miktarının büyüklüğü karşısında, yoksulluğun ve ekonomik krizin pençesindeki ülkenin geniş yığınlarını reformcu kanattan soğutmayı planlayan muhafazakârların yaptığı korkunç bir hata olduğu daha ilk duruşmanın canlı ve ardından aynı gün radyodan tekrar yayımlanması ile ortaya çıktı. Zaten cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hatemi’ye verdiği yüzde 70’lik oyla, muhafazakârların karşısında olan halk, Kerbasçi’ye karşı açılan dava ile, Tahran’ı yaşanabilir bir kent haline getirme başarısı ile birlikte anılan bu başarılı yönetici ve politikacının nezdinde aslında kendisinin cezalandırılmak istendiğini anlamıştı. Kerbasçi duruşmalarda belediye yetkililerine yapılan işkence ve kötü muameleleri ve kendilerine yönelik ekonomik engellemeleri açıklayınca ve “davanın tamamen Cumhurbaşkanlığı seçiminin intikamını almayı amaçlayan bir intikam hareketi olduğunu” savununca, cebine tek bir kuruş girdiği kanıtlanamayan Kerbasçi, “mazlum bir kahraman” olarak cezaevine girdi.
Kasım 1998 sonu ve Aralık ayı başlarında birbiri peşi sıra işlenen seri cinayetler, muhafazakâr kanadın en azından belirli kesimlerinin ve bugün reformcu basının artık dile getirmekten çekinmediği “ülkeyi perde arkasından yöneten askerî gölge hükümet” olarak tanımlanan, reform karşıtı derin iktidar odaklarının reform cephesi ile mücadelede, kendi kontrolündeki devlet mekanizmaları ile yürütülen, en azından görünüşte kanun çerçevesindeki mücadelelerden bir sonuç alamayacağı düşüncesiyle teröre başvurmasının ilk örneği oldu.
Bu cinayetler, sonradan bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı ki, tamamen kargaşa çıkarmaya ve ülkeyi istikrarsızlaştırmaya, reformculara ve onları destekleyen halk kesimlerine gözdağı vermeye yönelik bir komplo idi. Bu tür komploların genel amacının, Hatemi hükümetinin ülkede kanun hâkimiyetini sağlama çabalarını engellemek ve başarısız göstermek, istikrarsızlık yaratmak, hükümeti, uyguladığı “gevşek politikalarla ülkenin güvenliğini tehlikeye sokmakla” suçlamak, sonuçta yetersiz olduğunu kabule zorlamak ve halkın gözünde bu görünümünü güçlendirmeye çalışmak olduğu, artık izaha gerek olmayan apaçık bir gerçek olarak kabul ediliyor.
Ancak Hatemi ve ekibi bu konuda verdiği sınavla, iktidara gelişinin ilk yılı sonunda yapılan değerlendirmelerde söylendiği gibi, “halkın ve kendisine oy veren çevrelerin beklentilerini büyük oranda boşa çıkaran ve halkı bir kez daha ümitsizliğe düşüren bir hükümet olma” imajını büyük oranda tersine çevirdi. Hatemi hükümeti, derin devlet karşısında Ortadoğu’da hemen hiç rastlamadığımız bir şekilde, en cesur adımlardan birini atarak, seri cinayetleri işleyen İstihbarat Bakanlığı’ndaki grubu deşifre edip tutuklatmayı başardı.
Hatemi hükümeti ve reform hareketinin bu konudaki başarısı,[2] belki de kendilerinin de bu devlet kurumlarından gelmiş olmaları, rejimin aparatlarının işleyişini ve mekanizmalarını, hattâ kişiler düzeyinde bile bilmeleri, ama asıl önemlisi, gerçekten de vaadettikleri, kanun hâkimiyetini ve siyasî gelişmeyi sağlama hedeflerinde samimi ve bu hedef ve vaatlerine sonuna kadar bağlı olmalarından kaynaklanıyor denebilir. Hattâ, eğer rejimin yokolmuş meşrûiyetini yeniden sağlamak istiyorlarsa, bu ve benzeri kanundışı iktidar odaklarından devleti kurtarmak zorunluluğunu da açıkça hissettikleri de kuşku götürmez. Bu doğrudan ve tehlikeli saldırı karşısında, onlar da reform ve muhafazakârlık mücadelesinin bir ‘ölüm kalım’ mücadelesi olduğunu, o zamana kadar anlamamışlarsa eğer, o anda anlamış oldular.
Bu grubun ortaya çıkarılması ve tutuklanması, reformcuların moralini yükseltip, muhafazakârların moralini çökerterek, belki de 1997 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ilk kez inisyatifi ve moral üstünlüğü bir daha geri çevrilmezcesine reformcu kanada verdi. Hatemi hükümeti bu büyük provokasyondan güçlenerek ve cesareti artmış olarak çıktı. Hatemi’ye oy vermiş kitleler ve halk arasındaki ümitsizlik ve cinayetlerle birlikte başlayan panik ve korku havası ise yerini ağır ağır ümide, ilk kez “bir şeyler gerçekten değişebilir” duygu ve beklentisine ve reformcuların gerçekten de bir şeyleri reforme etmek istedikleri fikrinin ağır ağır kabul edilmesine bıraktı.
Bunun yanısıra seri cinayetlerle ilgili soruşturma ve tartışmalar, benzer cinayetlerin daha yoğun işlendiği Rafsancani döneminin tartışılmasının kapısını da açtı. Reformcu gazeteler ve belirli reformcu yazarlar, giderek artan bir ısrarla, bu dönemde işlenen cinayetlerin de araştırılıp sorumluların hesap vermesini istediler.
Yine reformcular bu provokasyonu kendilerini lehine çevirme girişimlerinin bir parçası olarak, bu kötü örneğin ortaya koyduğu gibi, devlet kurumlarındaki kanunsuz unsurların temizlenmesi, kanunsuz uygulamaların ortadan kaldırılması yönünde bir girişim başlattılar. Bu girişimin ilk kurbanı, bakanlığına sahip çıkamadığı iddiasıyla istihbarat bakanının değiştirilmesi oldu. Ardından bakanlığın, önce operasyonlarını kamufle etmek için kurduğu, ancak daha sonra rant kapısı haline geldiği anlaşılan bütün ticari işletmelerinin kapatıldığı açıklandı. Daha sonra bu ticari işletmelerdeki yolsuzluklar ve bunların piyasaya müdahaleleri gazetelerden, köşe yazılarından kamuoyuna açıklanmaya başlandı.
