Bir gazetede manşet: “Lale Devri faturası 195 milyar dolar” Burada anlatılan şu: devlet savurganca yönetmiş ve bunun sonucu 195 milyar dolar israf edilmiş. Bunu da 1990’dan 2000 kadarki son on senede yapmış. Malûm iddianın yeni modaya uygun ifadesi. Kemal Derviş’in Lâle Devri benzetmesi, yine Derviş’in kötü gidişin başlangıcını 1990’lardaki DYP iktidarlarına dayaması işin son birkaç senelik modası. Demirel Cumhurbaşkanı veya DYP iktidardayken büyük basının cesareti bu üslûba yetmiyordu. Gelelim diğer asıl iddiaya: “sorun devletin savurganca yönetimidir.” Ekonomik krizde özel sektörün bir suçu yoktur; varsa da istisnadır.
Bir ülkenin tüm bankacılık sektörü bugün devlet desteği kalksa ertesi günü batacak durumda; zaten 10 banka batmış; diğer birkaçı destek olunmasa bir gün yaşamaz ve ‘iyi’ durumda olanların batık kredilerinin, tüm kredilerin yarısına yaklaştığı tahmin ediliyor. Bu kadar basiretsiz bir özel malî sektör hakkında nerdedeyse hiçbir şey yazılmıyor. Son krize kamu bankalarının görev zararlarının sebep olduğu her gün vurgulanıyor. Bu görev zararlarının ne menem bir şey olduğunu ise Prof. Oğuz Oyan’ın Cumhuriyet gazetesinde makalesi gayet iyi gösteriyor. Oyan, görev zararlarındaki en büyük payı taşıyan Ziraat Bankası’nın görev zararını inceliyor ve bu zararın devlet tarafından nasıl kasıtlı kabartılmış bir zarar olduğunu ortaya çıkarıyor.
1993-94 tarihinde 315 milyon dolar olan zararı devlet kendi kendine dolar bazında % 128 faiz (piyasa faizinin % 20 üstü) ve senede üç kere faiz uygulatarak (yani gerçek faizi çok daha yukarı çekerek) bilerek şişiriyor. Devlet 1997 yılında tam 712 milyon dolar ödediği halde 315 milyon dolarlık borç kapanmıyor ve 1998 sonu itibariyle 7.4 milyar dolara yükseliyor. Oyan doğru bir teşhisle bu görev zararınının kasıtlı olarak başka zararları, örneğin her batan bankanın Ziraat Bankası’na devredilmesi sonucu oluşan zararları veya Hazine ihalelerinde faiz düşürme operasyonları için bankanın kullanılmasından doğan zararları perdelemek için kullanıldığına işaret ediyor. Ve “dünya tefecilik tarihinde görülmemiş böyle bir faiz başka devlet borçlarında görülmüyor” diyor ve işte burada bir nebze yanılıyor! Zira devlet borçları konusu belki bu örnekteki ölçüde değil ama tam da aynı mantıkla işliyor.
BİLEŞİK FAİZ KISKACI
Bilindiği gibi iki çeşit faiz hesabı var. Basit faiz, bileşik faiz. İkincisinde işe faizin faizi de girer. Bir borç, basit faiz ile doğrusal biçimde artarken bileşik faiz ile üssel biçimde, geometrik olarak artar. Böylece bir borcun vadesi ne kadar kısa ise ve siz o borcu vade sonu yeniden almak zorunda iseniz borcun evvelce vade sonunda anaparaya eklenmiş faizi de bu kez anapara içinde ikinci kez borç verilişinde yeniden faize tâbi olacaktır. Böylece borç basit faizle bile hesaplansa her seferinde yeniden borç verildiğinden, örneğin 10 yıl sonra sonuç, bileşik faiz ile hesaplanmış olan ile aynıdır. Şimdi ne demek istediğimizi bir örnekle açıklayalım:
Bir sene vadeli % 20 yıllık reel faiz oranı (veya isterseniz dolara % 20) ile borç aldığınızı varsayın. Birinci halde sene sonu faiz ödenecek hesap kapanacaktır. İkinci durumda senenin yarısında hesap bileştirilecek; yani baliğ olan faiz anaparaya eklenecek, bir de senenin sonunda geriye kalan altı ayın faizi eklenecektir. Yani faiz iki taksit halinde ödenecektir. Bu ikinci yöntemde, ilk altı ayın faizi anaparaya eklendiği için ikinci altı ayda normal anaparanın yanında bu ilk altı aylık faiz de yeni bir faize hak kazanmış olur. Şimdi bu ikisini karşılaştıralım.
