Krizimiz Bizimdir! Sahiplenelim

GİRİŞ

Şubat 2001 krizinden sonra Türkiye bir suçlu arama telaşına kapıldı ve fatura her zamanki şüpheli IMF’e kesildi. Büyük ümitlerle başlanan stabilizasyon programının devalüasyonla sonuçlanmasında, programa teknik ekspertiz babında destek veren ve dış kredi için koşul öne süren IMF’in hatasız olmadığı su götürmez. Beri yandan, “programı hazırlayan IMF krizden de sorumludur” kolaycılığıyla iktisadî (ve siyasî) sorunlarımızı kötü emelli dış mihrakların hain oyunlarına bağlamak, Türkiye’nin kendi içinden gelen üretim/bölüşüm ve yönetim sorunlarını analiz etmeyi imkânsız hale getiriyor.

Türkiye 24 Ocak kararlarından beri ve 1989’da sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle gittikçe hızlanan bir biçimde, kabuğundan çıkıp iktisadî anlamda dünyaya eklemlenmeye çalışıyor, fakat bunu düşünülebilecek en kötü şekilde yapıyor. Serbest piyasa ekonomisini bir fetiş haline getirip devlete, ve özellikle sosyal devlete ilişkin her şeyi kötüleyerek gelinen bugünkü noktada devlet ekonomideki düzenleyici rolünü yerine getiremiyor. Örneğin yaşadığımız krizle birlikte iyice belirginleşen malî sistemimizdeki zayıflıkların bu düzeye gelmeden tedavisi aslında piyasa ekonomisi için hayatî önemi haiz iken, bunun yıllarca görmezden gelinmiş olması devletin ekonomideki regüle edici rolünü ne kadar boşlamış olduğunun güzel bir örneği.

Devletin piyasaları düzenleyici rolünden tamamen çıkıp sadece bir yeniden dağıtım aracına (Althusser’i rahmetle analım) dönüştüğü 1990’larda hükümetler, baskı gruplarından gelen istekleri karşılamanın kolay bir yöntemini bularak Türkiye’yi olduğundan zenginmiş gibi yaşatma yolunu seçtiler. Dış kaynak girişiyle finanse edilen bu zenginlik dönemleri kaçınılmaz olarak krizlerle son buldu ve vergi almadan kaynak dağıtan devlet bu dönem zarfında büyük bir borç stoğu biriktirdi. 1999 yılının sonunda bu durumun sürdürülemez olduğunu artık biliyorduk.

İKTİSAT POLİTİKASI TERCİHLERİMİZ

Devletin bütçe açıklarına paralel olarak kronikleşen enflasyonu düşürmenin -ve bunu aciliyetle yapmanın- zarureti ortaya çıkınca bu işin nasıl yapılacağı sorusu gündeme geldi. Bilinen birçok dez-enflasyon programı arasından seçilen ve 2000 yılında uygulamaya konulan nominal döviz kuru çıpasına dayalı stabilizasyon programı teknik olarak içsel tutarlılığı olan ve gerçekten başarıya ulaşabilecek bir programdı. Bunun Türkiye’nin IMF ile yaptığı 17 anlaşma arasında açık ara ile en iyi program oldugu da söylenebilir. Fakat daha programa başlanmadan, Latin Amerika vb. örneklere bakarak, bu tür programların ödemeler dengesi sorunlarına ve nihayetinde krizlere yol açabildiği biliniyordu. Program bu risk bilinerek kabul edildi.

Alternatif programlar arasından neden bu spesifik stabilizasyon yönteminin seçilmiş olduğu sorusu ne programa başlanırken, ne de krizden sonra soruldu. Türkiye kısmen IMF’in de teşvik ve zorlamasıyla döviz kuru çıpasına bağlı bir programı uygulamaya koydu. Döviz kurunun artış hızının yapay olarak bastırıldığı bu tür durumlarda yurtdışından borç almanın çok çekici bir hale geldiği biliniyor. Türkiye’de özellikle bankalar aracılığıyla rekor düzeyde dış borç sağlanması olarak kendini gösteren bu kısa vadeli sermaye girişi (sıcak para hareketi) bir yandan ödemeler dengesini bozuyor fakat bir yandan da ekonominin canlanmasını sağlıyordu. Türkiye ekonomisi 1998 ve 1999’da küçüldükten sonra 2000 yılında, devletin harcamalarını kıstığı, dez-enflasyonist politikaların uygulandığı bir ortamda, %6 büyüdü. Bu küçümsenemeyecek büyüme hızı sıcak para girişinin doğrudan bir sonucuydu , fakat aynı sıcak para girişi ve yol açtığı döviz cinsinden borçluluk Türkiye’yi krizin çıkabileceği bir noktaya getiren etkendi.