Muhafazakârların ikinci “şiddetli” istikrarsızlaştırma provokasyonu da, yine seri cinayetleri işleyen istihbarat grubunun bir marifetinin tartışılması ve ülkedeki en önemli tartışma alanlarından biri olan basın özgürlüğü konusundaki bir patırtının arkasından geldi.
Eski dönemin en radikal yayın organlarından, zamanla geçirdiği dönüşümle reform cephesinin önemli seslerinden biri haline gelen Selam gazetesi, muhafazakârların reformcu basını kısıtlamak için Meclis’e sundukları basın yasası değişikliklerinin görüşülmesinin arefesinde, seri cinayetlerin bir numaralı sanığı Said İmami’nin görev başında bulunduğu bir sırada, istihbarat bakanına sunduğu belirtilen bir öneriyi manşetten yayımladı. İmami önerisinde, basının da ötesinde yayımlanacak her türlü düşünce ürünün denetlenmesi ve izne bağlanmasını ve hattâ kimlerin yazı yazabileceğini lisansa bağlamayı hedefleyen bir “sıkı yazma rejimi” planı sunuyordu. Selam, muhafazakârların Meclis’e sundukları tasarının bu planın bir parçası olduğunu ima etmesi üzerine mahkeme kararı ile, “devletin gizli belgelerini yayımlamak” suçundan kapatıldı. Aynı gün muhafazakâr Meclis çoğunluğu, yine söz konusu öneri çerçevesinde olduğu iddia edilen basını kısıtlayıcı yasa tasarısını ilk görüşmede kabul etti ve bu, yasanın toptan kabulü yönündeki ilk adımı oluşturdu. Olaylar, hem Selam’ın kapatılmasını, hem de Meclis’in basını kısıtlayıcı yasa tasarısını onaylama kararını protesto eden 200-300 kadar üniversite öğrencisinin 8 Temmuz Perşembe akşam üstü yurtlarından üniversitelere kadar yaptıkları protesto yürüyüşüne polis ve muhafazakâr sokak çetelerinin birlikte saldırması ile başladı. Aynı gece polis ve muhafazakâr grupların, kanunlara göre polisin girmesi yasak olan üniversite yurtlarına yaptığı kanlı baskın, aslında provokasyonun başlangıcı idi.
Kanlı sonuçlanan yurt baskınının ardından başlayan öğrenci gösterileri, öğrenciler içindeki ve dışındaki, İslâmcı olsun ya da olmasın bazı daha radikal ve Hatemi yanlısı öğrenci örgütlerinin dışındaki hareketlerin gerilimi daha da tırmandırma girişimleri üzerine, 12 Temmuz 1999 Pazartesi gününden itibaren iyice kontrolden çıktı veya çıkarıldı ve Pazartesi ve Salı günleri başkent Tahran’ın değişik kesimlerinde sokak çatışmalarının yanısıra kılık değiştirmiş, hattâ tıraş olup beyaz kısa kollu tişörtler giydirilmiş aşırı muhafazakâr militanların ve başka kışkırtıcı unsurların yaptığı yakma yıkma olaylarına dönüştü. Bu kargaşa sonunda devrim muhafızlarına bağlı milislere (Besiçler-gönüllüler) uzun süredir ilk kez kentte güvenliği sağlama yetkisi verildi ve kent bir askeri görünüme büründü. Binlerce öğrenci ve gösterici tutuklanırken yağmacılardan ve yakmacılardan hemen hiç kimse tutuklanmadı.
Olayın ilk şaşkınlığını atlatan Hatemi hükümeti ve reformcular, kargaşanın gerçek, bildik yüzünü görmekte gecikmediler ve bizzat en yetkili ağızlardan olayların, Hatemi hükümetinin temel sloganlarına karşı bir kalkışma, bir “yarı-darbe” girişimi olduğunu iddia ettiler.[3] Kısmen öğrenci hareketinin basiretli girişimi ve pazartesiden itibaren meydanlardan çekildiğini açıklaması, kısmen de içişleri bakanlığının durumu kontrol altına alma girişimleri ve her şeyin gözönünde cereyan ediyor olmasının getirdiği avantajlarla, bu komployu da en az hasarla atlatan Hatemi hükümeti, devrimin temel unsurlarından biri olan öğrenci hareketi ve üniversitenin tarihi dokunulmazlığı kabulüne yönelik bu saldırı girişimini, bu hareket ve üniversitenin meşrûiyeti ve benzeri nedenlerle kendi lehine çevirmeyi bildi ve seri cinayetlerden sonra yaptığı gibi radikal bir hamle ile, yurt baskınına ve öğrencilere yönelik vahşi saldırılara karıştıkları gerekçesiyle başta Tahran güvenlik kuvvetleri komutanı olan bir general olmak üzere 12’den fazla üst düzey polis şefini görevden aldı ve mahkemeye verdi. Hükümetin bu tasarrufu hem kendi temel dayanaklarından biri olan öğrenci-gençlik hareketinin güvenini yeniden kazanması, hem de “Hatemi bir şey yapamaz” diyen destekçileri ve muhalifleri üzerinde güçlü bir etki bıraktı. Ayrıca, Hatemi hükümetinin özellikle birinci yılı dolarken toplumda yaygınlaşmış bulunan, hükümetin deklare edilmiş programını uygulamada başarılı olamayacağı, engelleneceği gibi gerekçelerle kökleşmeye başlayan ümitsizlik duygusunun giderilmesinde önemli bir rol oynadı. Hatemi hükümeti bu yöndeki ilk güçlü işareti, seri cinayetleri işleyen istihbarat bakanlığı içindeki grubun, en azından bir kısmını, ortaya çıkarıp tutukladığı zaman zaten vermişti.
Bütün bu inişli çıkışlı yıpratma savaşları sonucunda, 18 Şubat 2000 milletvekili seçimleri öncesine gelindiğinde oluşmuş bulunan bugünkü İran toplumunun öncekinden temel farkı, aslında, ilk başta seslendirildiğinde garip gelebilse de, İran’ın “tümüyle siyasî bir toplum” haline gelmesidir. Bu siyasileşmeye reformcular, Muhammed Hatemi’nin seçim programı ve reformun temel programının ana ilkelerinden biri de olan “siyasî gelişme” adını veriyorlar. Ve gerçekleştirilebildiği kadarı ile, İran reform cephesinin ve genel anlamda İran vatandaşlarının bu son dönemdeki en büyük kazanımı da bu “siyasî gelişme” oldu.
