İnsanlık tarihini gözönünde bulundurursak, kapitalizm insanlığın yeni tanıştığı bir sistem sayılabilir. Kapitalizm üzerine başından itibaren çok önemli analizler yapıldı, eskilerinin yerini ne türden bir baskı çarkı, nasıl bir iktidar yapısı ile yenilediği tartışıldı. Ancak kapitalizmin tarihsel seyri genellikle fazla hızlandırılmış şekilde değerlendirilegeldi. Modern kapitalist toplum, kuşkusuz, kendinden önceki toplumlara kıyasla daha ivmeli değişimlere sahne oluyor, ama bu kapitalizmin ne sonlarına yaklaştığımızı gösterir, ne de tarihe dayanıklılık sınavından geçerek rüştünü ispat ettiğini. Belki, kapitalizmin sonunu ilân etmek için acele edilmeseydi, vade bu kadar kısa görülmeseydi, tarih sınavı bu kadar kolay geçilmiş sayılmazdı. Hâlâ da sayılamaz, sayılmamalı.
Tarihin neresinde olduğumuzu bilmiyoruz, geleceği bilemiyeceğimiz sürece bilmemize de imkân yok. Şimdilik bildiğimiz şey; tarımsal ekonomiden, sanayi ve para ekonomisine geçişin artık tüm dünyayı kapsadığı ve teknolojik gelişmelerin ivmesinin giderek arttığı bir zaman diliminde yaşıyor olduğumuz. İçinde yaşadığımız zaman diliminde toplumsal ilişkileri, kurumları, iktidar örüntülerini belirleyen genel çatının, kapitalizmin Batı toplumlarındaki ilk yükseliş dönemlerinde, onu tanımlayan genel çerçeveden nitelik olarak farklı olduğunu söylemek kolay, ama hiç bir şekilde inandırıcı değil. Kısacası, kapitalizmin ne kendini tüketecek noktaya geldiğini umabiliriz, ne de kendi küllerinden yeniden bir Zümrüdü Anka kuşu olarak doğduğunu iddia ederek, kapitalizm eleştirilerini savuşturabiliriz.
Kapitalizm, insanlığın canına okumaya devam ediyor, tam da bu nedenle eleştiri ve itirazlara karşı hâlâ kendini savunmak ve meşrûlaştırmak ve bunu her zamanki gibi ideoloji üreterek yapmak zorunda. Bugün, bu eskisine oranla daha kolay, çünkü kapitalizm artık kendini ‘doğal’ ve ‘normal’ olarak tanımlama noktasına ulaşmış durumda. Tarihin ve ideolojinin sonuna gelindiği iddiası bu doğallaşma/doğallaştırma çabasının ifade biçimi olmaktan başka bir şey değil.
Kapitalizmin veya şimdilerde yaygın deyişle ‘küresel serbest piyasa ekonomisi’nin kendini tarihin galibi ve son durağı olarak ilân etmesi kabaca, iki nedene dayandırılıyor. Birinci neden; klasik kapitalizmin sona ermesi, dolayısı ile emek-sermaye çatışmasının bitmesi, ikinci neden; gerek üretim araçlarında kamu mülkiyeti esasına dayalı Sovyet sisteminin çökmesi ve Batı’da uygulanan refah devleti modelinin gözden düşmesi. Bu çıkış noktalarından hareketle, mevcut ekonomik sistem, bunun öngördüğü iktidar ilişkilerinin, toplumsal yaşama modu galip ve dolayısıyla ‘doğru’, ona karşı her itiraz hükmen mağlup ve dolayısıyla yanlış sayılıyor.
