Cemal Poyraz ve Ayşe Uygun’un eleştirilerine konu olan, Birikim’in 142/143. sayısındaki benim ve Ayşegül Devecioğlu’nun yazıları; ölüm oruçlarının ön plana çıktığı andan devletin malûm “hayata dönüş” operasyonuna kadarki dönem içinde “kamuoyu”ndaki tavır değişimlerini izleyerek, sonunda bu gayet kanlı, ürkütücü vahşette operasyonun neden “toplum” tarafından bir tür onayla karşılanabildiği sorusuna cevap aranıyordu. Ölüm oruçları önplana çıktığında kamuoyunun hissedilir derecede belirgin bir hayırhah tavırdan devletin şiddetle müdahalesine prim veren bir tavra geçişini, devletin manipülasyonlarına ya da eylemcilerin hatalarına bağlamaktan ziyade; 1980’lerle birlikte hemen tüm toplumlarda çeşitli derecelerde kendini gösteren bir olguya, toplumsal düzenlerin bir “dışlananlar kesimi” oluşturacak biçimde işler hale gelişine bağlayan bir açıklama yapılıyordu o yazılarda. Bu, kestirme ifadeyle “ikinci -dışlananlar toplumu- olgusunun genel sol-sosyalist hareketlerin iç ayrışmalarında da bir faktör olduğu; geniş ölçüde aynı dili, literatürü, referansları... kullanmakla birlikte, bunları yorumlama, kullanma tarzları, mücadele, örgüt, hedef tanımlarının içeriği, motivasyonları ile giderek birbirlerinden farklılaşan -kabaca- iki ayrı alan halinde ayrıştıkları ifade edilmişti.
Söz konusu dışlanma, dışlama “mekanizması” ilk kez bu yazılarda konu edilmiş değildi. Yıllardan beri çeşitli yazılarımda bu olgunun evrensel ve Türkiye ölçeğinde nedenleri, tezahürleri, siyasal anlamı üzerinde durulmuş, özellikle de bunun daha -1980- öncesinin işsizlik, “yedek işçi ordusu” gibi “bildik” olgularından farklı, yeni bir durum olarak ele alınmasını gerektiren yönleri önemle işaret edilmişti.
Yazımı dikkatle okuduğunu söyleyen Poyraz, bu analizi “Fanon’un sömürge toplumlarında saptamış olduğu mahiheist bölünme”nin “Türkiye topraklarına da sızmış olduğu”nun kanıtlanması olarak yorumlamış. Yani ortada yeni, farklı bir olgu olarak ele alınması gereken bir sorun değil, sömürge toplumlarından bahsettiğimizden beri var olan, tanımı zaten yapılmış, “bildik” bir sorun var diyor Poyraz. Dolayısıyla da bizim yeni bir durum söz konusu” derken gösterdiğimiz gerekçeleri tartışmak gereğini de duymuyor.
Buna da şükür. Çünkü Uygun’a göre, bizim o sayıda yaptığımız “ayrışma”ya ilişkin analiz, aslında, devletin siyasal mahkûm ve ailelerini “toplum dışı” diye niteleme gayretlerinin bizim tarafımızdan benimsenmiş olmasının ürünü imiş! Değil kendi yazıma, Birikim’de yayımlanmış olup da görüşlerine katılmadıklarım da dahil herhangi bir yazıya böyle bir ithamın reva görülmüş olmasını küstahlık ve küfür addettiğimi peşinen belirteyim. Ne dediğinin farkındaysa bu Bayan, kelime benzerliklerinden yararlanarak nasıl da oturttum diye keyiflenmekte serbesttir. Ama bizim de böylelerini muhatap almaya tenezzül etmemek hakkımız ve sorumluluğumuzdur.