23 Mayıs öncesi Haşimi Rafsancani’nin iki dönem cumhurbaşkanlığında geçen 8 yıllık dönemde, tamamen savaştan yeni çıkan ülkenin yeniden imarı ve ekonomik kalkınma toplumun ve devletin gündemine egemen ya da daha doğru bir ifade ile bu hedefler devlet tarafından toplumun önüne konan programda öncelikli idi. Daha çok ekonomiye ağırlık veren Rafsancani, sosyal hayatta ve sokakta da bazı “ferahlamaları”, “serbestlikleri” başlattı, ama bunu kültür alanında yapmadı veya yapamadı;[4] siyaset ve yönetim alanında ise zaten yapmak istemedi denilebilir. Ülkede, “evet serbestsiniz, rahat yaşayın ama uslu durun, gözüm üzerinizde, sınırların dışına çıkarsanız ezerim, ensenizdeyim” politikası ile özetlenebilecek bir kıpırtısızlık ve korku ortamı yarattı. Ve bu korku asla mesnetsiz değildi.
Reformcu basının özellikle son bir yıl içinde artık seslendirmekten çekinmediği iddialarına göre, Rafsancani döneminde ülke içinde en az 84 kişi faili meçhul cinayetlere kurban gitti. Ülkede yaşamalarına hasbelkader izin verilmiş muhalif görüşlü, yani İslâmi rejimi benimsemeyen kişi ve yazarlara, edebiyatçılara yönelik baskılar arttı.[5] Ve bu baskılar, bugün reformcu basının ve siyasî partilerin önemli mevkilerinde bulunan önemli isimleri de kapsayacak, onların hapse atılmasına varacak kadar yaygınlaşmıştı.
Rafsancani, ekonomik alandaki yeniden imar için uygulamayı seçtiği, serbest piyasa ekonomisine geçişin önünde engel olarak gördüğü ve ilk dönem cumhurbaşkanlığına geldiğinde (1989) Meclis’te çoğunluğu oluşturan sol kanadı (şimdiki Hatemi yanlısı reformcu kanat), 1992 Meclis seçimlerinde muhafazakârların egemen olduğu Anayasa Konseyi ile elele vererek tamamen tasfiye etti ve tabir yerindeyse, siyasî alanın dışına sürdü. Siyaseti ve siyasî tartışmayı, basında ve diğer alanlarda uygulanan politikalarla tamamen kısıtlı bir alana tıkayarak, kontrol altına aldı.
Bu çerçevede, bütün bu geçmiş ve şimdiki siyasî, iktidar mücadelelerinin eksenini görebilmek için, şunu belirtmekte yarar var ki, İran İslâm Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında Humeynici-İslâmcı hareketin şiarları ve devrimin hedefleri olarak ortaya koyduğu, “istiklal, azadi, cumhuri-yi İslâmi” (bağımsızlık, özgürlük, İslâm cumhuriyeti) sloganında ifade edilen üç ilkeden, “özgürlük” ve “cumhuriyet” kısmı, devrimin ilk 3 yılındaki gruplar arası çatışmalar ve Irak savaşı nedeniyle, 1997 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelindiğinde, neredeyse tamamen unutulmuştu. İslâmcı-Humeynici kanat içindeki, aslında daha baştan özgürlük ve cumhuriyet ilkelerini kabul etmedikleri belirtilen muhafazakâr kanat, devrim içi çatışmaların yarattığı terörizm ve şiddet ile savaş koşullarını da kötüye kullanarak, cumhuriyeti İslâmiyet ilkesine karşı imiş gibi göstermeye ve cumhuriyet ilkesinden vazgeçilmesinin zeminini hazırlamakla, gün be gün cumhuriyet ilkesini zayıflatıp silikleştirmekle meşgul oldu. Ve bu kanat Meclis’in (dolayısıyla rejimin cumhuriyetçi niteliğinin) feshedilip bir Danışmanlık Meclisi oluşturulmasını ve “İslâm cumhuriyeti”nden salt bir “İslâm rejimine”ne geçiş fikrini seslendirmeye başlamıştı.
Ancak bu planlar, en azından şimdilik, bilindiği gibi Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesi ile önemli bir aksamaya uğradı. Patırtı da zaten buradan koptu. 1997 Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonraki bütün tartışma ve çatışmaların da bu iki eksenden hangisinin güçleneceği, yani “cumhuriyetçilik mi yoksa İslâmilik mi” daha güçlü olacak temelinde geçtiği açıktır. Çünkü Hatemi ve reform hareketi yeniden sahneye çıktığında, o zamana kadar unutulmuş olan “özgürlük” ve “cumhuriyetçilik” (yani halkın oyunun belirleyici olması) ilkesini yeniden vurguladı ve bu ilkeleri yeniden hayata geçirmeye, başka bir deyişle, “halkın şimdiye kadar ertelenen ve baskı altında tutulan özgürlükleri ile, rejimin cumhuriyet ilkesini iade etme” taahhüdünde bulundu. Bu anlamda, sıkça kafaları karıştırdığının aksine, Hatemi ve onu başa getiren ve daha sonraki seçimlerde de sürekli bir koalisyona dönüşen 2 Hordad (23 Mayıs) reform hareketi, buradaki sorun bağlamında, “İran İslâm devriminin meşrû çocuğu ve devrimi yeniden rayına oturtma” hareketi olarak görülebilir.
Daha önce de değindiğimiz gibi, Hatemi cumhurbaşkanlığına gelmeden önce kontrol altında ve kısıtlı bir halde tutulan bir siyasî ve toplumsal, kültürel hayat yaşanırken, 23 Mayıs 1997 Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki reformcu başarının da verdiği itkiyle hızlanan, şimdilik, “rejim içinde şimdiye kadar kendine yer bulabilmeyi ve var kalabilmeyi başaranlar için siyasî özgürlüklerinin gelişmesi” olarak tanımlayabileceğimiz siyasî gelişme ve özgürlüklerin arttırılması hareketi, ülke ortamının tamamen siyasileşmesine yol açtı. İran, neredeyse tamamen siyasî bir toplum haline geldi; ekonomik sorunlar giderek ağırlaşsalar bile, tamamen ikinci plana itildi.
