Dünya Bankası'nda Hesaplaşma

Nisan 2000’de küreselleşme karşıtı göstericiler Washington’da buluşmak üzere hazırlanırken, Dünya Bankası’nın eski baş ekonomisti Joseph Stiglitz de New Republic dergisinde bir makale yayımlamıştı. Makale şöyle başlıyordu:

“Önümüzdeki hafta Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) yapacağı toplantı, geçen sonbaharda Seattle’de Dünya Ticaret Örgütü’nü sarsan göstericilerin birçoğunu Washington’a toplayacak. Göstericiler, IMF’in mağrurluğundan, gizlilik eğiliminden ve demokratik sorumluluktan uzak olmasından yakınacaklar. IMF’in iktisadî ‘çözümlerinin’ işleri daha da kötüleştirdiğinden, iktisadî yavaşlamayı durgunluğa, durgunluğu da krizlere sürüklediğinden bahsedecekler. Ve bu göstericiler bir noktada haklılar. Ben 1996’dan geçen sene Kasım ayına kadar, yani son yarım yüzyılda dünya çapında en vahim iktisadî krizin yaşandığı dönemde Dünya Bankasında baş ekonomist olarak görev yaptım. Bu sürede IMF’in ve onunla birlikte ABD Hazine Bakanlığının bu kriz karşısında nasıl hareket ettiklerini gördüm ve dehşete düştüm.”[1]

Stiglitz makalesini, 1997-98 Doğu Asya krizinde IMF’in tutumunu ayrıntılı olarak eleştirerek sürdürüyordu. Stiglitz, bölge ülkelerinin 1990’larda finans ve sermaye piyasalarını serbestleştirmelerinin arkasında, bu ülkelerin sıcak para çekme ihtiyaçlarının değil (tasarruf oranı zaten %30 ve üzeriydi), uluslararası baskının özellikle ABD Hazinesinin baskısının olduğuna dikkat çekiyordu. Tayland’a kısa vadeli sermayenin -örneğin fabrikalarda yapılan üretim gibi uzun vadeli yatırım yerine bir sonraki gün, hafta veya ay en yüksek getirisi olan faaliyete kayan sermaye- sel gibi akması sonucu sürdürülemez bir gayrimenkul patlaması yaşanmış ve 1997 yılında sıcak para tekrar dışarı çıktığında bu yapay balon patlamıştı. Baht çökmüş, borsa dibe vurmuştu. Japon bankaları ve diğer yatırımcılar sadece Tayland’dan değil, diğer bölge ekonomilerinden de çekilmeye başlamışlardı. Bu şekilde, çok daha büyük çapta bir krizin zamanından daha önce yaşanmasına yol açmış oldular. IMF’in bu krize yönelik politikası ise, 1980’lerde Latin Amerika’da uygulanan politikaların aynısını tekrar uygulamak oldu: Yani sıkı malî ve para politikaları. Zaten IMF, ‘hastalanan ve kapısına gelen her ülkeye aynı ilacı vermekte’.

Bu arada, Dünya Bankası’nın baş ekonomisti Stiglitz değişim için lobi faaliyetine başlamıştı. Stiglitz’e göre Doğu Asya ülkeleri halihazırda bütçe fazlası bile vermekteydi, fakat aslında, ekonomi, iktisadî büyümenin olmazsa olmaz bileşenleri olan eğitim ve altyapı alanlarındaki yatırım eksikliğinden mustaripti. IMF’in katı politikaları ise durumu sadece daha da kötüleştirmekteydi. Yüksek faizler, borca batmış yerli şirketleri harap ederek, ardarda iflaslara yol açıyordu. Devlet harcamalarında yapılan kesintiler ise ekonomiyi daha da küçültüyordu. Stiglitz, 1997 yılının sonlarında Kuala Lumpur’da maliye bakanları ve merkez bankası genel müdürlerinin katıldığı bir toplantıda bu noktalara dikkat çektiğinde, IMF Yönetim Sorumlusu Michel Camdessus cevap olarak, Doğu Asya’nın fedakârlıkla bu sorunların üstesinden gelmekten başka çaresi olmadığını vurgulamıştı. İşsizlik on kat artıp, reel ücretler de aniden düşünce, IMF Endonezya hükümetinden yiyecek ve yakıt sübvansiyonunu kesmesini talep etti. Fırsatçı siyasî çevreler ise krizi izleyen şiddet ortamını beslediler. Sosyal yapı zaten çözülmeye başlamıştı, ama IMF politikaları çözülmeyi daha da hızlandırdı.

Stiglitz’in bu politikaların kaynağı konusunda hiçbir kuşkusu yoktu. Dünya ekonomisinin temeline serbest sermaye piyasalarını yerleştirmek, uzun zamandan beri o zamanki ABD Hazine Müsteşarı Lawrence Summers’ın sözleriyle ‘bizim en önemli uluslararası önceliğimiz olmuştu.’[2] Stiglitz, ‘IMF ve ABD Hazine Bakanlığı’nın, artan küresel ekonomik belirsizlik ve dalgalanmaya fiilen ne kadar katkıda bulunan politikalar izlediklerini’ soruyordu. Ayrıca, ‘Amerika’nın -ve IMF’in- bu tür politikaları desteklemesinin nedeni bizlerin, veya onların, bu politikaların Doğu Asya krizinde işe yarayacağına dair inancımız mıydı, yoksa Doğu Asya ülkelerinin ABD ve ileri sanayileşmiş ülkelerdeki finansal çıkarlara hizmet edeceklerine olan inancımız mıydı?’ sorusunu da yöneltmişti.