Türkiye’de 2001 Şubat ayında olduğu gibi, döviz cinsinden yüksek borcu olan bir ekonomiyi devalüasyona zorlayıcı bir kriz olması için herkesin birden kriz olacağını düşünmesi yeterlidir. Diğer yandan krizin olmayacağına dair bir inanç da programın sürmesini sağlar. İktisat yazınında multiple equilibria (çok denge) olarak bilinen bu durumda Türkiye’nin iyi dengeden (programın sürmesinden) krize atlaması meşum MGK kavgasıyla oldu. Krizin çıkmış olması ekonomimizin krize elverişli bir noktaya gelmiş olduğunu totolojik olarak gösteriyor fakat bu, kriz er geç olacaktı demek değil. 2001 Haziran ayından itibaren yavaş yavaş dalgalanmaya bırakılması planlanmış olan döviz kuru gerçek değerini buldukça dış borçlanma da çekiciliğini kaybedecek ve Türkiye kendisini krizden korumuş olacaktı. MGK kavgası ya da benzer bir tetikleyici olay olmasaydı bu programın başarıya ulaşması mümkündü.

Krizin çıkmış olmasından bağımsız olarak sorulması gereken soru neden krizin çıkabileceği bir programın seçildiğidir. Türkiye enflasyonu düşürmek için doğrudan sıkı paraya dayalı bir program uygulayabilir, ya da liranın değer kazanmasıyla artan sıcak para girişini yavaşlatmak için kısa vadeli sermaye hareketlerine Şili örneğindeki gibi vergi ya da benzeri kısıtlamalar getirebilirdi. Bunları yapmaktansa büyümeyi teşvik eden sermaye girişlerini özendirmek tercih edildi. Kısaca, hükümet emniyetli fakat acılı bir yoldansa, kriz olasılığı olan ancak kısa vadede düşük maliyetli yolu seçti. Örneğin 2000 Kasım’ındaki mini-krizden sonra bankaların sadece mevduatlarına değil, bütün pasiflerine (mesela dış borçlarına) devlet garantisi verilmesi hükümetin malî sistemdeki kırılganlığı artırmak pahasına büyümeyi teşvik etmek istediğini açıkça gösterdi. Bankalar açısından “kriz olmazsa kâr bizim, olursa zarar devletin” durumu dış borçlanmadaki döviz kuru riskinin göz ardı edilmesi sonucunu doğurdu.

Buradan anlaşılıyor ki IMF temelli komplo teorileri bir yana, Türkiye’ninki bir kendi etme kendi bulma durumudur. Uygulanan istikrar programı mahkûm olunan değil, seçilen bir programdı, fakat birçok zor seçimde olduğu gibi mecburiyetten yapıyor gibi görünmek yapılan tercihin sorumluluğunu (bu, tercihin mutlaka yanlış bir tercih olduğu anlamına gelmiyor) hükümetin üzerinden kaldırdı. Hükümetin yaptığı ve bence programın diğer unsurlarından, örneğin döviz kuru çıpasından daha fazla eleştirilmesi gereken seçim, gelirler politikası ya da daha ziyade bu politikanın yokluğudur.

Stabilizasyon programının hedefleri gereği yapılması gereken fedakârlığın toplumsal kesimler arasında nasıl paylaştırılacağı sorusunun cevabı gelirler politikasında yatar. Hükümetin bu konuda sessiz kalması faturanın büyük bir kısmının sabit gelirlilerce ödenmesi sonucunu doğurdu. Aynı şekilde simdi de krizin faturasını paylaşmaya çalışıyoruz ve bu da tartışılmadan, “herkes üzerine düşeni yapmalı” söylemi dahilinde gerçekleşiyor. Burada önemli olan kimin üzerine ne kadar yük düştüğü ve bu maliyet paylaşımının adaletli olup olmadığı. Şu anda, krizle sonuçlanan programda olduğu gibi, krizden çıkmak için yapılan programda da gelirler politikasi belli değil.