Kapitalizmin klasik döneminin son bulduğu iddiası ile, o dönem öne çıkan tartışmalar zaman aşımına uğramış, o tartışmaların taraflarından biri olan, kamu mülkiyeti ve refahın topluma adaletli dağıtılmasının devlet tarafından düzenlenmesi şeklinde tezahür etmiş şekli olan deneyimler, tarihin ‘sınav’ında başarısızlığa mahkûm edilmiş olunca, mevcut sistem tarihin doğal ve dolayısı ile doğru veya doğru ve dolayısı ile doğal akışı kabul ediliyor. Bu durumda, mevcut sistem, yani pazar ekonomisinin müdahalesiz işleyişi ve bu işleyişin ürettiği toplumsal ilişkiler bütünü, sorgulama alanı olmaktan çıkıp, hiçbir tartışmaya mahal vermeyen, ‘doğal’ hal kabul ediliyor. Toplumsal ilişkilerin genel çerçevesinin sorgulanma alanı dışına çekilmesi, onun aynı zamanda siyasetin konusu dışına çıkması demek. Dün siyasetin alanı içinde olan konuların bugün ekonominin alanına devredilmiş sayılmasının nedeni bu. Ekonominin kendisi de artık, üretim, tüketim, alışveriş ilişkilerinin bütününü topyekûn tartışma konusu eden bir kuramsal çatının adı değil, rüştünü ispat ederek tartışmaların üstüne/ötesine geçtiği varsayılan bir ‘bilim’, mevcut ekonomik yapı ve ilişkilerin mikro düzeyde mevzu bahis edildiği bir akıl yürütmeler ve hesaplamalar bu bilimin çalışma alanı olarak takdim ediliyor. Bu anlamda ekonomi, bilimsel bir otoriteye sahip oluyor, zira artık diğer bilimler gibi ‘doğal’ bir hali inceleme iddiasında bulunabiliyor. Çağımızın ideolojisi neo-liberalizm, kapitalizmin bugünkü modu olan küresel serbest piyasa sistemini bu iddialar çerçevesinde meşrûlaştırıyor.
Tarihin her döneminde, insanlar ya mevcut hali bir nedenle savunma ihtiyacı içinde oldukları için onu ‘doğal hal’ olarak gösterme ihtiyacı duymuşlar, ya da doğal hal olduğuna inandıkları için, onu savunmak durumunda olmuşlardır. Tüm iktidar sistemleri, mümkün olan en geniş ölçüde meşrû görülmek ve dahası savunulmak ihtiyacı duyarlar, bunun yolu, bir noktada kendilerini doğallaştırmaktan geçer. Dünyanın düzeninin bu olduğuna inanmayan kim krallara, padişahlara, derebeylerine, ağalara, vs. sonuna kadar katlanırdı? Milletin, doğal olarak insanın kendisinin çok üstünde ve değerli bir kategori olduğundan kuşku duyulsaydı, hangi ulus-devlet tutunabilirdi? İlk bakışta kafa karıştırıcı olan, modern öncesi toplumlarda iktidar yapılarının kendilerini ilahi referanslarla meşrûlaştırmalarına karşın modern toplumsal yapıların, bunu tümüyle reddetmesi, dahası buna karşı çıkarak yükselmesi.
Oysa, kendini doğal olarak meşrûlaştırma stratejileri sanıldığı kadar farklı değil, ‘doğal’ın referansının ilahi veya seküler olması siyasî meşrûiyete zemin teşkil etme açısından çok önemli değil. Önemli olan,‘doğal’lığın her durumda bir sorgulamayı bertaraf etme stratejisi olması ve bu stratejinin bugün gelip dayandığı, daha doğrusu dayattığı, noktanın, mevcut piyasa ekonomisinin koşullarını doğallaştırma süreci olması. Wall Street Journal’da geçen bir ifade ile, “Ortaçağda kilise, geçtiğimiz iki yüzyılda kilise neyse bugün şirket o”. Şirketlerin kilise ve ulus-devletin yerini alması bir yana, Ortaçağda kralı kutsayan teoloji ve ulus-devleti kutsayan milliyetçiliğin yerini bugün, küresel serbest piyasayı kutsayan neo-liberal ekonomizm almış durumda. Ahmet İnsel’in onların Türkiye’deki temsilcileri için kullandığı ifade ile, yeni statükonun taşıyıcıları, bugün “İktisad dininin rahip ve vaizleri”.[1]
Piyasanın doğal’laşması ve/veya ‘doğa’nın yerini alması, mevcut toplumsal iktidar örüntülerini meşrûlaştırmakla, ekonominin ‘bilim’ otoritesiyle teyid etmekle kalmıyor, neo-liberalizmin gündelik üslûbu diyebileceğimiz ‘piyasa popülizmi’, modern siyasal tartışmaları piyasa çerçevesi içine sokarak evcilleştirme çabası içinde tanınmaz hale getiriyor. Daha da kötüsü bu çabanın başarısız olduğunu söylecek durumda olmamamız. Kapitalizmin çıkışıyla paranın özgürleştirici ve eşitleyici özelliğine yapılan vurgu, seksenli yıllardan itibaren tüketim için yapılıyor. Bir noktadan sonra bu vurgu, olmanın ötesinde özgürlüğü tüketime indirgeyen, dahası tüketimi özgürlüğün kaynağı olarak gören/gösteren bir yola giriyor. Bu durumda piyasa/pazar özgürlüğün alanı haline geliyor, modern demokrasinin temel kavramları olan eşitlik ve özgürlük arasında her zaman çözülmeye muhtaç olan gerilim ciddi bir sorun olmaktan çıkıyor. Neo-liberalizm, piyasanın dinamiğinin mevcut hiyerarşileri yıkacağı, özgürleştirici ve hattâ eşitleyici bir mekanizma olduğu iddia ediliyor. Daha da ileri gidip, tüketim seçimleri ve tercihlerini yansıtması dolayısı ile, piyasayı gerçek temsil alanı ve hattâ demokrasi için tek gerçek imkân alanı olarak görebiliyor ve gösterebiliyor.
