Birikim dergisinin 142/143. sayısında Türkiye sol hareketinde meydana gelen ayrılık üzerine yazmış olduğunuz yazıyı büyük bir iştahla okuduğumu belirtmeliyim. Yazıda yapmış olduğunuz kimi tespitlere katılmamak elde değil: Türkiye sol hareketinde günümüzde ortaya çıkan ayrışmanın geleneksel devrimci/reformist kategorizasyonunu aşan sosyolojik/kültürel boyutları ihtiva ettiği; böylesi bir sol içi yarılmada farklı alanlarda kendini genel olarak sol sıfatıyla ifade eden politik öznelerin birbirlerini tanımalarına olanak vermeyen farklı duygusal motivasyonlarla hareket ettikleri; “birinci toplum”a ve “ikinci toplum”a ait olan iki çeşit sol perspektif tarzı ortaya çıktığı ve böylesi bir yarılmanın Türkiye sağı’nın kendi içinde de sola nazaran daha ağır olsa da ortaya çıkmakta olduğu vs. Fanon’un sömürge toplumlarında saptamış olduğu maniheist bölünme, Türkiye topraklarına da sızmış bulunmaktadır. Yazınız pratik-politikanın “dışında” konumlanmış bir entellektüelin, kızgın ateşleri mumdan kayıklarla geçenlere ilişkin ne derece yetkin bir şekilde söz alabileceğini göstermesi bakımından örnek teşkil etmektedir.
Fakat yazıyı okurken bir hususun beni rahatsız ettiğini belirtmeliyim. O da şudur: Yazınız, “birinci toplum”un merhametli/insancıl kesiminin “ikinci toplum”un devrimcilerine duyduğu naif bir acıma duygusuyla kaleme alınmış gibidir. Belki de doğrudur: Devrimciler, varoşun devrimcileri, “ikinci toplum”a atılmış olmanın sebep olduğu dışlanmışlık duygusunun var ettiği kısır bir şiddet döngüsünün içinde boğulmakta ve çıkmaz bir sokakta güçlü bir karşı şiddet cereyanı içinde helak olmaktadırlar. Peki Türkiye topraklarında devrimci olmanın alternatif kendini ifade ediş ve sergileyiş biçimleri var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Bu alternatif biçimlerin olanaklılık koşulları mevcut mudur? Devrimcilik nasıl yaşatılabilir? Ve tüm bunların ötesinde, devrimciliğin kendini şu andaki var etme biçimine sırf devrimci bir tarz olduğu için önsel bir saygı göstermek gerekmez mi? Yazınız bu türden sorulara ısrarla kendini kapattığı için, “bu çığlıkları yüreğimizde hissetmeliyiz” davetinde somutlanan devrimcilere gösterilen merhametli empatinin işaret ettiği yer, paradoksal olarak, devrimcilikten ricat etmektir.
“Birinci toplum”un her çeşit insanî duyguyu öldüren, “tutunmuş” olmanın doğurduğu rehavet dolu kayıtsızlığını kendisine öteden beri yedeklemiş dev bir şiddet aygıtının karşısında nicedir bir başlarına direnen devrimcilerin içinde bulundukları halet-i ruhiyenin ve sahip oldukları “bakış ve algılayışın bir girdap olduğu” itiraz kabul etmez biçimde kesin ise, o taktirde, devrimci olmak “yok yere ölmeye” denk demektir. Böylesi trajik sonlu ölümlerle öte-dünyaya uğurlanmaktansa, “yaşamak” ve muhtemelen “birinci toplum”un solcuları arasında kendine bir yer aramak tercih edilmelidir. Çünkü eğer “birinci toplum”un üyelerinin avuçlarında temerküz etmiş her türlü zenginlikten mahrumiyetle tanımlanmış “ikinci toplum”un yurdu, “bulanık sosyal mekânlar” olarak varoşlarda hâkim olan irrasyonel, öç alıcı ve kendinden geçmeye teşne ruh hali devrimci yapılanmalara iliklerine dek sindiyse ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı tasfiye ve imha kampanyalarından biri olan son operasyon, “ölmeyi kutsal kılan” bu ruh halinin beslediği muhalefet tarzının kahredici çıkmazını bir kez daha beynimize kuvvetle vurduysa, yapılacak tek makûl şey kalmıştır: “Birinci toplum” solculuğuna doğru yelken açmak...