Yazısını yayınlamamızın nedeni, kendine sosyalist, devrimci vs. sıfatları maleden hemen her akım, hareket veya kişinin neredeyse alamet-i farikası haline gelmiş bir “eleştiri” yöntemine değinme vesilesi olmasıdır. Bu yöntem, bir konu hakkında kendisininkinden farklı bir ele alış tarzı tutturmuş, değişik tanım ve görüşler ileri süren birini, gerekçelerinin tutarlılığı ve değerini tartışarak eleştirmek yerine onu “bildik” ve “mahkûm edilmiş” bir kategoriye sokmak olarak özetlenebilir. Örneğin adı geçen bayan, devletin siyasal mahkûm ve ailelerini “toplum dışı” diye nitelemesi ile bizim o “siyaset”leri “dışlananlar-ın toplumu-nun” bir tezahürü olarak tanımlamamızı aynı şey, hattâ devletin dilini benimseme sayabiliyor. Bunu yaparken “toplum dışı”lığın bireylerin bir tercihi, davranışlarıyla kendilerini koydukları bir durum, bir duruş olduğunu, oysa “dışlanma”nın, “toplum”un marjında adeta ikinci bir toplumun ortaya çıkışının -1980 sonrası- iktisadî-sosyal düzen ve işleyişin dayattığı bir olgu, durum olduğunun onca belirtilmiş olmasını kaale almayabiliyor. Biz istediğimiz kadar “varoş”tan yaşam tarzı, sosyo-ekonomik kültürel boyutuyla bahsetmiş olalım Ayşe Uygun bizim bir “mekân”dan söz ettiğimizi söyleyebilir ve mekânsal farklılıktan yola çıkan değerlendirmeler yaptığımıza dair ahkâm kesebilir. Ayşegül Devecioğlu’nun “biz” derken kendi konumunu değil, bu ayrışma durumunu sorun edinenleri kasdettiğini, arif olanın anlaması o denli kolayken, Ayşe Uygun ”siz küçük burjuva solcususunuz” hükmünü vermiştir bile. Kendisi elbette böyle pespaye bir statüden değil, herhalde “proleter devrimci” gibi apoletleri yüklü bir mevkiden bizlere hitap etmektedir.
Bu, daha yüksek mevkiden hitap, yani “eleştirdiği” kişi ya da akımı daha alçak statülü bir “sosyalist” kategorisine yerleştirme gayreti Türkiye’nin “devrimci/komünist” sıfatlılarının tipik bir özelliğidir. Daha biraz önce aynı sıfatı paylaştıkları ile herhangi bir konuda bir görüş, teşhis farklılığına düştükleri anda taraflar birbirlerini daha aşağı statülü bir eğilimde olmakla ithama hazırdırlar. Her konuda tek ve mutlak bir doğrunun olduğu inancı, öyle olduğu varsayılan fikrin tam ve yanılmaz olmasını gerektirdiği için, tartışma, karşıdaki fikre herhangi bir olumluluk atfetmekten kaçınılarak veya taşıdığı olumluluğun düşük dereceli olduğu belirtilerek yürütülür. Söz konusu inanç eşit statülerde bir tartışmayı peşinen imkânsızlaştırır. Türkiye’de “devrimci, komünist” sıfatlarını sahiplenenlerin, değil başkalarıyla kendi aralarında bile bir diyalog kuramaması, her tartışmanın bir yaftalama savaşına dönüşmesi bu yüzdendir.
Bu, kendisini en yüksek makama oturtarak “konuşma” tavrı, Poyraz’ın yazısında en uç örnekleriyle kendini sergiliyor. “Devrimci” sıfatını sırf kendisine ve adına konuştuklarına tahsisli sayıp, bizi ve kendileri dışında her sosyalistim diyeni lütfedip “solcu” yani “devrimci olmayan” kategorisine yerleştirerek işe başlıyor ve sözlerini pek beğendiği anlaşılan bir alıntı aforizmayla bitiriyor: “Devrimcinin eksiği karşısında devrimci olmayanın tamının hükmü olmaması gerekir”!
Poyraz, tam da bu kalıptaki yargı cümlelerinin egemen sınıf sözcülerince binlerce kez ifade edildiğini, örneğin bir faşistin “milliyetçinin eksiği karşısında milliyetçi olmayanın tamının hükmü yoktur” sözünü gayet rahatlıkla ettiğini, yani bu cümledeki mantığın özbe öz sağcı nitelikte olduğunu hâlâ duymamış ve anlamamışsa ne söylenebilir ki?