Basit faiz; borç aldığınız 1.000 dolar, yıl sonunda 1.200 dolar olur.
Bileşik faiz; borç aldığınız 1000 dolar ise 1 yıl sonunda 1.210 dolar olur.
Senede bir fazla bileşme ve sadece 1 yıllık sürede ortaya çıkan bu 10 dolar fark bir şey değilmiş gibi gözükebilir. Ancak bileşik faizin asıl gücü süre arttıkça ve bileşme periyodu sıklaştıkça ortaya çıkar.
Örneğin böyle bir borcu bir arkadaşınızdan 10 seneliğine almış olun; diğerini ise bir tefeciden yine 10 seneliğine. Tefeci faizin sene içinde her çeyrekte kendisine ödenmesini istedi. Yani faiz yıl içinde 4 kez bileşecek. Bu 10 yılda 40 bileşme eder. Faiz oranı yine % 20. Hem arkadaşınıza, hem tefeciye bu faizi ödeyeceksiniz. Bakın şimdi sonuç ne oluyor?
Basit faiz: 5.000 dolar
Bileşik faiz: 7.040 dolar
Görüldüğü gibi bu kez neredeyse yarı yarıya bir fark doğdu. Devletlerin hayatında 10 sene hiç bir şeydir. Devlet borçları pek ala 50 sene boyunca devam edebilir. Bu kez basit faizle 50 senelik bir borçta şu meşhur 1.000 dolar, 11.000 dolara çıkarken bileşik faizle bu rakam tamı tamına 131 bin 500 dolar olur!
Son bir hesap daha. Örneğin bir devlet dolara %20 faiz verip bunu senede iki kere bileştirse ve 20 sene borçlansa sonuç ne olur?
El cevap; 45.250 dolar olur. Yani 1.000 dolarlık borcu tam 45 misli artmış olur.
Şimdi 1980 yılında dolar 80 TL iken 721 milyar TL borcunuz var ve bunu 20 sene sonra ödeyeceksiniz; her altı ayda bir bileşiyor acaba ne olur? O zamanki 9 milyar dolar bu kez tam 405 milyar olacaktır. Halbuki basit faizle borçlansaydınız sadece 45 milyar dolar borcunuz olacaktı!
Bu örneği tesadüfen vermedik. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1980 yılında sadece 721 milyar TL iç borcu vardı. 2000 sonunda 50 milyar dolar. 1999 sonu 66 milyar dolardı (azalma, kurun suni olarak düşük tutulmasından TL olarak artış sürdü!)
Tablo 1 şu demek: Sizin başlangıçtaki 9 milyar dolar borcunuz son olarak tahvil ve bono şeklinde. (Avanslar hariç tutuldu; miktarları az. Konsolide borçlar da baştaki 9 milyar dolara dahil; son yıllarda tahvillere eklendi, o nedenle tabloda tahviller içinde gözüküyor. 1998-99 arası bonoların düşüp tahvillerin artma sebebi bu!)