GENİŞLETME DOKTRİNİ

İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ABD iktisat politikasının temel amacı serbest piyasa ideolojisinin dünya çapında kabülünü sağlamaktır. Bu ideoloji, mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımının herkesin yararına işlediği; şirketlerin yönetiminde esas hedefin hissedarların paylarının değerinin maksimizasyonu olduğu; borsanın şirketler üzerinde denetim kurmak amacıyla alışveriş yapılan bir piyasa olması gerektiği; ve, piyasanın bariz biçimde yetersiz kaldığı durumlar dışında devletlerin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiği inancına dayanır. Eğer ABD, ulusal seçkinlerin etkin kesimlerini, bu hedeflerin kendi yararlarına olduğuna ikna edebilirse, ekonomik dış politika hedeflerine, devletlerarası pazarlık süreçleri ya da açık baskıyla karşılaştırıldığında, çok daha ucuz ve kolay bir biçimde ulaşmış olur. Devlet elitleri bir defa serbest ticaret ve serbest sermaye dolaşımının karşılıklı yararına inandıktan sonra, serbest piyasayı eleştirenleri, genel çıkarlar aleyhine kendi özel çıkarlarını korumakla suçlayarak bertaraf edebilirler. Soğuk Savaş sırasında, dünya piyasalarını serbestleştirme hedefi komünizmi var olan sınırlarına hapsetme politikası ile dengelenmek zorundaydı. 1991’den sonra ise izlenen siyaset, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Anthony Lake’in sözleriyle şöyledir:

“Komünizmi sınırlarına hapsetme doktrininden sonra artık izlenmesi gereken strateji, dünyadaki serbest piyasa demokrasilerini genişletme stratejisi olmalıdır. Soğuk Savaş döneminde, çocuklar bile ABD’nin güvenlik hedefini biliyorlardı: Okuldaki haritalara baktıklarında, bizim yapmaya çalıştığımızın, o büyük kızıl lekenin yavaş yavaş yayılmasını sınırlamak olduğunu görüyorlardı. Şimdi ise... güvenlik hedefimizi piyasa demokrasilerinin ‘mavi bölgeleri’nin genişlemesini teşvik etmek olarak tasarlayabiliriz.”[3]

Çoktaraflı iktisadî kuruluşlar, hepsinden önce IMF ve Dünya Bankası, bu stratejinin yürütülmesi için önemli araçlardır. Fakat bu noktada ABD bir ikilemle karşı karşıyadır. Bir taraftan ABD, bu kurumların serbest piyasa politikaları yönünde baskı oluşturmasını istemekte ve dolayısıyla atama prosedürlerinin bu siyasetleri yürütecek kişileri öne çıkarmasına ihtiyaç duymaktadır. Diğer taraftan, söz konusu Bretton Woods kurumlarının Amerikan Hazinesinin çıkarına değil, bütün üye ülkelerin yararına uygun hareket ediyor görünmesi de gerekmektedir. Aksi takdirde ABD, çoktaraflılığın meşrû gücünü kaybetme riskine girer ve hedeflerine ulaşması uzun vadede güçleşir.

Özellikle Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelere Amerikan etkisini yaymak konusunda kullanışlı bir araçtır. Zaten ABD’nin Dünya Bankası üzerinde ihtiyatlı ama çok da sıkı bir kurumsal kontrolü vardır. Bankanın başkanı fiilen ABD tarafından seçilir (Başkanlık seçiminde oyların, %17’si ABD, % 6’sı Japonya ve % 4.7’si de Almanya tarafından verilir.) Aynı zamanda ABD, birçok temel yapısal konu üzerinde, üye ülkeler arasında veto hakkına sahip tek ülkedir. Dünya Bankasının kredi yan kuruluşu olan dünyadaki en yoksul ülkelere borç para vermekle yükümlü Uluslararası Gelişme Örgütü’ne (International Development Agency) en büyük katkıyı da yine ABD yapar. Ayrıca, Gelişme Örgütü’ne verilen üç yıllık taahhüt ve taahütlü fonların yıllık olarak piyasaya sürülme işlemlerini diğer üye yasama meclisleri içinde, kongrenin tek başına onaylama hakkına sahip olması, Amerikan yasama organının ve destekçilerinin kendi çıkarlarına uygun düzenlemeler dayatmaları için bulunmaz fırsatlar yaratmaktadır.[4] Ayrıca, Dünya Bankasında devletlerin ve piyasaların görevleri konusunda yapılan tartışmalarda, kavramsal çerçeveyi belirleme gücüne sahip ülke sadece Amerika’dır; ne Japonya, ne Avrupa ne de gelişmekte olan ülkeler.[5] Dünya Bankasındaki iktisatçıların çoğu, tabiyetleri ne olursa olsun, Kuzey Amerika’daki üniversitelerden birinde yüksek lisans eğitimi almışlardır (Bu durum, aslında dünyanın söz sahibi bir çok kanaat önderi için de geçerlidir). Ayrıca, Amerikan gazetesi okuyan, Amerikan televizyonu seyreden ve Amerikan İngilizcesi konuşan Banka çalışanlarının çoğunun zihniyet dünyasının, Amerikan devletinin öncelikleri tarafından belirlenmesine katkıda bulunan kurnazca seçilmiş yollardan bir diğeri de Bankanın şehir mekânı içindeki yeridir. Dünya Bankası, Washington eyaletinin göbeğinde, Beyaz Sarayın, Hazinenin ve Washington think- tanklarının (düşünce üreten kuruluşlar) sadece birkaç cadde ötesindedir.

Bir gözlemcinin anlattığına göre ‘Amerikan yürütme kurumunun başı tarafından gösterilen en ufak bir memnuniyetsizlik, Banka müdürlüğü ve personeli üzerinde gözle görülür bir etkiye sahiptir. Verilen mesaj, aşikâr bir şikâyet veya bu yetkilinin herhangi bir problemle ilgili bilgi talebi bile olsa, hiç fark etmez.’[6] Yine de ABD, pratik müdahalelere nadiren başvurur, tersine negatif iktidar kullanmayı tercih eder. Bu şekilde, Hazine karşıtı konuşan ya da davranan orta düzey Banka çalışanları susturulur ya da işten atılırlar.

Dünya Bankası, sadece ülkelere verilen ya da onlardan geri çekilen fonların kaynağı olan bir kurum değil, bunun da ötesinde bir ekonominin hatta devletin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair Anglo-Amerikan fikirlerin baskın olduğu bir odaktır. Bu noktadan bakıldığında, Dünya Bankasının baş ekonomistinin rolü oldukça belirleyicidir. Bankanın meşruiyetinin temelinde, ülkelere sunduğu gelişme stratejilerinin mümkün olan en iyi teknik araştırmalar sonucu oluştuğu iddiası yatar. Bu iddia, aynı zamanda Dünya Bankası’nın politikalarını kabul eden ve uygulayan ülke hükümetleri tarafından, bu politikaların uygulanmasına karşı isteksiz halka karşı da aynı amaçla kullanılır. Baş ekonomistin, araştırmanın konusu ve araştırmayı yapan kişiler üzerinde büyük bir etkisi vardır. Hangi delillerin kabul edileceği, hangi sonuçların çıkarılacağı ve bunların nasıl duyurulacağı; yani “en iyi teknik araştırmayı” oluşturan süreç üzerinde ciddi biçimde söz sahibidir. Joseph Stiglitz’in IMF/Dünya Bankası’nın Doğu Asya’da uyguladığı serbest piyasa politikalarını, özellikle hiçbir tahdit konmayan kısa vadeli sermaye akışı politikasını eleştirmesi, -ve hatta, Etiyopya hükümetine finans sistemini dışa açmasını talep eden IMF’e karşı nasıl direneceği konusunda önerilerde bulunması- Hazine’nin şiddetli tepkisine yol açtı. Summers (şu anda Hazine Müsteşarıdır) Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn’dan Stiglitz’i dizginlemesini istedi.

