Türkiye Şubat’tan beri, içinden nasıl çıkılacağı hâlâ belirsiz bir kriz durumu yaşıyor. Bunun nedeni krizin bildik anlamda ağırlığı veya çapı, nedenleri ve çözüm tarzı konusunda çoğunlukça kabul edilen bir görüşün oluşamaması değil.
Tam aksine daha başından itibaren bu krizin iktisadî olmanın ötesinde en geniş anlamıyla siyasî olduğu, yani yalnızca siyaset kurumunu değil, toplumun güç, para, statü ilişkilerinin tamamını kapsadığı hemen herkesçe dile getirilmiş; özetle, ortada yapısal bir krizin olduğu ve buna da ancak yapısal bir düzenleme veya dönüşümle çözüm bulunabileceği fikri, itiraz edilmeksizin kabullenilmişti.
Buna rağmen durumun hâlâ belirsizliği, ortalıkta pek çok “yapısal çözüm” projesi olmasından, bunların arasındaki tartışma ve çatışmanın sonuçlanamamasından ötürü de değil. Yine tam aksine ortada ne alternatif yapısal çözüm önerileri çarpışmakta ne de çıkarları mevcut yapının bir biçimde devamından yana olan kesimlerin sesleri duyulmaktadır. Her ne kadar krizin patlak vermesinden bir buçuk ay sonra, işçi ve emekçiler ve onlarla eşanlı, ama ayrı olarak geniş bir esnaf kesimi sokaklara döküldü ve bu arada IMF/Kemal Derviş aleyhtarı sloganlar atıldı ise de; bu tepki patlaması da kısa sürede geriye çekildi veya itildi ve ortama Derviş’in hazırlayıp yürüteceği bir programın desteklenmesi ya da sonuçlarının görülmesi gerektiği yönünde bir hava egemen oldu.
Belirsizlik işte tam da bu durumun kendisidir. Çünkü her şeyden önce uygulanacak iktisadî program bir türlü netleştirilmemektedir. Gerçi buna neden olarak verilecek dış -parasal- desteğin henüz belli ve kesinleşmiş olmaması gösterilmektedir ama bunun önşartının da Türkiye’nin bazı yasal düzenlemeler yapıp bunları yürürlüğe koyması olduğu da açıkça tebliğ edilmiştir. Mayıs başında yapılacak G-7 zirvesinde Türkiye’ye verilecek dış desteğin miktar ve koşulları ilân edildiğinde sadece iktisadî-malî düzenleme programının netleştirilme startı verilmiş olmayacak; bundan daha da önemli olarak Türkiye’deki bir “yapısal çözüm” programının ardındaki irade ve gücün çapı, derecesi de ölçülmüş olacaktır. Ve ancak bundan, bu “dış dinamiğin” belli olmasından sonradır ki, Türkiye’de de “yapısal çözüm”ün iç dinamikleri kendilerini “karşıt”larından ayırarak ortaya çıkabilecek ve böylece nasıl bir yapısal çözüm modeliyle sürece başlayacağımız belli olmuş olacaktır. Şu anda hiç kimsenin karşı çıkmadığı, enflasyonu düşürmek, fiyat istikrarı, savurganlığın önlenmesi, banka sisteminin ve kamu maliyesinin ıslahı ve hattâ sosyal adalet gibi genel hedefleriyle sunulup, uygulama bahsine pek girmeyecek biçimde hazırlanmış ön programı “elbette destekleriz” demiş her kesim, asıl tercihlerin, Mayıs ayıyla birlikte yapılacağını; saflaşma, manevra, atak ve direnişlerin bu tarihten itibaren belirginleşeceğini biliyor ve bekliyor. “Yapısal çözüm”ün “ekonomik-malî istikrar” kadar, hattâ bunun önşartı sayıldığı için daha da önemli ve hayatî boyutu olarak kabul edilen seçim ve siyasal partiler yasasındaki değişikliklerin nasıl bir bağlamda ne çap ve yoğunlukta bir gerilimle gündeme gelebileceği de o zaman kestirilebilir olacak.