Siyasileşme, yani “siyasî gelişme” bu anlamda, bir “korku ve gölgeler imparatorluğu” olarak yaşanan Rafsancani döneminden çıkışı da temsil ediyor. O dönemde tartışılması tabu haline getirilmiş hemen her şey, elbette bedeli ağır, hafif ödenerek, tartışılabilir ve konuşulabilir hale geldi. Bu dönemde elbette en ağır bedeli, siyasî gelişmeye ve özgürlüklerin artmasına en büyük katkıyı yapan, “reformcu basın” yaptı. Hatemi hükümetinin kültür alanında uyguladığı daha özgürlükçü politikaların ilk sonucu, korkusuz bir reformcu basının doğuşu oldu. Hatemi döneminde ve Rafsancani’nin yönetici figürlükten uzaklaşması ile birlikte Rafsancani döneminin korkusu yavaş yavaş dağılmaya, insanlar cesaretle konuşmaya başlayınca, bu konuşmalar ve yakınmalar, yeni ortaya çıkan reform basını aracılığıyla bütün topluma ve dünyaya ulaştı. Reform basını kendisinin başlattığı sorgulama ve tartışmaların yanısıra bu işlevi ile de reform hareketi içinde ve İran’ın geçirmekte olduğu değişimde önemli bir işlevi yerine getirdi.
Devlet tekelindeki radyo ve televizyonun muhafazakârların elinde olması karşısında ve reformcu basının doğuşuyla birlikte, halk izleyebildiği yabancı televizyon kanallarının yanısıra, uzun yıllardan sonra, ülkedeki mevcut ve geçmiş gerçekleri öğrenmenin dilini bildiği ve güvenilebilir bir aracına kavuşmuş oldu. Henüz siyasî partilerin kurulmadığı ve olmadığı dönemlerde gazeteler birer siyasî parti, gazeteciler ve muhabirler birer siyasî parti önderi ve militanı haline geldiler. Ama bunun bedelini de ödediler; reformcu gazeteler birbiri peşi sıra kapatıldı, gazeteciler hapse atıldı, dövüldü, ölümle tehdit edildi, kaçırıldı. İşsiz bırakıldı. Ama kapanan her reformcu gazetenin yerine bir yenisi çıktı ve gazeteler, radyo ve televizyona inanmayan İran halkının 1997 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana yapılan ve 3’ünden reformcuların galip çıktığı 4 seçimde, oyunu belirlerken baktığı kaynak oldu.
Aslında, muhafazakâr hegemonyaya ilk tepki ve bu anlamda rejimin cumhuriyetçilik ve özgürlük ilkelerinin yeniden canlandırılması girişimi, bir anlamda, bizzat bu hegemonyanın kurulmasında kilit rolünü oynayan eski cumhurbaşkanı Rafsancani’nin (mutlaka doğrudan yönlendirme ve teşviki ile) etrafında kümelenmiş, geleneksel sağ-muhafazakâr kanattan ayrı düşünen teknokrat ve politikacıların oluşturduğu modern sağın, 5. Meclis seçimleri öncesinde 1996 Ocak’ında oluşturdukları Kargozaran-ı Sazendegi grubunun (daha sonra bu grup, Hizb-i Kargozaran-ı Sazendegi-yi İran- İran Yeniden Onarım Partisi adı ile bir parti kurdu) ortaya çıkması ile gelmişti.
1996’da yapılan 5. Meclis seçimlerindeki görece başarıları ve Kerbasçi, zamanın cumhurbaşkanı yardımcısı şimdiki kültür bakanı Ataullah Mohacerani ve zamanın cumhurbaşkanı Rafsancani’nin küçük kızı Faeze Haşimi’nin kadın özgürlükleri ve kadın sporları alanındaki çalışmaları ve cesur fikirlerinde somutlaşan bu yeni açılım, en büyük başarısını, elbette o zamana kadar siyaset dışına itilmiş sol kanatla birlikte, 1997’de Hatemi’yi cumhurbaşkanı seçtirerek kazandı. Bu döneme kadar neredeyse “bir rüzgar gibi esen” Kargozaran, cumhurbaşkanı seçimlerinden sonraki dönemde bu görüntüsünü yine aynı kişilerin siyasetleri ile özdeşleşen bir şekilde iyi kötü devam ettirdi. Ancak özellikle Rafsancani’nin 1997’den sonraki dönemde meydana gelen gelişmelerde giderek muhafazakârlara yaklaşan bir görüntü vermesi ve 18 Şubat 2000 milletvekili seçimleri öncesinde muhafazakârlarla anlaşarak, milletvekili adayı olması ile grup zor duruma düştü.
18 Şubat seçimlerine reformcular, daha önce Belediye Meclisi seçimlerinde başarı ile uyguladıkları gibi bir koalisyon olarak girmeyi seçtiler. Ama özellikle 30 milletvekili seçilecek olan başkent Tahran’da ortak liste çıkarmak yerine, zaten rakipsiz olduklarını bildikleri için, yaklaşık 20 kadar ismin ortak olduğu ayrı listeler yayımladılar. 18 gruptan oluşan 2 Hordad Koalisyonu adlı reformcu cephede Rafsancani’ye yakın 3-4 parti ve grup Rafsancani’yi listelerinin başına korken, Hatemi yanlısı reformcular Rafsancani’yi listelerine bile almadılar. 18 Şubat’ta yapılan milletvekili seçimlerinin ilk turunda muhafazakârlar blok olarak ağır bir yenilgi alırken, en ağır yenilgilerden birini aslında Rafsancani yaşadı.
Çünkü seçmen reformcuların ortak olarak oluşturdukları seçim koalisyonu 2 Hordad Cephesi’ni (23 Mayıs Cephesi) sandıkta kendi istediği yönde şekillendirmeyi tercih etti. Reformun önemli motorlarından ve en ağır bedelleri ödeyen sektörlerinden biri olan öğrenci hareketi ve reformcu basın tarafından “siyasî gelişmenin önündeki en büyük engellerden biri” olarak görülen Rafsancani ve son seçimde mecburen babasını desteklemek zorunda kalıncaya kadar, reform cephesinin yıldızlarından biri olan Faeze Haşimi, seçimde, seçmenden kitle halinde “red” cevabı alan muhafazakâr kanat dışında, en ağır yenilgiyi yaşadılar.
Rafsancani, hâlâ sonuçları Anayasa Konseyi tarafından onaylanıp resmileşmemiş olan ve bir sürü yeniden sayım denemesine maruz kalan Tahran’daki milletvekilliği seçimlerinde 30. olarak son sıradan Meclise girerken, kızı Faeze Haşimi, belki de sırf babasını desteklediği için, çok alt sıralarda yer aldı ve Meclis dışında kaldı. Ve belki de bu seçimlerin haketmediği bir sonuç alan, gadre uğrayan tek kişisi oldu.
Rafsancani’nin kendisinin elinden tutup Tahran’ı emanet ettiği başarılı belediye başkanı Kerbasçi ve yine kendisinin de bir zamanlar içişleri bakanlığını yapmış olan Abdullah Nuri’ye karşı dava açıldığında, bu kişileri açıkça savunmaktan, sahiplenmekten çekinmesi, onun döneminde yaşadıkları baskı ve korkuları reform uğruna sineye belki çekebilecek seçmen nezdinde puan kaybına uğramasına yol açan en büyük etkenlerdi. Mazlumları sahipsiz bırakmıştı!