Wolfensohn ise bu konuda önceleri kararsız kaldı, fakat karasızlığının tek sebebi Stiglitz’in dış dünyadaki prestijinden kaynaklanmıyordu (Stiglitz, bilgi iktisadı üzerine yaptığı çalışmalardan ötürü, nobel ödülü alması beklenen bir iktisatçı olarak görülüyordu). Beyaz Sarayla yakın ilişki içerisinde eski bir Wall Street demokratı olan Wolfensohn’un, neo-liberal ‘Washington Uzlaşması’na yönelik kendince bazı eleştirileri vardı ve Dünya Bankası’na önerdiği yeni Kapsamlı Gelişme Çerçevesi’ni yazarken Stiglitz’in ortaklık ve katılım konularına ilişkin fikirlerinden yararlanmıştı.[7] Wolfensohn’un Hazine ve özellikle Summers’la ilişkisi bir hayli inişli çıkışlıydı. Dünya Bankası eski baş ekonomisti olan Summers, Wolfensohn’u başkan olarak tercih etmediğini açıkça belirtmişti. En başından beri, Wolfensohn’a ne yapması gerektiğini söylemekten hiç çekinmiyordu. Wolfensohn’un en az onun kadar kararlı kadrosu da, Summers’ın bir telefonuyla patronlarını zor bir duruma sokabileceğini öğrenmiş bulunuyordu. Özellikle 1999 yılında, Wolfensohn’un ikinci dönem başkanlık seçiminin yaklaşması da, Summers’a müdahale etmemesini söylemesini engelleyen önemli bir unsurdu.

WOLFENSOHN’UN FİYATI

Wolfensohn, nobel ödülüne olan adaylığını güçlendirmeyi istediği kadar, ikinci bir dönem seçilmeyi de istiyordu. Clinton kabinesindeki en güçlü kişi olan Summers, kararda esas söz sahibi olan kişiydi. Aslında Summers, Wolfensohn’a Stiglitz’in görevinin yenilenmemesi koşuluyla destek vereceğini belirtmişti. Wolfensohn bu şarta uyacağını söyledi. Bunun üzerine Wolfensohn, Stiglitz’in Bankanın baş ekonomisti olarak görevinin sona erdiğini Seattle’dan önce Kasım 1999’da açıkladı. Fakat, Stiglitz’in kendi ‘özel danışman’ı olarak kalabileceğini de bu karara ilave etti. Stiglitz’in daha sonra açıklayacağı gibi:

“Artık şu nokta çok açıktı ki, içerde çalışmak, verilmesi gereken tepkileri zamanında verebilmeyi olanaksız kılıyordu. Ve de aynen bu politikalar gibi hatalı politikalarla uğraşırken, ya konuşmanız gerek ya da istifa etmeniz... Ben de susacağıma ya da susturulacağıma, ayrılmaya karar verdim.’’[8]

Stiglitz’in banka içinde birçok aleyhtarı vardı. Bu kişiler sadece, Stiglitz gelmeden önce işleri yolunda giden ve ideolojik olarak IMF ve Hazine’nin eğilimini paylaşan ve Stiglitz’in eleştirilerine mesafeli duran insanlar değillerdi. Stiglitz’in serbest piyasanın sınırlandırılmasına ilişkin görüşlerini paylaşan, hatta kendi müdür ve araştırma kadrosundan olan insanlar bile Stiglitz’in bankayı bir seyahat acentası gibi gördüğünü; çalışanları yönlendirmek, ekonomik stratejiyi tartışmak veya araştırma merkezini yönetmek gibi iç işlerini ihmal ettiğini söyleyebiliyorlardı. Stiglitz asıl işleri döndüren personeli genelde pek ödüllendirmiyordu. Çalışanlar Stiglitz’in bu tavırlarına 1999 Çalışanlar Davranış Araştırması’nda kendisine düşük puanlar vererek karşılık verdiler. Wolfensohn’un, Stiglitz’in vedasındaki konuşması da oldukça iğneleyiciydi. Wolfensohn son yıllarda tanıştığı birine büyük bir hayranlık duyduğunu söyler ‘ama o kişi daha seyahate çıkmadan önce’ diye de ekler.[9]

Bundan ancak iki ay sonra, Ocak 2000’de Stiglitz’in atadığı kişilerden biri olan Ravi Kanbur o yılın Dünya Gelişme Raporunun (DGR) yoksulluk ile ilgili bölümünü hazırladı. Her yıl yayımlanan DGR, Dünya Bankası’nın en önemli yayını sayılır; yayının içeriğinin ampirik bilgiye ve tabii ki en iyi teknik araştırmaya dayandığı iddiasından ötürü bağımsız bir yayın olduğu imajı hassasiyetle gözetilir. Raporlar tematik olarak hazırlanmıştır ve sayfa sayısı ikiyüz ile üçyüz arasında değişir. Yakın zamanda yayımlanan konu başlıkları şunlardır: Değişen Dünyada Devlet (1997), Gelişmek İçin Bilgi (1998-99) ve 21. Yüzyıla Girerken (1999-2000). Esas bütçe 3,5 ile 5,5 milyon dolar arasındadır. Bu para, fonlardan ve vakıflardan yapılan cömert katkılarla temin edilir. Her DGR, en az 50.000 tane İngilizce olarak basılır (bazı durumlarda bu sayı 100.000’e kadar çıkar) ve bu Raporlar yedi ayrı dile çevrilir.[10] Dolayısıyla, DGR yöneticilikleri, Bankanın bakış açısını yansıtması açısından önemli mevkilerdir. Her bir müdür, genel başkanın onayıyla birlikte baş ekonomist tarafından seçilir. Daha sonra müdürler baş ekonomist ile birlikte sayısı beş ile on arasında değişen tam zamanlı yazar kadrosunu, (bu kadronun çoğunluğu Banka çalışanlarıdır) danışmanları ve yöneticileri seçerler. Normal olarak, bu ekibin raporu hazırlamak için on sekiz ayı vardır. Taslaklar, tartışılmak üzere Banka içinde dolaştırılır, bunun yanısıra üye ülke hükümetleri de taslaklarla ilgili pekâlâ yorumda bulunabilirler.