IMF/Kemal Derviş programında, belki daha doğrusu uluslararası “sistem”in Türkiye’yi entegre projesinde bu seçim ve siyasî parti yasaları “ekonomi ile siyaset arasındaki bağı kesme” operasyonu bağlamında elzem sayılıyor. -İktidardaki- siyasal partiler üzerinden yapılan ve sonunda ünlü “hortumlamalar”a kadar gelip dayanan devlet bankalarındaki kredi yolsuzlukları, KİT’lere ve bürokrasiye yapılan partizanca atamalar ve böylece oluşmuş aşırı personel yükü, “seçim yatırımları”, teşvik, tahsis musluklarıyla dağıtılan rantlar gibi artık cılkı çıkmış uygulamaları ilk planda akla getirdiğinde bu “bağı kesme” amacı, bir bozulmanın, hattâ çürümenin önlenmesi olarak görülebiliyor ama siyasetle ekonominin bağı, destekleme alımları, sübvansiyonlar, belli sektörlere sağlanan veya krediler, malî kolaylıklar, vergi muafiyetleri gibi devlet ve düzen politikası düzeyindeki uygulamaları da kapsadığı için, bu alanlarda yapılacak düzenlemeler bir “düzen değişikliği” anlamına gelecektir. Ve toplumdaki her kesimin “yapısal değişim/çözüm”den yana veya karşısında yer alış kararı ve kararlılığı asıl bu gündeme gelmeye başladığında ortaya çıkacaktır. “Çok partili rejim”e geçildiğinden beri “merkez”i oluşturan/merkeze oynayan partilerin toplumsal destek ve teşkilât gücünü birinci derecede belirlemiş bu alan, aynı zamanda “devlete bağlılığın” da beslendiği zemindir. Dolayısıyla devletin destekleme alımlarından tedricen çekilmesi, “görev zararı”na yol açan kredilendirme politikalarının aşamalı tasfiyesi, özetle tarım, küçük-orta imalat ve ticarette devlet desteğinin asgariye indirilip serbest piyasa koşullarına geçilmesi; başta merkez ve sağ partiler olmak üzere tüm siyasal partiler için tam anlamıyla bir yeniden kuruluş süreci anlamına geldiği gibi, ilgili toplum kesimlerinin devletle bağ ve bağlılıklarını da yeniden kurmalarını gerektirecektir.
Yalnızca bu da değil. Türkiye devlet/siyaset-ekonomi harmanlanmasının en yoğun ve yaygın olduğu bir iktisadî zihniyet geleneği içinden bugünlere geliyor. O nedenle Türkiye’de “devletçilik” sadece belirli üretim, ticaret ve “hizmet” sektörlerinde devlet tekeliyle, bazı dallarda özel işletmelerin yanısıra devlet/kamu işletmelerinin de varoluşu ile vs. sınırlı bir olgu değildir. Kendini topluma sınırsız müdahale hakkıyla donanmış sayan bir devlet ile böyle bir devleti güçlü/baba devlet algısıyla onaylayan geniş çoğunluk arasındaki ilişkinin kurduğu siyasal kültürümüz, pre-kapitalist haraç ve rant ile kapitalist kârın birbiri içine geçebildiği bir “karma ekonomik düzen” oluşturmuştur. 1980 sonrasının neo-liberalizmi bu karma ekonomiyi daha da boyutlandırmaktan başka bir şey yapmamıştır. Eskiden rüşvet adıyla bireysel ve örtülü olarak yapılan devlet güç ve yetkilerinin çıkar karşılığı kullanımı yerini bu kez o güç ve yetkiyi bir ekonomik faktör olarak değerlendiren -ve ilgili devlet kuruluşunda çalışanlara çeşitli “ek gelir” imkânları sağlayan- vakıf, fon “bağışları” gibi uygulamalara, çok büyük kâr ve rantların söz konusu olduğu işlerde ise -mafyaların da işe karıştığı- partiler-bürokrasi ve güvenlik aygıtları içinde dönen çıkar ağları bırakmıştır. İthal-ikâme politikaları, sendika yasağı ve kısıtlamaları ile büyütülmüş sanayi sektörümüz de bu “devletçiliğin” ve karma ekonomik düzenin “alışkanlıkları”ndan sıyrılabilmiş değil.
Ekonomi ile devlet/siyasetin bağının koparılması asla mümkün ve söz konusu olamayacağı izah gerektirmeyecek kadar açık bir noktadır. Dolayısıyla o sözü edilen “bağ kesme” amaç ve operasyonu sadece yeni bir bağ anlamına gelir. Anlaşıldığı kadarıyla IMF/Derviş programının “yapısal düzenleme” projesi, tarım destekleme alımları, esnaf ve küçük üretici/ticaret erbabına ucuz kredi politikalarını tedricen tasfiye ederek, devleti bu kesimlerin yer alacağı serbest piyasa ve rekabet dünyasında “nötr”leştirmeyi, asayiş koruyucu role indirgemeyi tasarlarken, büyük rant ve çıkarların söz konusu olduğu, aktörlerin büyük işletmeler ve -banka gibi- kuruluşlar olduğu sektörleri, bunların temsilcilerinin çoğunlukta olduğu bir “düzenleme kurulları” aracılığı ile regülarize etmeyi planlamaktadır. Bu kaba hatları ile program, mevcut siyasal partilerin, “oy depoları” olagelmiş toplumsal kesimlerle temsil ilişkisini büyük ölçüde zayıflatabilecek; ama öte yandan da onların bu partiler aracılığı ile sağladıkları devlet destekli ekonomik güvence, rant ve istihdam olanaklarının yerine benzer bir işlev görecek oluşumlar devreye girebilecektir.* Bu kesimlerin ortak çıkarlar ve kurallar içinde faaliyetlerini sürdürmek için kuracakları oda, birlik, kooperatif gibi kurumların söz konusu güvence ve işlevleri yerine getirebilecek tarzda yeniden örgütlenmelerini değil sadece, bununla birlikte ve bunların içinde mafya tipi organizasyonların boy verme ihtimalini kasdediyorum. Az önce sözünü ettiğim, fiziki/siyasî güç, zor ile zenginlik elde etme ile emek veya salt iktisadî etkinlikle gelir, kâr elde etmeyi aynı, hattâ ilkini daha “itibarlı” ve kestirme olduğu için tercih edebilen “iktisadî zihniyet” ve kültür geleneğimiz “devlet boşluğu”nu böylelikle doldurmaya hiç de elverişsiz değildir. 1980’li yıllardan itibaren hızla serpilen ve hemen her tür “normal ekonomik faaliyet” alanlarında boy gösteren -”ülkücü”- mafyalarımız zaten yıllardır o kesimler dünyasında racon kesmekte değiller midir? Bu durumda siyasal partilerin söz konusu kesimlerle kurmaya çalışacağı “yeni” temsil ilişkisinin dolayım kanalının da nasıl bir şey olabileceği sorusu da bir ölçüde cevaplanabilir olmakta.