Bu iddialar, sadece neo-liberalizmin kaba çizgileriyle veya ‘piyasa popülizmi’nin gündelik dili şeklinde tezahür etmekle kalmıyor, farklı ve bazen hiç beklenmedik biçimlerde karşımıza çıkıyor. Örneğin, ’80’li yıllardan itibaren yükselişe geçen ve mikro toplumsal alanları konu alan sosyolojik çalışmaların büyük bölümü popüler kültüre vurgu yaparken aynı zamanda, dikkatleri popüler kültürün talep kanadını oluşturduğu piyasaya, piyasanın özgürleştirici işlevine, anlam dünyasına yoğunlaştırdı. Amerikalı tarihçi ve kültür eleştirmeni Thomas Frank, örneğin TV üzerine yapılan çalışmalarda seyircinin edilgenliğinin sonunu ilân eden sosyoloji/kültür çalışmaları ile ‘piyasa popülizmi’nin tezleri arasında büyük bir ayrılık olmadığına, işaret ediyor.[2]
Diğer taraftan, insanın doğası gereği ‘bencil’ olduğu, onu harekete geçiren temel motivasyonun, kendisini devam ettirme güdüsü olduğunu, kollektiflik, diğerkâmlık gibi tutumların doğasına aykırı olduğunu ispata girişen, popüler veya ciddi iddialı ‘bilimsel’ biyoloji ve psikoloji çalışmaların siyasî imâ ve sonuçlarını da, piyasanın doğallaştırılması sürecinin, ‘insan doğası’ üzerine spekülasyonlar üzerinden yol alması olarak görmek, en azından bunlar arasında ideolojik bir bağ kurmak mümkün. Örneğin, Richard Dawkins’in 1976’da yayımladığı ve Darwin’in doğal seçim teorisini genetik düzeye taşıyan, The Selfish Gene (Bencil Gen), bu türden bir dizi popüler bilim kitabının öncüsü ve Sosyal Darwinizm’in yeniden tartışma konusu olmasına neden oldu. Bencil Gen’deki bencillik metaforik ve doğrudan, siyasî anlamlar taşımıyor. Nitekim, bu türden bilimsel tartışmaları konu ettiği çalışmasında, Kanan Malik, bu türden tezlerle ideolojiler arasında doğrudan bağlantılar kurmak yerine, sosyobiyolojik tezlerin, insanın özne olmaktan çıkması, organizmaya indirgenmesi çerçevesinde değerlendirilmesini öneriyor.[3] Aslında, Malik’in dikkatimizi çektiği nokta, yani insanın bu türden çalışmaların dilinde, indirgenerek tanımlanmak suretiyle özne olmaktan çıkması hususu, piyasanın müdahele edilemezliği tezlerine daha esaslı bir dayanak teşkil ediyor. Ancak doğrudan siyasî imâlar taşıyan, popüler veya değil, bir sürü sosyobiyoloji ve psikoloji kitap, yazı ve değerlendirmesi var. Örneğin, Jon Elster’in Alchemies of Mind, başlıklı son derece ciddi psikoloji çalışmasında, kıskançlık duygusunun nasıl ‘adalet’ arayışına dönüştüğünü öğreniyoruz.[4]
Aslında, insanın doğasının, onun devamı olan toplumsal ‘gerçeklik(ler)’in, eşitlik arayışının önündeki en büyük engel olduğu düşüncesi, modern muhafazakâr siyasal düşüncenin en eski ve karşımıza çeşitli biçimlerde çıkan tezlerinden biri. Bu durumda, yakın tarihlerde, kendini yeniden bilimsel, kuramsal tezlerle donatarak ve yeni-muhafazakârlık ve onunla elele giden neo-liberalizm, eski tezleri yeni biçimlerde tekrarlamaktan bir başka bir şey yapmıyor. ‘Piyasa popülizmi’ de, bu iddiaların yaygın bir üslûp içinde tekrarı olarak görünüyor.