Gelişme iktisadının önemli profesörlerinden biri olan Ravi Kanbur, Stiglitz tarafından DGR 2000, Yoksulluğa Karşı Saldırı yazım ekibini yönetmek üzere Bankaya atanmıştı. Banka için yoksulluk konusu her zaman hassas bir mesele olmuştur; yoksulluğu azaltmak da Bankanın amaçları içinde en önemlilerindendir. Aynı zamanda tüm gelişme iktisadı çalışmalarının en can alıcı tartışmaları yine bu konu üzerine yapılır. Kanbur’un seçilmesinin bazı önemli nedenleri vardı. Kanbur, daha önce Bankada Afrika bölgesinden sorumlu baş ekonomist olarak görev yapmıştı ve Raporun hazırlanması işinin başına getirilmeden önce de Cornell Üniversitesi’nde çalışmaktaydı. Kanbur’un Cornell’de bulunması, İngiltere’de eğitim görmüş ve gelişmekte olan bir ülkenin vatandaşı olması, DGR’nin ‘bağımsız’ şöhretini de koruyordu. Aynı zamanda Kanbur, Wolfensohn’un Kapsamlı Gelişme Çerçevesi’nde geliştirdiği, Stiglitz ve danışmanları tarafından içeriklendirilen ve de Anglo-Amerikan gelişme iktisadı geleneğinde marjinal bir duruş sayılan bir gelişme perspektifine yakındı. Mesela, Jagdish Bhagwati ve T. N. Srinivasan’a göre, eğer Wolfensohn ve Stiglitz’in bakış açısı bir banka politikasına dönüştürülürse, söz konusu bu politika, aynı elli, altmış ve yetmişlerde Hindistan’da olduğu gibi, ülkelerin büyümeyi yavaşlatan ve böylece yoksulluğu azaltan önlemler almasını özendirebilirdi.

GÜÇLENDİRME ‘İŞİ’

Ocak 2000 Raporu’nun ‘kırmızı kaplı’ taslağı, Hazine’nin zihniyetine ters düşen bir çok unsur içeriyordu. Dünya sermaye piyasalarıyla ilgili uzun bir bölüm, Doğu Asya krizinin sebebi olarak piyasaların kısa vadeli sermaye akışına çok hızlı bir biçimde geçmesini sorumlu tutmuştu. Ayrıca, Malezya ve Şili’de uygulanan sermaye kontrolü politikalarından olumlu olarak bahsetmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki bu tür müdahaleleri, ekonomi yönetiminde normal araçlar olarak gördüğünü belirtmişti. Rapor, iktisadî büyümenin öneminden bahsederek başlamasına rağmen, ‘güçlendirme, güvenlik ve fırsat’ konularını önerilen stratejinin ana unsurları olarak vurgulamakta ve bu unsurları öncelik sırasıyla ele elmaktaydı. Bunun anlamı, büyüme merkezli bir anlayışla yazılmış olan ‘fırsat’ kısmına nazaran ilk iki unsura daha fazla dikkat çekilmesiydi.

IMF/Dünya Bankası çevrelerinde, en ihtilaflı konu, yoksulları kurumsal açıdan güçlendirme meselesidir. Yani, yoksulların kendi çıkarlarını siyasî ve ekonomik alanda ifade edebilmeleri için gereken kurumların (iletişim ağı, kooperatif, sendika vs.) nasıl yaratılıp geliştirileceği ve devlet kurumlarının kendi vatandaşlarına karşı nasıl daha duyarlı hale getirilebileceği konusudur.[11] Bununla ilişkili olarak Rapor, büyük ölçüde ‘Yoksullarla Müzakereler’ uygulamasından faydalanıyordu. Banka’nın 1998 yılından beri sürdürdüğü araştırmalara yenilerinin de eklenmesiyle, bu araştırmaların kapsamı altmış ülkeden toplam 60.000 insanın katılımı noktasına ulaşmıştı. Rapor taslakları, seksen ayrı ülkedeki 1523 katılımcı abone ağına sahip bağımsız olarak idare edilen elektronik bir müzakere sistemi tarafından da gözden geçiriliyordu. O güne kadar DGR için girişilen projelerle karşılaştırıldığında, bu proje çok daha büyük bir eksende yürütülmekteydi. Aslında Banka, bu projeden ötürü bir hayli övgü almaktaydı. Hatta bazı hükümet-dışı örgütlenmeler Kanbur’un yaklaşımını, iktisadî gelişme konusunda alternatif görüşlere dair artan bir açıklığın umut verici bir delili olarak görüyorlardı. Rapor’un ‘güvenlik’ konusuyla ilgili tutumu da tartışmaya açıktı. Rapor, etkin koruma önlemleri ağlarının, serbest piyasa reformlarına girişilmeden önce yaratılması gerektiğini savunuyordu. Bu önlemler olmaksızın yapılan reformlar, hiçbir güvencesi olmayan mağdur insanlar yaratacaktı.