Bu mazlumlardan biri (Nuri) için hiçbir şey yapmayan Rafsancani, diğerine son milletvekili seçimlerinden kısa bir süre önce “sahip çıkma” gereği duydu ve Kerbasçi’yi hapisten çıkarmayı başardı. Kerbasçi “suçsuz olduğu” savunmasına uygun olarak “af dilemeyi” reddetmesine rağmen, Rafsancani geleneksel siyaseti çerçevesinde, kapı arkası pazarlıkları ile Kerbasçi’den “uğradığı haksızlığın giderilmesi için affedilmesini isteyen”, Hamaney’e hitaben yazılmış bir belge aldı ve Hamaney tarafından affedilmesini sağladı. Bu Meclis seçimlerinde Kargozaran ve daha çok da Rafsancani’nin şansını artırma çabası olarak görüldü, ama Kerbasçi zaten sıkışan zamanın da etkisiyle ve belki de isteyerek aktif bir kampanyaya katılmadı ya da katılamadı.
Muhafazakârlar ise, pazarlık koşulu olarak öne sürdükleri Rafsancani’nin kendi listelerinden 1. sıradan milletvekili adayı olması karşılığında, Kerbasçi’nin serbest bırakılmasına razı olmuşlardı ama, bunu yaparken hem Kerbasçi’nin mahkemedeki “suçsuzum” savunmasını etkisizleştirmek istediler, hem de serbest bırakılmasını geciktirerek milletvekili seçimlerinde pratik etki yapabilme zamanını ve dolayısıyla imkânını kısıtlamaya çalıştılar. “Siyaset ustası” Rafsancani, bir kez bu pazarlığa girmeyi kabul ederek ipleri zaten muhafazakârların eline verdiği için, yapacağı bir şey yoktu, yapılanları kabullendi.
Bütün bunlar ve başlı başına Rafsancani’nin milletvekili adayı olması, Rafsancani’nin geleneksel siyasetinin, siyaset anlayışının bir hatasıydı, yoksa kişisel bir hata değil. Kapalı kapılar ardında, sürekli pazarlıklar ve (her ne iseler) ince dengeleri gözeten bu Bizansvari siyaset tarzı, 23 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilk büyük işaretini veren, halkın “negatif oy davranışında” tecelli eden, açıklığa dayalı yeni bir siyaset anlayışının ve ortamının ülkeye hâkim olduğunu, siyasetin yatağının değiştiğini görememişti. Ama bunun yanısıra, sürekli her şeyi kontrol altında tutma politikasına sadık olan Rafsancani, yeni başlayan reformların “kontrolden çıktığını”, artık kendi dönemini de sorgular hale geldiğini gördüğünde korkuya kapıldı ve bunu engellemek için, Meclis’te uygulamaya doğrudan etki eden bir konuma, Meclis başkanlığı koltuğuna gözlerini dikti.
Rafsancani’nin adaylığı, tıpkı Türkiye’deki 5+5 tartışmaları ve oylamaları gibi, bir süre İran kamuoyunu boş yere meşgul etmiş oldu. Çünkü, bütün anlı şanlı yerli ve yabancı siyasî yorumcular bile Rafsancani’nin adaylığının dengeleri değiştirdiğini iddia ederken, İran siyasetinin yatağının değiştiğini dikkate almamışlardı. Rafsancani, aldığı çok az oy ve ancak 30. sıradan, o da (isterse hiçbir hile yapılmamış olsun, ki büyük ihtimalle yapılmadı) şaibeli olmaya mahkûm bir şekilde milletvekili seçilince, yılların efsanesi şimdiye kadarki en büyük darbesini aldı ve artık Rafsancani’nin eski konumuna ulaşması biraz zor görünüyor. Öyle ki, İran halkının iki büyük seçimde, önce 1997 cumhurbaşkanlığı seçiminde müesses nizamın adayı Natık Nuri’den, sonra da son milletvekili seçimlerinde yine müesses nizamı savunanların (önce milletvekili, sonra Meclis başkanlığı) adayı Rafsancani’den kurtularak, yeni bir siyasî hayat yolunda önemli iki büyük adım attığı rahatlıkla söylenebilir. (Ve bu vazgeçilmez siyaset adamı son sıradan Meclis’e girerek bu konumunu kaybedince, İran’da da kıyamet kopmadı; beklenen, korkulan büyük kriz patlamadı; hadi şimdilik diyelim). Milletvekili seçimlerinin ilk turunda halkın seçilen milletvekillerinin yüzde 70’ini reformcu 2 Hordad (23 Mayıs) koalisyonu adayları arasından seçmesiyle, reform dalgası cumhurbaşkanlığından sonra Meclis’i de ele geçirdi.
İran halkı, 1997 cumhurbaşkanlığı seçiminde etkili olan rejimin, muhafazakârların adayına tepkiye dayanarak oyunu belirlemenin yanısıra ondan sonra yapılan seçimlerde, yeni bir kriteri daha gözetti oy verirken ve muhafazakâr politikaların mağdurlarını, mazlumları ödüllendirme kriterini yarattı: müesses nizamın gadrine uğrayan milletvekili olmadı, kahraman oldu.
Örneğin Abdullah Nuri, içişleri bakanlığından alındıktan, dayak yedikten sonra girdiği Tahran Belediye Meclisi seçimlerini birinci sıradan kazandı.
Son Meclis seçimlerinde de yine mazlumlar ya da onların yakınlarını, kardeşlerini ödüllendirdi halk. Tahran seçimlerinde muhafazakârları liste olarak Meclis dışında bırakan seçmen (öyle ki, şimdiki Meclisin idare heyetinin tamamı seçimi kaybetti, “en akıllı muhafazakâr” Meclis Başkanı Natık Nuri ise, zaten milletvekili adayı bile olmadı) Cumhurbaşkanı ve “mazlum” Hatemi’nin kardeşini 1. sıradan milletvekili seçti.