Böylesi bir “taban”a -da- oturmuş “merkez”(e aday) partilerin ekonomik “popülizm”e mecbur olma yükümlülükleri de büyük ölçüde ortadan kalkmış olacak ve partiler kadro ve program olarak ehliyetlerini egemenler katında gösterebilme konusunda çok daha fazla yoğunlaşabileceklerdir.
Üretimden para kazanmayı gölgede bırakacak biçimde paradan para kazanmanın, malî sermayenin -bu sayımızdaki yazılarda etraflıca anlatıldığı üzre- “yeni” bir tarz ve içerikle “yükselişi” ve bunun başlıca beslendiği alanın devlet harcamaları/kamu borçlanması oluşu; siyaseti işte bu harcama ve açık kalemleri üzerinde, bunların meşrûiyet ve kabul gerekçelerinin “üretimi” bazında devreye girecek bir işleve yönlendirmektedir. Toplumun geniş kesimlerinin içinde nelerin döndüğünü anlamaktan aciz kaldığı ama ani borsa düşüşleri ve döviz yükselişleri ile hayatını altüst edişini bir doğal güç ve afetmişçesine tevekkülle karşıladığı finans dünyasının levyeleriyle oynayabilen, toplumun sonuçlarına yine aynı türden bir tevekkülle uyarlandığı bilim/teknolojiye aşina yeni bir muktedir/siyasetçi tipinin devreye girişi anlamına da gelecektir bu.
Yapısal düzenleme ve siyasetin yeniden dizaynı ifadelerinin gerisinde birer heyüla gibi duran bu finans, bilim ve teknoloji mitleri, Türkiye’de toplum çoğunluğunun, gündelik hayatlar üzerine bir karabasan gibi çöküp tam bir “dibe vurma” havası yaratan şu kriz ortamında bile, kendini dolaysızca etkileyen işsizlik, yoksullaşma gibi sorunları dillendiren talepler üzerine kurulu çağrılara omuz vermek yerine, Derviş gibi bir “uluslararası bürokrat”ın uygulayacağı programa bel bağlar bir tavra girmesinin ana nedenidir. Şüphesiz burada aynı Derviş’in dünyanın güçlülerini de ardında gösteren “imajı”nın da önemli payı vardır.
Yakın tarihimimizin her önemli “geçiş”inde olduğu gibi “dış dinamik” önce ve önplandadır bugün de. Böyle durumların tümünde olduğu gibi “iç dinamiğimiz”, o dış faktör kararlılığını kanıtladıktan sonra “zuhur” edecektir. Derviş’in şu anda tek başına sunduğu resitale mırıldanarak eşlik edenler, herhalde Mayıstan itibaren artık sırf sözleriyle değil tüm enstrümanları ile de yeniden dizayn saflarında yerlerini alarak, ekonomi ile siyasetin kopmaz bağını, “eski siyaset”i tasfiye ederek yeni baştan kurma ataklarına başlamış olacaklardır.
İktisadî zihniyetin, ekonomimizin ve küreselleşmiş kapitalizmin nihai sözünü söyleyecek bu siyasetin karşısında yine ekonomiden söz eden, güya muhalif bir dil ve siyaset, bu bağlamda o asli dil ve siyasetin eklentisi ya da egzoz kanalı olabilir sadece. Alternatif şimdi ancak, o zihniyeti, o ideoloji, dil ve siyaseti aşan, insan ve hayal kavramlarımızı yeniden kuran bir zihniyet ve tarzın inşasıyla mümkün ve gerçek olabilecektir.
(*) Yeniden düzenleme programının kendilerini bu -nasıl ve ne hızla seyredeceği belirsiz- sürece ittiğini en iyi görebilecek durumda olan TOBB’nin hükümete ve bütün partilere karşı gösterdiği şiddetli tepki ve Genelkurmay Bşk. ile görüşüldükten sonra hükümetin istifası talebinde bulunması buna mukabil TÜSİAD’ın çok daha ılımlı bir tavır sergilemesi bu bağlamda gayet anlaşılır olmaktadır.