Raporun ‘kurumsal güçlendirme’ ile ilgili kısmı tepki çekmekte gecikmedi. Gösterilen tepkiler ‘bu konu neden büyümenin üzerinde önceliğe sahip?’ten ‘raporun bu kısımları gürültücü ve her şeye burnunu sokan hükümet-dışı örgütlenmelere yaltaklanmaktadır’a kadar varmaktaydı. Tepkilerin çoğunluğu ise, Bankanın kurumsal güçlendirme meseleleriyle uğraşmaması gerektiği yönündeydi. Güvenlik konusunda ise, bir çok eleştirmen, sosyal koruma önlemleri ağlarının bir zorunluluk olduğunu kabul etmekle beraber, piyasa reformlarıyla eş zamanlı olarak oluşturulmalarını; yani, serbest piyasa reformlarının bir önkoşulu olmamaları gerektiğini öne sürüyordu.Yale Üniversitesi’nden, T.N. Srinivasan raporun kavramsal temellerine karşı adeta bir savaş açtı. Srinivasan ‘Güvenlik, fırsat ve kurumsal güçlendirme olsa olsa bazı teşhisler olabilir, en kötü ihtimalle yoksulluk hastalığının üç belirtisi sayılabilir. Fakat tabii ki bize analitik bir düzenek sunmazlar’ diyordu. Ayrıca, Srinivasan raporun nedensel bir analizden yoksun olduğunu, izlenecek stratejilere ilişkin saptamalar yaparken, ülkeler arası regresyonların derinlemesine inmeden kullanıldığını öne sürmekteydi. Princeton Üniversitesi’nden Angus Deaton’un da görüşleri bir hayli sertti. Bankanın bazı önde gelen makroekonomistleri de bu yaylım ateşine benzeyen tartışma ortamına katılarak, giriş kısmında yapılan vurguya rağmen, rapor taslağının iktisadî büyüme konusuna gereken önemi vermediğini iddia ediyorlardı.[12]

Kanbur’un Rapor’undan destek alan eleştirilerin yükseldiği ve IMF ve Dünya Bankası’nın Bahar Toplantılarında yoğun protestolara maruz kaldığı sırada, Stiglitz’in New Republic dergisinde Asya Krizi’nin yönetimi üzerine makalesi yayımlandı. Tüm bu olanlardan sonra Summers’a neredeyse inme indiği haberleri geliyordu. Bunun üzerine Summers, Wolfensohn’u aradı ve çok az kişinin Wolfensohn’la konuşabileceği biçimde, Bankayla Stiglitz arasındaki tüm irtibatın kesilmesi gerektiğini belirtti. Wolfensohn ise Stiglitz’i çağırarak, gergin ve sinirli geçen bir toplantıda, kendisine özel danışmanlık görevinin sona erdiğini ve bankada artık istenmediğini bildirdi. Stiglitz ise New Republic’te çıkan makalesinden hemen sonra işten atılmasının, dışardan ‘göze’ pek hoş görünmeyeceğini belirtti. Wolfensohn, bu hikâyenin dışarı sızması durumunda bir basın toplantısı düzenleyip Stiglitz’i kınamakla tehdit etti. Stiglitz, bu tehdidi bir şantaj olarak aldı. Bu sırada, IMF’nin başkan vekili ve Summers’ın müttefiki olan Stanley Fischer, kurumun Stiglitz’in makalesine karşı nasıl bir tavır alması gerektiğini tartışan, olağanüstü bir toplantı düzenledi ve toplantıya katılanlara, hepsini sevindiren haberi yani Wolfensohn’un Stiglitz’i işten kovmayı kabul ettiği bilgisini verdi.

Amerikan Hazine Bakanlığının Kanbur’un Rapor taslağıyla ilgili yorumları tam bu sırada geldi. Yorumların, diğer üye ülke hükümetlerinden farklı olarak epeyce sert olmasının sebebi kuşkusuz ki küreselleşme karşıtı gösterilerdi.[13] Hazine, iktisadî büyümenin hızlanması ve bunun için de piyasaların daha da serbestleşmesi gerekliliğine özellikle vurgu yapıyordu. Hazine, Seattle’ı Batı korumacılığının iyi örgütlenmiş geleneksel güçleri ile naif ve gelişme yanlısı hükümet-dışı örgütlenmeler arasındaki endişe verici derecede eşitsiz bir ittifak olarak görüyordu. İttifakın konferans görüşmelerini tıkayan bariz başarısı -ayrıca, seçimlerin yaklaşması ve Başkan Clinton’un konuşmasında Amerikan korumacılığına destek vermemesi- hem Hazine içinde hem de Dünya Bankasının bazı bölümlerinde serbest piyasa vurgusunun daha kuvvetli bir biçimde yapılmasının önemini arttırdı. Raporun Ocak ayı taslağı üzerine yapılan sözlü yorumlarda, ABD bürokratları şöyle tabirler kullanmışlardı: ‘Onlara (hükümet-dışı örgütlenmeler, sendikalar vb.) elini veren kolunu kaptırır’ (Fakat, aynı zamanda, Beyaz Sarayın (seçim öncesi) ihtiyaçlarının da farkında olan Hazine, temel emek standartlarının üzerinde daha hassasiyetle durulmasını istiyordu. Buna karşılık, DGR çalışanlarından biri Hazinenin mesajını şöyle özetlemişti: ‘Büyüme, büyüme, büyüme, artı emek standartları.’)

Kanbur, Mayıs 2000’de Wolfensohn ve Bankanın yöneticilerinin katıldığı bir genel kurul toplantısında, genel müdürün ‘önce büyüme’ bakışına sempatiyle yaklaştığını duyunca bir hayli şaşırmıştı. Zaten Kanbur, rapor taslağının ‘fırsat’la ilgili olan kısmını en başa alarak ve izleyen yeşil kaplı taslağı ‘tekrar gözden geçirirken’ hazinenin bakış açısı yönünde önemli geri adımlar atarak (daha sonra bu değişiklikleri geri çekmek istemiştir) kendisini eleştirenlerle uzlaşmaya çalışıyordu. Birkaç gün sonra, Bankanın iki yöneticisiyle buluştu. Bunlardan Wolfensohn’un en yakın olduğu kişi, Kanbur’a Hazinenin eleştirilerinin baskısını özetleyerek, Kanbur’u taslakta daha fazla değişiklik yapması yönünde sıkıştırdı.

Kanbur DGR’nin kaygan bir zemin üzerinde durduğunu anlamıştı. Hazine ve Bankanın nüfuz sahibi ekonomistleri tarafından sürekli olarak baskı altına alınıyorlardı. Stiglitz’in yerine gelen Nicholas Stern ise henüz atanmıştı, yeni ve denenmemişti, onları koruyacak güçte bir pozisyonda değildi. Wolfensohn’dan ise tahmin ettiklerinden çok daha az destek görmüşlerdi. Şu durumda ya Washington Uzlaşmasının çerçevesinde DGR’yi yeniden gözden geçirip değiştirmeleri ya da temel iddialarını savunmak için mücadele etmeleri gerekiyordu ki bu durumda Bankanın kendini Rapordan bağımsızlaştırması ve raporu hasıraltı etmesi olasılığı doğabilirdi. Diğer yandan, Kanbur’un istifası durumunda, kamuoyu baskısı Banka’yı Yoksulluğa Karşı Saldırı’yı bağımsız bir grup sosyal bilimcinin eseri olarak tanımaya zorlayabilirdi: ‘Niye istifa ettiğini bilmiyoruz, kendisine tam bir özgürlük verdik, şimdi bu sürece olan bağlılığımızı ve Hazineden bağımsız hareket ettiğimizi göstermek için ana temaları değiştirmeyeceğiz fakat tabii ki niteliklerini geliştireceğiz.’