Alex Callinicos da, politik tartışmaların insan doğasını kalkış noktası yapan tüm versiyonlarının, bir noktadan sonra, ‘insan doğasının eşitlikçi toplumsal değişmeyi imkânsız kıldığı’ varsayımına dayanan geleneksel muhafazakâr bakışların uzantısı olduğuna işaret ediyor.[5] Callinicos, bir adım daha atarak, sadece neo-liberalizmin muhafazakar versiyonlarını değil, eşitlikçi liberalizmi, bir tür ‘piyasa sosyalizmi’nden söz eden ‘Üçüncü Yol’ siyasetlerini de, bu çerçeveye yerleştiriyor.
Piyasanın doğallaşma sürecinin, temel dayanak noktalarından biri, ‘insan doğası’na dayalı tezlerin yeni bir çerçevede tekrarı olduğu gibi, bir diğeri de, yine tanıdık bir tez; tarihin müdahale edilmez ilerleyişi düşüncesi. Thomas Frank, İngiliz ‘Üçüncü Yol’ siyasetinin kurucu babalarının tüm söylemini belirleyenin, ‘tarihin, önüne geçilmez ve müdahale edilmesi imkânsız güçleri’ olduğuna işaret ediyor. (a.g.e. s.348) Ancak, bu sefer tarihin ilerleyişi, ve değişime karşı konulamayacağı fikri, tarihin radikal bir dönüşümünü ve buna ilişkin bir değişime işaret etmiyor, bu sefer söz konusu olan; rotasını piyasa ekonomisini tarihin galibi ilân etmeye çeviren, bu galibiyeti sürekli kutsama yoluyla yeniden üreten tarihsel yürüyüş, ilerleyişine müdahale edemeyeceğimiz; piyasanın büyük yürüyüşü, değişime direnmenin anlamı artık, tarihin galibi olan piyasa ekonomisine direnmek.
Callinicos, “tuhaf bir ideolojik mekanizma ile piyasaya karşı tüm ciddi seçenekler Stalinizmin çöküşüyle gözden düşürüldü” diyor. (a.g.e. s.122) Bu “tuhaf” mekanizma, piyasanın doğallaşması mekanizması ve sürecinden başka bir şey değil. Kapitalizm, zaman içinde, düşmanlarını çeşitli yollarla bertaraf etti, tarihin sorgu odasından çıktı, tarihin kendisi oldu. Bunu sağlayan, kuşkusuz, kendi iktidar yapılarının ve dolayısı ile denetim mekanizmalarının sağlamlaşması, ama gelinen noktada artık kendini ‘doğal’, tarihin ve ideolojinin son durağı olarak tanımlayabilecek kadar içselleştirilmiş durumda, bu noktadan sonra, ona karşı çıkış, eskisinden çok daha büyük bir engele; ciddiye alınma engeline karşı koymak zorunda.
Frank, “düşüncelerin tarihinde, o derece geniş kabul gördükleri bir nokta vardır ki, tarihleri, hangi mücadelelerin ürünü oldukları, sanki hiç olmamış gibi unutulur” diyor. [6] Bu kurumlar, yapılar, sistemler, hemen her şey için böyle, ve artık kapitalizm, tarihinin bu noktasında. Kendini bu düzeyde kurmuş bir iktidarın söylemi artık yaygın düzeyde ve kolayca sorgulanabilir olmaktan çıkıyor. Susan Budd, modern sanayi toplumunda bilimsel düşüncenin, kitleler tarafından, sorgusuz sualsiz kabul edilmesinin, onun açıklamalarına itimadının nedeninin, insanların yaygın biçimde bilimin açıklamalarını kavraması ve daha ikna edici bulmasına değil, ‘bilimin dini yendiği’ şeklinde ifade edilen toplumsal ‘mit’e inanmaları olduğunu söylüyor. Ona göre birçok insan, bilimi anlamaksızın, bilime güveniyor ve inanıyor, bu bilim etrafında yaratılan mite bağlı bir şey. Bu mitin güçlenmesi kuşkusuz, kilisenin iktidarının bertaraf edilmesi ve seküler-bilimsel düşüncenin meşrûlaştırdığı yeni iktidar ilişki ve kurumlarının güçlenmesi ile oldu.