ŞİMDİ NEREYE

Krizi neredeyse kaderci denebilecek bir şekilde IMF böyle istedi diyerek açıklamak hükümeti aldığı kararların sorumluluğundan kurtardığı gibi, bundan sonra neler yapılabileceğini düşünmeyi de zorlaştırıyor. Krizden çıkmak, artık kanıksadığımız kemer sıkmayı bir kez daha gerektiriyor. Devlet giderlerinin kısılması gerektiği fikri genel kabul gördü fakat kimin kemerinin ne kadar sıkılacağı tartışılmadığı gibi hangi devlet harcamasının ne kadar kısılacağı, hangi hizmetlerin daha az verileceği de tartışılmadı.

Bugün yapılanları iki aşamada düşünmek gerekiyor: Kısa vadede, bu krizden nasıl çıkılacak ve uzun vadede, nasıl bir Türkiye istiyoruz? Şu anda her şey krizden çıkmaya odaklanmış durumda ve hele bu günleri bir atlatalım fikri hâkim. Fakat krizden çıkmak için izleyeceğimiz yol daha sonra gittiğimiz yeri de belirleyecek. Bu önemli bir nokta: nereye gideceğimizi yola çıkmadan önce belirlememiz gerekiyor.

Seçilen yolun tartışılmadan gidilen yeri belirlemesinin örneklerinden biri özelleştirme. Türkiye’de özelleştirme “yapılması gerektiği için” yapılıyor gibi bir intiba var. IMF istediği için krize giren bir ülkede IMF istediği için özelleştirme yapılması da elbette normal karşılanıyor. Krizin Türkiye’nin tercihlerinin bir sonucu olduğunu anlayıp böylece sorguladıktan sonra özelleştirmeyi de IMF değil, Türkiye merkezli bir şekilde düşünebiliriz.

Özelleştirmeye kategorik olarak karşı/taraf olunabilir ya da daha ayrıntılı bir devlet tanımı içinde mesela devlet içki üretmeli ama sigara üretmemeli, eğitim ücretsiz olmalı vb. gibi bir konumda durulabilir. Türkiye’de bugün özelleştirmeye kategorik olarak taraftar olan kesimin isteği, siyasî ya da anlamlı bir iktisadî tartışmanın sonucu olarak değil, yapılabilecek tek şey olduğu düşünüldüğünden gerçekleşiyor. Özelleştirmenin temel nedeni bütçeye kaynak sağlamak olunca birden bire akan sular durdu. Sanki bir anda ekonomi politiğe ilişkin bütün kaygılar önemini kaybetti ve herkes krizden çıktıktan sonra Türkiye’de bir devlet tanımı yapılacağı günü beklemeye başladı.

Türkiye iktisadî ve toplumsal yapısını krizlere verdiği tepkiler dahil ekonomi politikası seçimleriyle yeniden tanımlıyor. Bunun nasıl yapıldığı IMF ya da başka dışsal güçlerle açıklandıkça bu konularda tartışma yapılamaz hale geliyor; halbuki bugün öncelikle tartışılması gereken şey, nereye gidileceği. Krizden çıktıktan sonra yapılacak devlet tanımıyla, bugün yapılacak tanım aynı olmayacak.

SONUÇ

2001 Şubat’ında çıkan krizde programa destek veren IMF de dolaylı olarak sorumlu olmakla beraber, program Türkiye’nin programıydı ve bu stabilizasyon politikasına hükümet içerdiği riskleri bilerek girmişti. Programı sadece IMF’in programı gibi göstermek, ve böyle yapılmazsa hiç yapılmaz havası vermek programın bölüşümsel etkileri yüzünden ortaya çıkabilecek tepkileri en aza indirdi. Şimdi aynı şey krizden çıkma çabalarımız sırasında oluyor. Herkes fedakârlık yaparsa krizden çıkarız, sonrasını sonra düşünürüz tavrı Türkiye’de geri dönülmesi çok zor bazı kararların sessiz sedasız ve doğal olanı buymuş gibi alınmasına yol açıyor.

Türkiye bu noktaya, 24 Ocak’la başlayan bir dizi iktisadî seçimle geldi ve 24 Ocak dahil bütün önemli kararlar ya “mecbur olunduğu için” ya da “aciliyetle” alınıyor gibi gözüktü. Türkiye’nin bir krizden diğerine atlayıp dengeli bir büyümeye kavuşamamasının nedeni bir kalkınma planının olmamasıdır. Burada kalkınma planından kasıt, DPT’nin planları değil, bir üretim/bölüşüm ilişkileri tanımıdır. Bugün öncelikli olarak gereken nasıl bir Türkiye istendiğine karar vermek. Yoksa çıktığımız yol bu kararı bizim için veriyor.