Kanbur, iki yöneticiyle yapılan toplantıdan hemen sonra bankadan ayrıldı, bir sonraki gün birkaç özel eşyasını almaya geldi ve ortadan kayboldu. Birlikte çalıştığı kişilere niyetini anlatan kısa bir mektup gönderdikten sonra, 25 Mayıs’ta Bankadan istifa etti. Wolfensohn da dahil olmak üzere Bankadakiler, istifasını geri çekmesi için ikna etmeye çalıştılarsa da netice alamadılar. Vekili Kanbur’un yerine atandı. Asıl fırtına iki hafta sonra koptu. Kanbur tüm basın görüşme tekliflerini reddetti. Kendisini ne bankadan ne de DGR’den ayrıştırmaya yanaşmadı çünkü böyle bir hareketin taslak üzerinde yapılabilecek daha geniş çaplı düzeltmeleri meşrulaştıracağından korkuyordu.

En sonunda, Rapor üç ana değişiklik yapılarak yayımlandı. İlk değişiklik, büyüme ve yoksulluk ile ilgili yeni bir bölüm eklenmesiydi. Fakat, bazılarına göre bu bölümdeki Washington Uzlaşması’nı yansıtan mesaj, metnin geri kalan kısmındaki iddialarla tutarsızlık gösteriyordu. İkinci değişiklik, serbest piyasa ve işsizlik yani ‘piyasaları yoksulların lehine çalıştırma’ ile ilgili bölümde yapılmıştı. Buna göre, sosyal koruma önlemleri ağlarının, reformlardan önce oluşturulması yerine işçi çıkartmaya yol açan reformlarla eş zamanlı olarak oluşturulması öngörülüyordu. Bu yöntem, sosyal koruma önlemlerini tümüyle erteleme seçeneği yerine daha kolay bahanelerle uygulanabilirdi. Ayrıca, serbest piyasa reformlarının yol açtığı olası tehlikelerle ilgili vurgu yumuşatılmış, bu tür reformların kazanımlarına yapılan vurgu arttırılmıştı. Son olarak da, sermayenin kontrolü ile ilgili bölüm ciddi biçimde kısaltılmış Malezya deneyiminden bahseden kısım tamamıyla kaldırılmıştı. Finans piyasalarının serbestleşmesi sırasında elzem olan ‘ihtiyatlı bakış açısı’ kısmı büyük ölçüde sulandırılmış, sermaye kontrolleri ise serbest sermaye piyasalarına geçiş sürecinde kullanılan geçiş araçlarına indirgenmişti. Özellikle bu son değişiklik Hazinenin yüreğine su serpecek cinstendi.

ALTERNATİF BİR GELİŞME BANKASI MI?

Hazinenin eleştirilerinin altında yatan önemli bir faktör vardır. Kırmızı kaplı Rapor taslağında ve Kapsamlı Gelişme Çerçevesinde görüldüğü üzere, gelişme iktisadının gidişatında tehlikeli bir eğilim var. Bu eğilim, ilginin artık büyüme meselesinden çıkıp yoksulluğun gelirden bağımsız yönlerine doğru kayması; endüstriyel teknoloji politikaları ve sulama yatırımı gibi (hazinenin) de çıkarına olan teknik konulardan, eğitim, sağlık, katılım, hukuki reform ve kültürel projeler gibi çıkar sağlamayan meselelere doğru yön değiştirmesidir. Gelişmekte olan ülkelerin büyüme hızları ciddi olarak düşüyor. 1960’lardan beri, gelişmekte olan ülkelerdeki ortalama gelir, OECD gelirlerinden daha yavaş büyümekte, böylece her geçen gün dünya gelir eşitsizliği artmaktadır. Son yirmi yıldır durum daha da kötüleşmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin 1980 ve 1998 yılları arasında ortalama gelirindeki büyümenin medyan oranı yüzde sıfırdı.[14] Büyüme sorunu, yoksulluğun artışında önemli bir paya sahiptir ve bu konu gelişme iktisadı tartışmalarında temel sorunsal olarak ele alınmalıdır. Buna benzer bir şekilde, OECD ülkelerinin mevcut durumu yumuşatmak için ABD sendikacılığının desteklediği korumacılığın kaldırılmasını da içeren bir dizi girişimde bulunmaları gerekmektedir. Amerika ve çoğunlukla Batı menşeili hükümet-dışı örgütlenmeler, ‘yönetişim, katılım ve çevre’ konularında önemli ilerlemeler kaydetmişler, ancak yukarda söz edilen türden girişimleri gündemlerine almamış, ekonomi ve iktisadî büyümeye çok az ilgi göstermişlerdir.