Bunu, yani “mazlum Hatemi” deyimini ise ilk kez, başka bir “mazlum”, içişleri bakanlığından gensoru ile düşürüldükten sonra kendisine veda için Tahran Üniversitesi’nde düzenlenen bir salon toplantısında yaptığı konuşmada Abdullah Nuri kullandı ve “bakın cumhurbaşkanımıza ne kadar zulüm ediyorlar. O bir mazlumdur” diyerek, kendilerine karşı açık bir savaşı başlatan muhafazakâr kanada karşı, kendilerinin de topyekun bir savaş stratejisini yürüteceklerinin ve bu savaşın içinde Şii toplumun ve tarihinin ve İslâm devriminin tarihinde etkili olmuş Şii dinî kültürünün motiflerini kullanmaktan çekinmeyeceklerini gösterdi. Abdullah Nuri “mazlum Hatemi” deyimi ile, “ülkesini içine düştüğü badireden kurtarmak için fedakârca çalışan, ama zalimlerin (iktidar tekeline ve nimetlerine alışmış muhafazakârlar) sürekli zulmettiği, yoluna her türlü engeli çıkardıkları, ancak bunlara karşı kendi ilkeleri ve inançlarına bağlı kalarak (kanunun üstünlüğü ve diyalog) sabırla direnen bir politikacı figürünü öne sürdü. Ve bu projeksiyon, ki ipuçlarını halkın cumhurbaşkanlığındaki negatif oy davranışından almıştı, tuttu: İran seçimlerinde ve siyasetinde kim gadre uğradıysa, cumhurbaşkanı, milletvekili, belediye Meclisi üyesi, buna imkân yoksa, yani hapse atılmışsa da kendisi halkın sevgilisi ve kahraman, yakınları milletvekili oldu.
18 Şubat 2000, 6. milletvekili seçimlerinde “baş mazlum” Cumhurbaşkanı Hatemi’nin kardeşi Muhammed Rıza Hatemi, Tahran’dan birinci sıradan milletvekili seçildi. Gazetesi kapatılıp hapse atılan Abdullah Nuri’nin, daha önce kimsenin tanımadığı kardeşi Rıza Nuri 2., Kültür Bakanı Ataullah Mohacerani’nin eşi, ama bundan da önemlisi reformcu fikirleri nedeniyle hapsedilen dinadamı Hüccetülislam Muhsin Kediver’in kardeşi bayan Cemile Kediver 3., dini lider Hamaney’in uzlaşmazlık içinde olduğu kardeşi, Rafsancani döneminde gazetesi kapatılan ve bir kenara itilen Hüccetülislam Hadi Hamaney 5. sıradan Meclis’e girdi ve Hadi Hamaney Tahran’dan aday olan din adamları arasında en çok oyu alan kişi oldu. Reformcuların listesinden olsalar bile, seçimi kazanan diğer din adamları çok alt sıralardan Meclise girdiler.
Aldığı ağır yenilgi ile kendisi için yeni ve zor bir dönem başlayan Rafsancani ise, rejim içinde elinde tuttuğu mevkiler ile (Düzenin Yararını Teşhis Heyeti Başkanı, dinî lideri seçmek ve görevden alma yetkisine sahip Uzmanlar Meclisi Başkan Yardımcılığı gibi) hâlâ güç sahibi olduğu için, aldığı ağır yaradan dolayı belki şimdi daha tehlikeli hale geldi. Halbuki seçimlere girmeyip, tarafsız kalsaydı, Meclisin de reformcuların kontrolüne geçtiği bugünün koşullarında, iki taraf arasındaki çatışmanın uzlaşmacı kanallara dökülerek kontrol edilmesinde üstleneceği ve pazarlık gücünü daha fazla gösterebileceği, kullanabileceği bir dengeler denkleminde, daha etkili ve daha güçlü olabilirdi.
Ancak, seçim sonrası gelişmelerden açıkça anlaşıldığı gibi, (8 kadar reformcu adayın milletvekilliklerinin muhafazakâr Anayasa Konseyi tarafından iptal edilmesi, bu iptallerin yarattığı enaz 5 kasaba ve ilde, yolların öfkeli taraftarlarca trafiğe kapatılması ve güvenlik güçleri ile çatışmalar gibi kargaşalar; halkın kişilerin özel yaşamlarına müdahale eden Besiçlere karşı sabrının artık taşmaya başladığının işaretlerini veren olaylar; devrim muhafızlarının hâlâ reformcu basına yönelik, dozu artan tehditleri; reformcu gazetecilerin yurtdışında verdiği konferanslarda meydana gelen olayları fırsat bilip, başlatılan provokasyonlar v.b.) ve en önemlisi Haccariyan suikasti, muhafazakârların asla bu mücadeleyi bırakmaya niyetleri olmadığını gösteriyor. Böyle bir ortamda, iki kanat arasındaki mücadelenin ülkedeki istikrarı önemli ölçüde tehlikeye sokacak ve yok edecek bir noktaya ulaşma ihtimali ve riski giderek yükselirken, Rafsancani’nin eğer o meşhur manevra kabiliyeti hala yerindeyse ve yeni siyaset dalgasını anlayabilirse, reformcu kanada daha da yaklaşmayı seçmesi, çok az da olsa, muhtemeldir. Bu durumda, reformcuların işi daha da kolaylaşacaktır. Böyle olmaması durumunda ise, ki bu ihtimal daha büyük görünüyor, Rafsancani, geçmişi seçtiği için, geçmişte kalmaya mahkûmdur. Ama ne yapacağına elbette, halen Hatemi hükümeti içindeki Yeniden Onarım Partisi’nin daha reformcu kanadını oluşturan, aralarında Ataullah Mohacerani’nin de bulunduğu bakanlar ve bürokratların alacağı tavır da önemli etkide bulunacaktır.
Ve Meclis seçimleri sonrasındaki İran da, 1997 seçimlerinden şimdiye kadar geçen dönemde yaşadıklarına benzer ve başka türden, ritmi ve tarzı belki değişecek kriz, sahte kriz, yapay kriz anları ve günleri yaşayarak, belirsiz geleceğine doğru yol alacak.
[1] Rafsancani, kendi adamı olan Kerbasçi’yi açıkça desteklemekten ve sahiplenmekten kaçındı ve 2000 milletvekili seçimlerinde muhafazakârlarla işbirliğine ve pazarlığa girişeceğinin ilk ve en açık işaretlerinden birini daha bu tarihte vermiş oldu.
[2] Ki bu başarıda, grubun lideri istihbarat bakan yardımcısı düzeyindeki Said İmami’nin katillerle yaptığı bir telefon konuşmasının kaydedilen bandındaki sesini tanıyarak cinayetlerin çözülmesinde kilit rolü oynayan Haccariyan’ın büyük payı vardır ve belki de başka her şeyin yanısıra sırf bu hareketi için de 2000 12 Mart’ında bir suikastin hedefi haline geldi.