Şüphesiz yazınızda devrimci yapılanmalara böyle bir açık öneri veya tavsiye bulunmamaktadır. Fakat yazınız bu tip olası imâlardan, ne yazık ki, bağışık da değildir. Bu durum, sanırım, iki sebepten kaynaklanmaktadır: Bu sebeplerden ilki, yazınızda, bağrında taşıdığı yapısal sorunlar dolayısıyla stratejik ve topyekûn bir mağlubiyetle karşı karşıya olan Türkiye devrimci hareketinin belini nasıl doğrultabileceği hususunda hiçbir politik argüman geliştirme niyetinin bulunmayışıdır. Trajediler sadece izlenir. İkinci ve daha da önemli sebep ise, devrimci yapılanmaların hangi saik ve duyarlılıklarla işlediklerine ilişkin olarak yapmış olduğunuz tespitlerde kullandığınız eleştirel sosyo-psikolojik dilin, devrimci politikanın olanaklarına dair argüman geliştirme niyetlerinin önüne set çekmesidir. “Umutsuz isyanın dışavurumu”, “ölmenin kutsallaştırılması”, “dışlanmışlık hissi veren durumlarıyla kapıldıkları karamsar tepki ve öfke”... “İkinci toplum”u kendilerine yer-yurt edinmiş devrimci yapılanmaların psikolojisinin analizinde yapmış olduğunuz tasvir, devrimci yapılanmaların kimi güdülenimlerinin veya şiddet eğilimlerinin üzerinde fazlaca kalem oynatarak ve yer yer grotesk bir abartıya kaçarak yapılmış gibidir. Varoş devrimciliğinin resmedilmesinde çeşitli devrimci yapılanmalar arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin mutlak bir kapsayıcılıkla kullanılmış olan bu tip bir sosyo-psikolojik dil ile devrimci muhalefetin imkânlarını tartışmak neredeyse mümkün değildir. Dolayısıyla devrimcilere dönük görece duyarlı yaklaşımınızın önü bu dil tarafından tıkanmıştır. Yazınıza nakşolmuş “aydın karamsarlığı”nda sanırım bu dilin merkezi bir önemi bulunmaktadır.
Bunun yanında unutulmaması gereken ve hiçbir gerekçeyle savuşturulamayacak esaslı bir sorun vardır: “Birinci toplum”un solcuları varoşun devrimcilerine böylesi dramatik bir konjonktürde sırtlarını dönmüşlerdir. Öyle veya böyle, o sebepten veya şu sebepten ötürü... Hem birinci toplumun solcuları tarafından devrimcilerle irtibatın tamamen kesilmesinin, “Hayata Dönüş” adı verilen “teröristleri kurtarma operasyonu”ndan birkaç gün önce devrimci bir örgütlenmenin polis otobüsünü taramasıyla doğrudan bir ilişkisi de bulunmamaktadır. “Birinci toplum”un solcularının öteden beri varoşun devrimcilerine yönelik görmezden gelme, yok sayma hassasiyeti ortadadır. Polis otobüsünün taranması, “operasyon” öncesinde ikircimli tavırları ayan beyan ortada olan “birinci toplum”un solcularına, koğuş aralarında kurşunlanan devrimcilerin katline pasif seyirciler olarak katılmaları için olsa olsa ucuz bir gerekçe sunmuştur. Esas sorulması lazım gelen soru şudur: Kayıtlı üye sayısı 2-3 bini geçmeyen reformist partiler hangi küstahlıkla binlerce militanını ölüme yatıran devrimci yapılanmalara “eylemden dönün” çağrısında bulunabilmiştir? İnsan hayatına verdikleri sözde değerle birlikte yapmış oldukları bu çağrı, niyetleri ne olursa olsun, “birinci toplum”un solcularının