Tüm bunlara rağmen, ABD’nin -hem Federal hükümetin hem de Amerikan menşeili hükümet-dışı örgütlenmelerin- Dünya Bankası üzerindeki hakimiyeti azaldığı ve de başka ülkelerden kapitalizmin başka biçimlerini bilen insanların Bankanın söylemi ve yaptıkları üzerinde daha fazla etkisi olmaya başladığı takdirde (örneğin, daha geniş çaplı kurumsal alternatifleri uygulamak gibi), Banka daha pozitif bir gelişme kurumuna dönüşebilir. Japonya ve kıta Avrupası’nın diğer ülkelerinden bildiğimiz gibi, verimlilik, diğer ülkeleri yakalama, yenilik, ve refah sadece rekabet yolu ile değil, aynı zamanda kurumsal bağlılıklarla da geliştirilebilir. Serbest emek piyasasına, bu tür bağlılıkları korumak adına bazı sınırlandırmalar getirilebilir. Şirketler, çalışanlarının ve diğer ortaklarının hatta hisse sahiplerinin çıkarları doğrultusunda yönetilebilirler; bunların borsada alınıp satılması zorunlu bir yöntem olmayabilir. Ayrıca kamu sektörü de sağlık, eğitim ve kollektif sosyal güvenlik alanlarının denetimi yoluyla karşılıklı sorumluluk ilkesini üstlenebilir.[15] Kuşkusuz, bu tür alternatifler girdiğimiz yeni yüzyılda henüz savunma pozisyonundadır. Söz- edilen olasılıklara hem ulusal seçkinlerin bir kısmının şüpheyle yaklaşması. (Bu durum, Amerikan okullarında okuyan yabancı öğrencilere ABD’nin verdiği cömert bursların Amerika’ya getirisi olarak görülebilir.) hem de Avrupa’dan sermaye kaçışı ihtimalinin yaratabileceği baskı söz konusudur. ABD Hazinesinin açıklamasına göre ‘Avrupa büyümenin önünde engel teşkil eden kısıtlayıcı emek piyasasını ve sosyal devlet sistemini yeniden düzenlemek yönünde irade göstermezse’, sermaye daralmaya euro da düşmeye devam edecektir. Yani fiilen ABD’nin euro lehine müdahale konusundaki desteği, serbest piyasa koşullarının oluşturulmasına bağlanmaktadır.16 Fakat sosyal demokrat karakterlere sahip iktisat, zamana yayılmış gelişmenin etkin bir aracı olabilir. Böylece, dünya ekonomisi de daha kapsamlı ve istikrarlı kapitalizm biçimleri içinde, daha az kırılgan olabilir.[17]

Dünya Bankası’nın ABD Hazinesinin bakış açısından bağımsız davrandığını kanıtlayacak çarpıcı bir gösterge, sözettiğimiz görüşleri savunan bir baş ekonomist ve kadronun bankaya atanması olabilirdi. Nihai olarak, Bankanın üzerindeki Amerikan hegemonyasını hafifletmenin bir yolu belki de Bankanın merkez bürosunu Amerika dışında bir yere taşımak olabilir. Kurum yasasına göre, Avrupa ülkelerinin bunu yapabilecek oy güçleri mevcut. Sözgelimi önemli kadroları ve merkez bürosu Berlin’de veya Paris’te olan bir Dünya Bankası, alternatif iktisat politikalarına daha açık olabilir. Bundan da kolayı, Avrupalılar ve Japonlar, Bankanın dümenini ellerine almak için daha fazla örgütlenebilirler. İskandinavlar bunu yıllardan beri yapmakta, gelişmenin ‘sosyal’ boyutları yönünde yapılacak çalışmalar için milyonlarca doları Bankanın fonlarına yatırmaktadırlar. İskandinavların bu alanda başı çekmeleri ve de gereken bedeli ödemeleri, Hazineyi fazlasıyla memnun etmektedir. Çünkü bu hedefler, ABD’nin çıkarlarında ikincil öneme sahip olmakla beraber Hazine’nin hoş tutmaya çalıştığı pek çok Amerikan hükümet-dışı örgütlenmesinin amaçları açısından da merkezî önemdedir. Esas sorun Hazinenin, gelişen piyasalar açmak gibi, Dünya Bankası’nı salt kendi aracı olarak gördüğü konularda, Avrupalıların ve Japonların liderlik üstlenip üstlenemeyecekleri veya gelişmekte olan ülkelerin Dünya Bankası yönetim kurulundaki temsilcilerinin değişim lehinde ortak hareket edip etmeyecekleri konusudur.

New Left Review 7, Ocak-Şubat 2001

Çeviren SEDA ALTUĞ

[1] Joseph Stiglitz, “What I learned at the World Economic Crisis”, New Republic, 17 Nisan 2000.

[2] Lawrence Summers, ‘America’s Role in Global Economic Integration’, Integrating National Economies: The Next Steps, Brookings Institution, Washington D.C, 9 Ocak 1997. Asya krizi başladıktan epey bir süre sonra Hazine Müsteşarı Rubin şu sözleri yinelemeye devam ediyordu ‘Global sermaye akışları dünyadaki birçok ülkenin büyümesinde önemli bir rol oynamış, milyonlarca insanı yoksulluktan kurtarmıştır. Bu durum özellikle Doğu Asya’nın dinamik ve hızla sanayileşen ülkeleri için geçerlidir’. Hatta, ‘Bu süreç, Çin’in piyasalarını yabancı şirketlerin uzmanlık ve sermayesine açması suretiyle yabancı yatırımdan yararlanmasına imkan tanıyacaktır’ demiştir. Robert Rubin, “Remarks to the National Center for APEC”, Seattle, WA, 18 Eylül 1997.

[3] Ulusal Güvenlik Sorunları Başkanlık Danışmanı Anthony Lake, 21 Eylül 1993 tarihli kouşmasından; vurgu eklenmiştir.

[4] Catherine Gwin, ‘US relations with the World Bank’, The World Bank: Its First Half Century içinde, c.2, Perspectives, Brookings Institution, Washington DC 1997, s. 195-274.

[5] Bu düşünce içindeki ayrılıklar için bkz. Bruna Frey vd., ‘Consensus and Dissensus among Economists: An Empirical Enquiry, American Economic Review, c.74, no.5, 1984, s. 986-94.

[6] William Ascher, ‘The World Bank and US Control’, derl. Margaret Karns ve Karen Mingst, The United States and Multilateral Institutions: Patterns of Changing Instrumentality and Influence içinde, Londra 1992, s.124.

[7] James Wolfensohn’daki benzer temalar için bkz. James Wolfensohn, ‘The Challenge of Inclusion’, World Bank, 23 Eylül 1997; ‘The Other Crisis’, World Bank, 6 Ekim 1998; ‘Coalitions for Change’, World Bank, 28 Ekim 1999 ve Joseph Stiglitz, ‘Towards a New Paradigm for Development: Strategies, Policies and Processes’, World Bank, 19 Ekim 1998; ‘Participation and Development: Perspectives from the Comprehensive Development Paradigm’, World Bank, 27 Şubat 1999.

[8] Louis Uchitelle, ‘World Bank economist felt he had to silence his criticism or quit’, New York Times, 2 Aralık 1999.

[9] Financial Times, 27 Haziran 2000.