[3] Bu darbe girişimi iddiaları, daha sonra Haccariyan suikastinde de gündeme geldi. Suikastin amacının, reformcu cephenin önemli bir liderini ortadan kaldırmanın yanısıra, ikinci adım olarak, Haccariyan’a düzenlenecek kitlesel cenaze törenine saldırıp, cenazeyi bir katliam ve kargaşaya dönüştürüp, bizim çok iyi bildiğimiz, “hükümet ülkeyi uçurumun eşiğine getirdi” gerekçesiyle silahlı güçlerin yönetime el koymasını sağlamak olduğu iddia edildi.
[4] Şimdiki cumhurbaşkanı Hatemi, 1992’de Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığının ilk dönemi içinde muhafazakârların ağır baskıları sonucu, kültür bakanlığından istifa etmek zorunda kaldı ve Rafsancani’nin Hatemi yerine atadığı kültür bakanı ile, Hatemi hükümeti kurulana kadar İran kültür hayatı, mevcut rejim içindeki koşullarında bile bir kuruma, katılık dönemini yaşamak ve çoraklaşmak zorunda kaldı.
[5] Bunların bir örneği olarak, Ermenistan’a davetli giden muhalif yazarların otobüsü, otobüsü kullanan istihbarat görevlisi şoför tarafından uçuruma yuvarlanmaya ve kaza süsü verilerek bütün yazarlar bir anda ve birarada öldürülmeye çalışıldı.
ÇERÇEVE(99-101)
Montazeri ve konumu
1997 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Hatemi’nin oluşturduğu yeni hükümetin ilk büyük krizi, hiç beklemediği bir yerden kaynaklandı. Siyaseten yasaklı olmasına rağmen 1997 öncesi birkaç yıldır Kum’da dini dersler vermesine ve seyahatlerine izin verilen muhalif Merce-i Taklit (Büyük Ayetullah) Hüseyin Ali Montazeri, Hz. Ali’nin doğum günü nedeniyle 14 Kasım 1997’de İsfahan yakınlarındaki Necefabad kentinde bir camide taraftarlarına yaptığı konuşmada, rejimi sert bir şekilde eleştirdi ve dini lider Ayetullah Hamaney’in liderlik yeterliliğine sahip olmadığını açıkça ifade etti.* Bu konuşmanın kasetleri, Montazeri’nin taraftar kitlesi ve ağınca elden ele dolaştırılmaya ve dağıtılmaya başlandı. Olayın basına yansıması ile eşanlı olarak Montazeri’nin Kum’daki evi ve namaz kıldırdığı cami fanatik muhafazakârların saldırısına uğradı. Bu saldırılardan polis tarafından zor kurtarılan Montazeri, İran Ulusal Güvenlik Konseyi kararı ile yeniden Kum’da ev hapsine kondu.
Fakat artık rejimin neredeyse en büyük tabularından biri olan Montazeri’nin ağzından, başka bir büyük tabu, Hamaney’in liderlik yetenek ve yeterliliklerine sahip olup olmaması sorunu bir kez açık olarak tartışma konusu edilmişti. Ve bundan sonra da Montazeri, fikirleri ve demeçleri hep bir tartışma, reformcu basının sadık olarak takip ettiği bir haber ve yorum konusu haline geldi. Montazeri fiziki bir yalıtmaya konmak istenmişti, ama bu yalıtım, Pandoranın Kutusu’nun açılmasını engelleyememişti. Reformcular neredeyse Montazeri’nin itibarını sessizce iade ettiler. Demeçleri, bir ikisi açıkça kendi taraftarı olduğu bilinen dergi ve diğer gazetelerde yayımlanan Montazeri son aylarda uluslararası basına konuşmaya başladı.
Reformcuların bazen örtük, bazen açık saygıyla söz ettikleri, saygın ve eskisinden daha güçlü bir siyasî-dinî figür ve muhalefet merkezi haline geldi.
Bütün bu olayları ve sonrasındaki Velayeti Fakih teorisi ve çerçevesindeki tartışmaları, gelişmeleri başlatan ise, Montazeri’nin daha önce sözettiğimiz, aşağıda bazı bölümlerini verdiğimiz konuşması idi. Bu tartışmalar boyunca, kısaca belirtmek gerekirse, muhafazakârlar, Veliyi Fakih’in, yani dini liderin mutlak ve sınırsız yetkilere sahip olduğunu, toplumun ve devletin her alanında son sözü söyleyeceğini, bu kişiyi din adamlarının (bugünkü durumda üye sayısı 87 olan Uzmanlar Meclisi’nin) seçebileceğini, liderin seçiminin halka bırakılamayacağını, halkın liderlik için istenen niteliklerin kimde olduğunu bilemeyeceğini savunurken, reformcular Veliyi Fakih’in mutlak yetkileri olmadığını, yetkilerinin Anayasa’da belirtildiğini, her şeye karışmaması gerektiğini, hattâ mümkün olması durumunda halk tarafından seçilmesi gerektiğini savunuyorlar.
MONTAZERİ’NİN OLAY YARATAN KONUŞMASI
“Halkın örgütlenmesi gerekiyor. Hizb (parti) kelimesinden korkmayın (...) Kimilerinin kışkırttığı şahıslar Hizbullah değildir. Kendilerine yanlış bir slogan belletilmiş, onlar da gidip slogan atıyor, ortalığı karıştırıyor, kargaşa yaratıyorlar. Bu Hizbullah değildir. Hizbullah ilkelere göre örgütlenmeli, toplanmalı, birleşmeli ve toplumu denetim altına almalıdır.
(...) Halk uyanmıştır. Herkes kitap okuyor, herkes uyanıktır. Dünyayı böyle yönetiyorlar. İktidar halkın elindedir. Biz de İslâm cumhuriyeti dedik. Hükümetin kendisi ülkeyi yönetmelidir. Halk ve hükümet bütünleşmeli, iyi güçler oluşturmalı ve iyi programlara sahip olmalı. Bir gün cumhurbaşkanlığı, bir gün Meclis seçimleri, bir gün Uzmanlar Meclisi seçimleri yapılıyor (...) halkın kendisi donanımlı olmalı, teşkilatlanmalı, güç ve kadro biriktirmeli. Güçlü bir parti olmalı; öyle bir parti ki, seçimleri kazanırsa hem iyi bakanları olsun, hem iyi milletvekilleri olsun hem iyi eyalet valileri olsun (...) Teşkilat sahibi olduğu zaman zorunlu olarak gazetesi de olmalı. Ellerinde radyo televizyon olmalı.