Siz 116 milyar dolar tahvil anapara ve faiz ödemesi ve 242 milyar dolar bono, anapara ve faiz ödemesi yapıyor; böylece anapara ve faiz olarak 360 milyar dolara yakın para ödüyorsunuz ve 9 milyar dolarlık borcunuz bitmiyor. Tersine hâlâ 54 milyar dolar borçlusunuz. En adi tefeciler bile böyle bir tuzağa düşüremez kimseyi. Ama Türkiye devletinin hali işte tam bu!.. Aslında daha da kötü. Çünkü Türkiye 1980’de 15 milyar 500 milyon dolar olan dış borç 120 milyar doları bulmuş. Bunun hatırı sayılır bir bölümü yine devlet tarafından alınıp iç borç ödemeleri ve bütçe açıklarını kapatmak için kullanılmış. Yani devlete uluslararası tefeci piyasaları bile kendi ülkesinin bankalarından daha ucuza kredi verdiğinden devlet iç borcu dış borçla kapatma yoluna gitmiş. İç borcun dış borca oranla 20 senede daha az artmış görünmesinin bir nedeni de bu. (TOBB’un lale devri raporundaki 195 milyar dolarlık israfa bakıldığında israf ve yolsuzluk olarak sadece 5 milyarlık bir maliyet çıkıyor gerisi faiz yükü!)
Şimdi durumun neden böyle olduğuna bir bakalım. Küçük bir örnek; 1989’da nakten satılan devlet kağıtları toplam borcun % 89’u idi ve bunların yaklaşık % 48’i tahvil, % 41’i hazine bonosuydu. Bonolar bilindiği gibi vadesi en fazla 1 seneliktir Türkiye’de.. Tahviller ise bir seneden başlar; daha uzun vadeli bir borçlanmadır.. 1997’ye gelindiğinde tahvillerin oranı % 18.7’ye düşerken bonoların oranı % 64’e çıkmıştı. Böylece borcun ortalama vadesi 7.5 aya kadar inmişti. 1999 yılında bonoların ortalama vadesi ise 5.3 ay ile altı ayın bile altındaydı!
Demek ki, yukarıda başladığımız ‘20 sene senede iki kere bileştirerek borç alsak..’ misali hiç de basit bir faraziye değil. İşte hepimiz devlet aracılığı ile böyle tefeci yöntemleriyle soyuluyoruz. Tüm bu seneler arasında ortalama olarak 150- 200 milyar dolar millî geliri olan, yani tüm ürettiği mal ve hizmetleri dış alem kazançları ile birlikte senelik bu kadar olan bir ülke varıyla, yoğuyla 400 milyar dolar para ödüyor; buna dış borçlara ödediği muazzam miktarlar dahil değil; ve hâlâ borçlu olmakla kalmıyor borcunun kat kat arttığına şahit oluyor. Yıllardır dışardan para getirip, burada bozup devlete iç borç diye satanlar ortalama % 19 ila % 30 ’lar arası para kazanıyorlar dolar cinsinden. Aynı adamlar bu parayı dış borç diye verseler Libor artı 3-5 ile yani en fazla % 10 ile vereceklerdi. O nedenle kendi sermayesi yetişmeyen Türkiye burjuvazisi, özellikle de malî kesimi hesapsız kitapsız yurtdışından borçlandı. Hem de en kısa vadelerle... Ticari bankaların kısa vadeli dış borçları 1985’te 1 milyar dolar iken 1999’da tam 13 milyar dolar olmuştu. Aynı şeyi sadece bankalar değil büyük holdingler de yapmaya başladı. Senelerdir büyük borsa şirketlerinin malî tablolarındaki faaliyet dışı kârlar, yani genellikle devlete verilmiş borçların faizleri faaliyet kârları ile başa baş; hattâ çoğu kez daha da fazla..
Böyle bir tabloyla karşılaşan dürüst Kemalist bir maliyeci şöyle diyebilir “ahh devletimi şu muhtekirler nasıl da soyuyor! Devlet ne beceriksiz, vurdumduymazların eline kalmış!” Gelgelelim işin aslı hiç de öyle değil; devlet görüldüğü üzere ‘soyulmaya’ dünden gönüllü; hattâ soyanların hayal edebileceğinden daha fazla soyulmaya..