Belki de sadece şunu: Haklılığına, davranışına yön veren fikirlerin zenginliği ve derinliğine duyulan inanç ve güvenin gayet güçlü olduğunu yansıtmaz bu sözler. Tam aksine, bir akım ve hareket bu inanç ve güven var oldukça eleştiriye açıktır, bunları bir zenginleşme ve gelişme unsuruna dönüştürebilir, “başkalarının” bırakın tamına, en ufak katkılarına bile onlardan fazla hakkını verir. Ama bu özgüven ve inancı sarsıldığı oranda kendini dogmalarına, hattâ bunların kalıp ifadelerine indirger, bunlara sımsıkı kapanır ve ancak o zaman “benim eksiğimin karşısında ötekinin tamının hükmü olamaz” gibisinden traji komik sözler etmeye başlar.
Geçmişinde rakipleri tarafından bile ister istemez teslim edilmiş bir düşünsel hegemonya hali yaşamış akım ve hareketler çöküş evresine girdiklerinde sıkça rastlanan, tipik bir durumdur bu. Yeniden o hegemonyayı kurma ihtimal ve imkânını görememenin öfkeli ezikliği ile, ya da bunu sisli bir uzak geleceğe havale etmenin verdiği bir tür nihilizm ile bu hareket/akımın -sıkıca kalıplanmış biçimlerine, sarsılmış- mensupları, geçmişin o yaygın, fiilî ve etiket gerektirmez düşünsel hegemonyasını, kendilerinden başka hiç kimse kaale almasa da; boyunlarına astıkları bir “en ve tek doğru” etiketiyle güya yaşatmaya çalışırlar.
Bu tutuma kapılmış bir akım muhafazakârlaşmaya, daha da gerilere sürüklenmeye açık demektir.
Kaynağında insanların eşitliği/eşdeğerliliği gibi bir değer ve hedefin olduğu bir ideoloji, tamamen buna aykırı ideolojilere has olan bir “mutlak doğru” varsayımıyla düşünemez, hareket edemez. O, ancak belirli koşul ve bağlamlarda görece en doğru bir fikir ve tutumu temsil ettiğini iddia edebilir ve bunu her defasında yeniden tartışmaya hazırdır. Ve bunu kendisini daha doğru, zengin, kapsayıcı ve derinlikli hale getirebilme potansiyeline başkalarından daha yetenekli ve elverişli olduğunu bilmenin özgüveni ile yapar. Bu özgüven kendi görüş ve tutumlarının eksikliğini görmeyi veya bu yöndeki iddiaları sükûnetle tartmayı ve cevaplandırmayı da sağlar. Böylesi bir özgüven yokluğu ise, kendini, kendinden başka kimsenin kaale bile almadığı bir “mutlak doğru temsilciliği” makamı(!)na hapsetmeye götürür ve böylece kendine mutlak olumluluk atfederek içe kapandıkça çevresini, başkalarını mutlak olumsuzluk olarak algılaması da kolaylaşır. Bu kolaylığın verdiği ölçüsüzlükle örneğin Poyraz, ölüm oruçları ve mahût operasyon esnasında beklediği türden bir tavır göstermeyen “birinci toplum solcuları”nı “devrimcilerin katline pasif seyirciler olarak katılma (abç)” ile, bu son derece insafsız ve çirkin niteleme ile suçlayabilir. Sözünü ettiği kişi ve hareketlerin o sırada yeterli çabayı göstermedikleri öne sürülebilir ve bu iddiaların bir kısmına onlar da hak verebilirler. Ama bu, Poyraz’ın ağzından çıkanı kulağının duymamasının bahanesi asla olamaz.
Ölçüsüzlük dedik ama C. Poyraz’ın yine de bazı ölçüleri var. Nitekim “devrimcilerin katline ... katılma” ithamının pervasızca yapıldığı konu bağlamında şunları da ekliyor: ”Esas sorulması gereken soru şudur: Kayıtlı üye sayısı 2-3 bini geçmeyen reformist partiler hangi küstahlıkla (abç) binlerce militanını ölüme yatıran devrimci yapılanmalara ’eylemden dönün’ çağrısında bulunabilmiştir?”