Serbest piyasa ekonomisini veri olarak kabul eden ekonomizmin kendini siyasal tartışmanın dışına çekip, bilimsellik taslaması, kendini piyasa popülizminin sırtını dayayacağı ‘sağlam’ bir zemin olarak kurmasının ardında kuşkusuz, yukarıda sözünü ettiğimiz, küresel serbest piyasa ekonomisi olarak tezahür eden kapitalizmin tarihi düşmanlarını yendiği iddiasından hareket ederek inşâ edilen toplumsal mit var. Ancak bu sefer, yenildiği iddia edilen şey, kapitalizm lehine iktidarını kaybeden toplumsal yapı ve kurumları meşrûlaştıran bir dünya görüşü değil, onun temel kavram ve ilkelerine ters düşen tüm alternatif görüşler. Geçmişte, kilisenin iktidarını kaybedişi kesindi ve dini kilise ile özdeşleştirmek kolaydı. Genel olarak kapitalizmin, münhasıran serbest piyasa ekonomisinin kendisine karşı çıkan her şeyi aynı gerekçelerle reddetmesi, kendini doğal ve nihai sayması, ilk bakışta daha zor gibi görünüyor. Bu nedenle, kapitalizme ve onun mevcut işleyiş kurallarına karşı çıkan her şey, Sovyetler deneyimiyle özdeşleştirilmek suretiyle tarihî referans kurulmuş oluyor. Piyasa popülizminin, hattâ popülizm düzeyini aşan neo-liberalizm tartışmalarının dönüp dolaşıp işi Stalin’e, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne getirmesi, tesadüfi değil. Bunlar neo-liberalizmin ve piyasa popülizminin vazgeçemeyeceği tarihsel referanslar, galibiyetin altını çizen, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, bu nedenle, vazgeçilemeyen bir metafor.
Piyasa popülizmi, alternatiflerini hep bu tarihî metafor etrafında yenik sayıyor, diğer taraftan, her türden itirazı bertaraf etmek üzere, daha önce hegomonyasını güçlendirmiş olan bilimsel düşünceye başvuruyor, piyasanın doğallığını, biyolojiye, psikolojiye başvurarak teyid ediyor. Sosyoloji ve kültürel çalışmalar alanında yapılan kuramsallaştırmalarla retoriğini zenginleştiriyor. Bu koşullar altında, mevcut statükonun meşrûlaştırılmasının ideolojisi olmaktan başka bir anlam ifade etmeyen neo-liberalizm ve onun yaygınlaştırdığı ‘piyasa popülizmi’ söylem(ler)i , siyasal tartışmanın tarafı olmaktan çıkıp, onun çerçevesini belirleme durumuna geliyorlar. Sonuçta, piyasayı veri, serbest piyasa ekonomisinin işleyişini toplumun doğal refleksi, gelinen noktayı tarihin özgürleştirici akışının mutlu sonu olarak gören, ve kendisini sol siyaset olarak takdim eden söylemlerle karşılaşıyoruz. Muhafazakâr sağ siyasetler ve sol siyaset versiyonlarının hepsinin, ‘piyasa’yı bir veri olarak görmeleri ve gerek yeni muhafazakarlık, gerek yeni sol adı altında, neo-liberalizmin birer versiyonu halinde tezahür etmeleri, serbest piyasa ekonomisini doğallaş(tırıl)ma sürecinin sonuçları. Bu koşullar altında, sağ ve sol, muhafazakar veya liberter siyasal söylemler aynı varsayımlardan hareketle farklı şeyler söylemenin ötesine gidemiyorlar. Örneğin, liberal sağ da liberal sol da eşitlik ilkesi peşinde koşmanın ‘gerçekçi’ ve/veya anlamsız olduğunu varsayıyor, ama herkes bunu kendilerine özgü biçimde ifade etmenin yolunu buluyor.