[10] Banka, DGR’nin özetini her biri 50.000 kopya olmak üzere yedi ayrı dilde (Çince, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Japonca, Rusça, Vietnamca) bastırır. Buna karşılık, UNCTAD’ın Ticaret ve Gelişme Raporu – ateşli serbest piyasa görüşlerine karşı en ciddi ekonomik meydan okumayı içeren, dünyadaki tek çokyönlü gelişme raporu-, 12.000 tane İngilizce, 7.000-8.000 tane de Birleşmiş Milletler’in diğer beş resmî dili olan Çince, Rusça, Fransızca, İspanyolca ve Arapça olarak 700.000 dolar gibi az bir bütçeyle basılır. UNDP’nin İnsan Gelişme Raporu ise 12 dilde, toplam 100.000 kopya ve kabaca 1,5 milyon dolarlık bir bütçe ile basılmaktadır.

[11] Raporun bu bölümü, tam bir meydan okumaydı. Ekipteki herkes, demokrasi ve kurumsal güçlendirmenin, gelişme ve yoksulluğun azaltılması kadar ve hatta bunların başarılması için desteklenmesi gerektiğini biliyordu. Bu, Banka’nın kararlaştırdığı bir mesajdı. Peki, bu görüşü nasıl ispatlayacaklardı? Amartya Sen’in Democracy as Freedom (Özgürlük Olarak Demokrasi) adlı kitabından faydalanarak, demokrasinin hem araçsal bir niteliği hem de kendi içinde bir değeri olduğunu savunabilirlerdi. Bu özellikler zaten gelişme kavramında da ifade bulmaktaydı. Ayrıca Judith Tendler’in Brezilya deneyimini incelediği Good Government in the Tropics (Tropik Bölgedeki İyi Hükümet) adlı kitabından esinlenmek suretiyle; veya Kerala ve Sri Lanka gibi klasik örneklerden ya da ülkeler arası yapılmış pek çok regresyondan yararlanarak demokrasinin hemen hemen her şey için iyi olduğunu da gösterebilirlerdi. Oysa, başka araştırmalar ele alındığında, demokrasi açısından daha farklı sonuçlar çıkabilmektedir. Bu durumda, ülkeler arası regresyon sonuçları tartışmaya açıktır ve Çin, Singapur, 1987 öncesi Tayvan ve Güney Kore pratiklerinin yüce gerçeğe uygunluğunu ispatlamak da bir hayli zordur (Aynen, demokratik fakat gelişme açısından başarısız olan Hindistan’da olduğu gibi). Dolayısıyla, yazarlar için asıl mesele, yukarda bahsedilen belirsizliğe rağmen, demokrasi ve onun apolitik kuzeni olan kurumsal olarak güçlendirme hedeflerine nasıl açık destek verileceği konusudur.

[12] Bkz. David Dollar ve Aart Kraay, ‘Growth is good for the poor’, Development Research Group, The World Bank, Mart 2000. (Bu makale, DGR’nin kırmızı kaplı taslağı hazırlanmadan önce yazılmış ve tartışılmıştır). Dollar ve Kraay kendi duruşlarını, makalelerini ‘büyüme her şeydir’ bakışının bir manifestosu olarak gören popüler algılayıştan ayrıştırmaya çalışmışlardır: Economist, 24 Haziran 2000.

[13] Hazinenin bu yorumlarının arkasında yatan diğer faktörlerden biri ise Summers Bankanın baş ekonomisti iken, ona Afrika’dan raporlar gönderen Kanbur’la aralarındaki inişli çıkışlı ilişkiydi. Bunlara, Hazine’nin Stiglitz’e olan kızgınlığı ve bu kızgınlığın aynen Stiglitz’in atadığı kişiye de yansıması; Summers’ın Bankaya özellikle Stiglitz ve Boris Pleskovic’e, o ayki (Nisan 2000) Gelişme İktisadı konulu Yıllık Banka Konferansına ana konuşmacılardan biri olarak Jeffrey Sachs’ı davet etmesinden dolayı olan kızgınlığı da eklenebilir. Summers, Bahar Toplantıları sırasındaki Dünya Bankası karşıtı gösterilerin hemen ardından Banka politikalarına bu derece eleştirel yaklaşan birinin ana konuşmacı olarak nasıl davet edilebildiğine şaşıyordu. Summers, Sachs’ın adının çarpıcı biçimde vurgulandığı, bir sonraki konferansın reklam afişlerini de görmüştü. Bu konuyla ilgili şikâyetini sesli olarak dile getirdi ve bunun üzerine orta düzeyde bir yöneticiden afişlerin indirilmesini belirten bir talimat geldi.

[14] Gelişmiş ülkeler için, 1969-79 yılları arasında medyanı dikkate alınmamış kişi başı GSH büyümesi, yüzde 3.4; gelişmekte olan ülkeleri için ise yüzde 2,5; 1980-98 yılları için ise ilgili rakamlar sırasıyla yüzde 1,8 ve yüzde 0’dır. Nüfus ağırlıklı ortalama büyüme oranı, gelişmekte olan ülkeler için 1980-1998 yılları arasında yüzde 0,8 idi. Ağırlıklı ortalamadaki fark Çin ve Hindistan’ın büyüme oranlarındaki artışı göstermektedir. William Easterly, ‘The Lost Decades: Explaining Developing Countries’ Stagnation 1990- 98’ daktilo metni, World Bank, Ocak 2000. Branko Milanovic, ‘The True World Income Disribution, 1998 and 1993’, Policy Research Paper 2244, Development Research Group, World Bank, November 1999. Özellikle servet dağılımının nispeten eşit olduğu yerlerde, hızlı ekonomik büyümenin yoksulluğu azaltma konusunda mucizeler yaratabileceğini biliyorum. Benim burada sorguladığım liberal serbest piyasa reçetesinin büyümeyi ne kadar sağlayabildiğidir.

[15] Ronald Dore’un anlamlı eseri Stockmarket Capitalism, Welfare Capitalism, Oxford 2000 eserinden yararlandım. Bu eser Robert Lane ‘The Road not Taken: Friendship, Consumerism and Happiness’, Critical Review, cilt. 8, no.4, s. 521-54 ile beraber okunmalıdır.

[16] International Herald Tribune, 20 Ekim 2000.

[17] Geoffrey Garrett’in ‘Shrinking States? Globalization and National Autonomy’ Ngaire Woods, der. The Political Economy of Globalization, Londra, 2000’de özeti verilen çalışmasına bakınız.