Bu ülkenin egemenleri tarafından asırlardır ve hâlâ beslenen, körüklenen siyasal kültürüne tıpatıp oturan, bu açıdan son derece “gerçekçi” sözler bunlar. Kuvvete, fizik güç biçimlerine tapan, şiddete dönüşmeyen gücü güçten saymayan, mutlak iktidara hayran ve ona kölece itaati kolayca benimseyiveren bir anlayışın yoğurduğu o kültürün “aslî sahipleri”nin ağzından bu kabil lafları çok duyduk ve onların sayıları ve “güçleri” az olanların konuşmasını küstahlıkla nitelemelerini de yadırgamayız.
Bu dil, bu kültür ve mantık o egemenlere aittir; onların hüküm sürdüğü düzenin eseri olan yığınla haksızlığa, çamur ve çürümeye isyan edenler de bu dil ve mantığı onlara karşı kullanmak üzere benimseyip uygulayabilirler. İsyancılar böyledir ve ancak böyle olabilirler.
Devrimci ise ve eğer bu sıfatı gerçekten hakediyor ise, öncelikle bu tepkici kalıptan kurtulabilmiş olandır. Düşmanını, yıkmak, devirmek ve onun işgãl ettiği iktidar konumuna geçmekten başka bir şey düşünmeyen veya en fazla “biz iktidar olduğumuzda her şey iyi olacak” reçetesi ile yetinen yetinilmesini isteyen isyancılar, düşmanlarının güç mantığının, kültür ve yöntemlerinin simetriğinde bir varoluş ve mücadele dünyası kurmaktan başka bir şey yapamazlar. Madalyonlarının bir yüzü isyan gerekçelerinin yüzde yüz haklılığı ve tam bir kendini feda edişe varabilen özveri ruhu ise, öbür yüzü de budur.
Poyraz’ın bir sözcüsü olduğu zihniyet, ideoloji, yaklaşım ve üslûp, ne yazık ki devrimci değil isyancı tipolojisine oturuyor.
Poyraz, yazısının başlangıç bölümlerinde sorduğu “Türkiye topraklarında devrimci olmanın alternatif biçimleri var mıdır? Varsa bunların .... olanaklılık koşulları mevcut mudur?” türünden soruları sürekli sormalı ve cevabını ısrarla aramalıdır. Evet, şimdilik yoktur, ama yaratılmalıdır ve mutlaka da yaratılacaktır. Bunun engin bir çabayı gerektirdiği, asla unutulmadan ve bilhassa da isyancılığı devrimciliğe ikâme etme “kolaycılığı”na kapılmadan.
Poyraz, değindiği yazımda “ikinci toplum”un isyancılığını analiz edişimi, “naif bir acıma duygusu”yla yapılmış eleştiriler sayıp, “birinci toplum” solculuğuna orada hiç değinmemiş oluşumu da bir örtük onaylama olarak niteliyor. Oysa orada ve çok daha geniş biçimde, başka yazılarımda özellikle vurguladığım nokta; bu ayrışmanın bir devrim ve çözüm perspektifi yaratmayı bizzat engelleyen, hattâ imkânsızlaştıran bir ikilem olduğudur.
Bu ikilemin içinde şu veya bu nedenle kalanlar, bu ikilemin ortak paydası üzerinden düşünmenin dışında başka bir yol olmadığını varsayanlar, Birikim’de sadece bu “aydın karamsarlığı” ile yüklü hatırlatmanın yapıldığını söyleyebilir ve sadece böyle okuyabilirler onu.
Oysa, tam tersine, o ikilemi de kuran önyargılardan kurtulmuş olanlar, Birikim’in asla iyimserliğini yitirmeden, ama özellikle bunca deneyi, kayıp ve bozgundan sonra “devrimci alternatif” yaratmanın çetinliği ve kapsamının bilincinde olarak, yıllardır bu “alternatif”in düşünsel zeminini örmek için uğraştığını ve hiç de azımsanamayacak bir yol katettiğini görebilirler.
Görmek ve görüşmek mümkün olacak mı?