politik olarak, oldukça “demokrat/uzlaşmaya açık” buldukları Adalet Bakanı tarafından temsil edilen devletin safında yer tutmaları sonucunu doğurmamış mıdır? Yoksa “birinci toplum”un solcuları, devleti, “ikinci toplum”un devrimcilerine nazaran kendilerine daha mı yakın hissetmektedir? Peki ya varoşun devrimcileri saçı sakalı kesilip, “nasıl da benzettik!” tezahüratları ve alaycı güce tapınma törenleriyle televizyonlarda ve gazetelerde sadist bir arzuyla teşhir edilirken, sayım niyetine günde üç öğün “baba” dayağından geçirilirken ve hücre tipi cezaevlerinde coplar cinsel şiddet objeleri olarak istihdam edilmekte iken “birinci toplum”un o çokça değer biçtikleri “İnsan Hayatı” ideası hangi kuytularda gizlenmektedir? Eğer bir öç alma ve nefret kusmadan söz edilecekse, bunun kendi aydınlanmış zihinlerini işlevsiz kılan “ikinci toplum”a ve onun devrimcilerine duydukları tiksintiyi bir biçimde dışa vurmuş ve onları dışlamayı seçmiş olan “birinci toplum”un solcuları tarafından kendi bildikleri diplomatik yollarla fazlasıyla yapıldığı görmezden gelinebilinir mi? “Siyasetsizliğin tasfiyesi” ve “küçük burjuva solculuğunun sonu” türünden politik itham klişeleriyle katliamı karşılayan ve kendilerine rahatlıkla at oynatabilecekleri bir alan çıktığını düşünerek gizlemeye gerek dahi duymadıkları kahkahalar atan “birinci toplum”un solcularının pratiğinde sorunlar yok mudur? Sonuç olarak kim “birinci toplum”un solcularının böylesi mühim bir sınavdan başları dik çıkabildiğini iddia edebilir? Israrla ve kuşkusuz sembolik boyutları olsa da samimiyetinde şaibenin izleri olmayan “birlik/cephe” çağrısı yapan devrimciler mi kendilerini “birinci toplum”un solcularından tecrit etmektedir? Yoksa tam tersine devrimcilerden yakasını bir an önce kurtarmaya çalışan “birinci toplum”un solcuları değil midir? (Reformistler kendi içlerindeki güdük devrimci tınıya sahip seslere karşı dahi hoşgörüsüzdür. ÖDP içindeki hâkim Özgürlükçü Sosyalizm Platformu (ÖSP) kanadının Sosyalist Eylem Platformu (SEP) kanadını tasfiyesi gündemdedir.)
“Her zaman doğruyu söylemek gerekir, fakat doğruyu her zaman söylemek değil”. Ben olsam, kimilerinin lime lime edilmiş, hoyratça çiğnenmiş ve hunharca yakılmış bedenleri yeni toprağa kavuşmuş ve kimilerinin ise şu anda bile kolu bacağı kırılmakta olan devrimcilerin “hatalar”ından bahis açmaktansa; devrimcilerin direnişinin kendi politik ataletlerini yüzlerine vurmasından rahatsız olan ve hızla beyaz bayraklarını çıkartan “birinci toplum”un solcularını eleştirmeyi yeğlerdim. Çünkü devrimcilerle devlet güçleri arasındaki gerilimin toplumsal bir saflaşmanın konusu olduğu ender an’larda, Teori ve Politika yazarı Melik Kara’nın belirttiği gibi “devrimcinin eksiği karşısında devrimci olmayanın tamı’nın” hükmü olmaması gerekir.[1] Sanırım çarpışmanın “dışından” konuşmak en azından böylesi bir etik sorumluluğu şart koşmaktadır.
[1] Melik Kara, “Bizimkiler”, Teori ve Politika, Kış 2001, Sayı 21, s. 223.