(...) Bir de Anayasamızda bir “Velayet-i Fakih” var. Ama bu “Veliyi Fakih her işi yapar” anlamına gelmez. Öyle olursa artık cumhuriyetin hiçbir anlamı kalmaz. Veliyi Fakih için Anayasa’da bazı görevler belirlenmiştir. En önemli görevi İslâm ve halk ölçülerinden sapmasın diye toplumdaki gelişmeleri gözetlemektir.
(...) elbette hükümeti işbaşına getiren halktır. Hükümet sistemin başındaki organ demektir. Cumhurbaşkanını, milletvekillerini gerçekten de halk seçmelidir. Kimsenin müdahale etme hakkı olmamalıdır. Eğer kimileri, -Anayasa Konseyi bile- kayırmacılık yaparsa halka zulüm etmiş olur. (...) Eğer (Hz.) Ali ve Masum İmam yoksa Veliyi Fakih baştadır. Bu kişinin işbaşına gelmesinin amacı Anayasada belirlenmiş görevleri ve hakları dışında, bir de hükümetin yaptıklarını denetlemesidir, yoksa halktan kopuk bir teşkilata sahip olması değil.
(...) Beyler herhangi bir şey olunca bize “Velayeti Fakih düşmanı” diyorlar. Allah babana rahmet etsin! Velayeti Fakih’i ilk olarak zaten biz söylemişiz. Biz ileri sürdük; Velayeti Fakih hakkında biz kitap yazdık. Şimdi ne oldu da biz Velayeti Fakih düşmanı olduk? Biz bu işleri yaparken daha topluma düşmemiş bir sürü çocuk kalkıp bize Velayeti Fakih düşmanı diyor. İnsanda utanma olur. Bu nasıl bir iş? Velayeti Fakih, tıpkı Emir-ül Mümimin’in (Hz. Ali- ç.n.) Velayeti gibi, ülkeyi denetlemeli, partileri denetlemeli, hükümeti denetlemeli. Ama her yere müdahale etmemeli. İslâm cumhuriyetinde hükümet bağımsız olmalı. Benim Cumhurbaşkanı Hatemi’ye eleştirilerimden birisi gerçekte budur. Ben kendisine mesaj gönderdim, bilmiyorum kendisine söylediler mi? Bu şekilde işlerinizi yürütemezsiniz diye kendisine sözlü mesaj gönderdim. Bir hükümet başkanı, eğer bakanları ve eyalet valileri kendisi ile aynı yönde olmazsa, bir adım bile atamaz. Ben sizin yerinizde olsaydım lidere (Hamaney-ç.n.) giderim ve ona “Sizin makamınız mafhuz (yeri ayrı) saygımız da mahfuz. Fakat 22 milyon kişi bana oy verdi. Bana oy veren 22 milyon kişinin hepsi, liderin başka bir kişiyi tercih ettiğini biliyordu” derdim. Bürosu, kendisi (Hamaney) hepsi bir başka adayı destekliyorlardı ama 22 milyon kalktı o adaya oy vermedi. Bunun anlamı, biz bu teşkilatı kabul etmiyoruz demektir.
(...) Liderliğin anlamı, ülkede şeriata aykırı iş yapılmasın diye denetim yapmaktır. Eğer bir gün, olur da cumhurbaşkanı veya bakanlar şeriat kurallarından sapmak isterlerse, Lider (Veliyi Fakih. ç.n.) onları engellemelidir. Yoksa dünya padişahlarından daha fazla şahlık teşkilatı ve muhafızlara sahip olup, kendisi ve çevresindekiler de bakanlıklara müdahale etmemeli (...) Hükümet, Düzeninin Yararını Teşhis Heyeti, Liderlik Bürosu, bütün bunlar ayrı ayrı kendi iktidarlarını uygulamak isterlerse ülke yönetilemez. Ve bugünkü dünyada halkın müdahalesi olmadan ülkenin kaderini 2-3 kişinin belirlemesi rejim için yenilgi demektir.
(...) Bu halk İslâmı sevdiği için geldi devrim yaptı. Halkı din adamından nefret ettiren memurlar ve yetkililerin zulümleridir. Böylesine durmaksınız Velayeti Fakih’ten sözetmek halkı daha da bıktırır. (...) Bir şeyi çok övmek onu kötü tanıtmak olur. Halk da kalkıp (Velayeti Fakih de neymiş) diye soruyor.
(...) Şimdi liderlik sorununu bir yana bırakalım, neden mercilikle oynuyorsunuz. Siz ki (Hamaney- çn) mercilik düzeyinde değilsiniz. Ben daha önce kendisini (Hamaney- ç.n.) uyardım.
(Montazeri burada Hamaney’e bir mesaj gönderdiğini belirtiyor ve mesajının 7. paragrafını okuyor)
“(Mesajın 7. paragrafı) “Şii merciliği her zaman bağımsız, manevi bir güçtü. Bu bağımsızlık sizin elinizle kırılmasın, (kaybedilmesin). Medreseler düzenin uşağı olmasın. Bu İslâmın ve Şiiliğin geleceği için zararlıdır. Sizin adamlarınız ne kadar çalışsalar da, siz rahmetli İmam’ın (Humayni) bilimsel konumunu elde edemezsiniz. Medreselerin kutsallığı ve maneviliğinin, (devlet) organlarının diplomatik işleriyle (birbirine) karışmasına izin vermeyin. Eğer büronuz, işlerinizin çokluğu ve ülke yönetimini yüklenmek zorunda olduğunuz gibi gerekçelerle sizin şeri soruları cevaplamaktan özürlü olduğunuzu (mazaretli olduğunuzu, dolayısıyla cevaplayamayacağınızı-ç.n.) resmen bildirirse, bu İslâmın, medreselerinin ve Yüce Hazretiniz’in yararına olacaktır.”
(...) Kendisi mercilik ve fetva seviyesinde değildir. Dolayısıyla Şii merciliğini rezil ettiler. Çocuk oyunu haline getirdiler. Bir sürü istihbaratçı çocukla. Bunlar bizim bu ülkede gördüğümüz müsibetlerdir.”
(*) Bilindiği gibi, İran İslâm devriminin lideri Ayetullah Hamaney, ölmeden birkaç ay önce, daha önce kendi halefliğine atadığı Montazeri’yi, bu görevden azletti ve muhafazakârların reformcuların bazı kesimleri tarafından reddedilen iddialarına göre, siyasetle uğraşmasını yasakladı. O tarihten ’90’lı yılların ortalarına kadar tamamen yalıtılmış ve sıkı kontrol altında tutulan Montazeri, eğer azledilmeseydi, belki de, bugünkü dini lider Hamaney’in yerine İran dini lideri olacaktı.