Serbest piyasa ekonomisi ve onun ideolojisi ile ’80’li yıllarda tanışan Türkiye, bu ideolojiyi kendi siyasal söylemleri üzerinden, kendine özgü sentezlemeler yapmak suretiyle yeniden üretti. Bazen bu sentezler, fazlasıyla derme çatma olsa da, artık sağcılık, solculuk, milliyetçilik, muhafazakarlık, hepsi piyasa ile barışık versiyonlarını üretmiş ve bunlar ortalığı tam anlamıyla kaplamış durumda. Bu konuda sağ siyasetlerin sola oranla daha gelişmiş olduğundan ve hatta kurucu babası Turgut Özal olan, bir ‘Türk-İslam-Piyasa Sentezi’nden bahsetmek mümkün. Bugün bu Sentez, sadece merkez sağ politik çevrelerde değil, koyu milliyetçi çevrelerde ve dinî muhafazakâr çevrelerde de artarak itibar görüyor. Serbest piyasa ekonomisi, Türkiye’de siyasal söylemlerin ‘joker’i olmayı başardı. Sebest piyasa ekonomisi, kendini tek alternatif olarak sunduğu şimdilerde, bizim gibi ülkeler için, eskiden, Batı’nın, onu başarılı ve üstün kıldığına inanılan ‘teknolojisi’nin yerini aldı. Bu durumda, ‘kendi örf ve adetlerimizi koruyarak Batı’nın teknolojisini almak’ şeklinde ifade bulan muhafazakâr formül, ‘kültürümüzü koruyarak Batı’nın piyasa ekonomisini’ almak, ‘muassır medeniyetler seviyesine’ ulaşmak şeklindeki genel hedef, ‘çağı yakalamak’ şekline dönüştü. Milliyetçiler için ‘çağı yakalamak’ millî bir ihtiras kılıfına girdi, dinî muhafazakârlar için, serbest piyasa ‘milletine, inançlarına yabancılaşmış’ olduğu için muhalefet edilen devletin sultasından kurtuluş aracı olarak görülmeye başlandı. Kısacası, serbest piyasa ekonomisi doğallaşma sürecinde Türkiye’deki siyasal söylemlere farklı, fakat güçlü bir biçimde yerleşti.
‘Üçüncü Yol’ türünden yeni sol siyasetlere adapte olmaya çalışan sosyal demokratları bir yana bırakırsak, Türkiye’de kendine sol adını veren hiçbir siyasal söylem de, doğallaşmış kapitalizm ve piyasa popülizmine hakkıyla meydan okuyamıyor. Sol siyasetlerin belkemiği olan ‘eşitlik’ vurgusunu yapamıyor, üstelik bizim gibi ülkelerde, popülizme düşme korkusu ile fakirliği bile tartışma konusu edemiyor.
Kapitalizmin ürettiği iktidar ilişkilerinin tümüne, en çok itiraz edilmesi gereken bir çağda yaşıyoruz, çünkü bunlar serbest piyasa ekonomisi çerçevesinde, ‘doğallaşarak’, ‘normalleşerek’, kapılarını tüm itirazlara ilelebed kapatma gayreti içindeler. İnsanlar ve toplumlar, para veya başka bir şey (isterse bu ‘bilgi’ olsun) üzerinden birbirleri üzerinde muazzam iktidarlar kurdukları sürece, itiraz etmek için birçok neden var, yeter ki, öncelikle doğallaşma oyununa kendimizi kaptırmayalım. Unutmayalım ki, siyaset zaten doğal duruma itirazdır, siyasal talepler doğal olmayan, olmaması gereken taleplerdir. Aksi takdirde arı toplulukları gibi yaşar, siyasete gerek duymadan kraliçe arının etrafında toplaşırdık.
[1] Ahmet İnsel, Radikal İki, 8 Nisan 2001.
[2] Thomas Frank, One Market Under God, Extreme Capitalism, Market Populism and the End of Economic Democracy, New York, 2000, s.295.
[3] Kenan Malik, Man, Beast and Zombie, Londra, 2000.
[4] Jon Elster, Alchemies of Mind, Rationality and Emortions, Cambiridge, Review by Simon Blackburn, “Why do we need to feel?”, TLS, Ekim. 1999.
[5] Alex Callinicos, Equality, Polity, 2000, s.124.
[6] T.Frank, a.g.e., s.68.