“Kamu borçları yani devletin yabancılaşması-bu devlet ister mutlakiyet, ister meşrûtiyet ya da cumhuriyet olsun- kapitalist çağa damgasını vurdu. Ulusal zenginlik denen şeyden modern halkların ortak mülkiyetine gerçekten giren kısmı, bunların devlet borçlarıydı. (…) Kamusal borçlanma ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından birisi halini alır (abç) (…) Devlet alacaklıları aslında hiçbir şey vermemişlerdir, çünkü borç verilen meblağ, ellerinde tıpkı nakit para gibi iş görmeye devam eder, kolayca devredilebilir devlet tahvillerine çevrilmiştir. Böylece yaratılan ve yıllık geliri ile geçinen bir aylaklar sınıfı ile, hükümet ve halk arasında aracılık eden bankerlerin aniden biriken servetlerini- ve gene, her devlet istikrazının büyük bir parçasının kendilerine gökyüzünden inen bir sermaye hizmeti sağlayan, vergi mültezimlerinin, tacirlerin ve özel manifaktürcülerin zenginliklerini- bir yana bırakalım, devlet borçlanması bir de anonim şirketlerin, her türlü menkul hizmetler üzerinde yapılan işlemlerin, borsa oyunlarının, kısacası borsa kumarı ile bankokrasinin doğmasına yol açmıştır. (…) Bu istikrazlar, devlete, vergi yükümlüleri hemen hissetmeksizin olağanüstü harcamaları karşılamak olanağını sağlamakla birlikte, eninde sonunda vergilerin yükselmesini zorunlu kılar.(…) Aşırı vergilendirme bir rastlantı olmaktan çok bir ilkedir.” (Marx, Kapital C.1 Sol Yay. s. 773-775)
İşte işin içyüzü.. İlkel birikim çağından 300 yıl sonra kendi burjuva devrimini yarım bırakmış, kapitalizmin temellerini sağlamca kuramamış azgelişmiş kapitalizmin devleti, kendi sermaye sınıfının sürekli sermaye ihtiyacını karşılamak için en eski ilkel birikim metotlarını kullanıyor. Tabiî sömürgeleri yağmalayamıyor; köle ticaretine girişemiyor ama devlet borçları tefeciliği, enflasyon ve aşırı vergilendirme elinin altında..
Marx’ın aşırı vergilendirme ile ilgili kehaneti de son 20 yıl içinde Türkiye’de tümüyle gerçekleşti. 1980’de % 14 olan vergi/ millî gelir oranı 2000 yılında % 19’a çıktı. Görünen o ki bu yıl % 20’yi bulacak; hem beklenen yeni vergiler hem de küçülen GSMH nedeniyle.. Vergilerin GSMH’deki bu payı aslında meseleyi yeterince anlatmıyor. Zira ülkede vergi tabanı oldukça dar ve gelir vergisi de neredeyse tümüyle ücretlilerin, işçilerin sırtında.. Bu kesimin üstündeki dolaylı dolaysız vergi yükü yüzde 60’tan fazla; ayrıca pek çok vergi dışı harç ve fona tâbiler. Toplumun diğer çalışan kesimleri de harç ve fonlar ile dolaylı vergilerden payını yeterince alıyor. (Yeri gelmişken 1980’de dolaylı vergiler, yani sigaradan, ekmekten, tüketim maddelerinden alınan vergiler, yani en adaletsiz vergi türü doğrudan vergilerin % 59’u iken 1999’da tam 1.2 katına yükselmiştir.)
Son olarak Kemal Derviş’in programından çıka çıka devletin israftan kaçınacağı ve tasarrufa gideceği çıktı. İşte bir tehdit daha.. 1994 krizinin ardından da böyle bir karar alınmış ve bütün devlet kuruluşlarına tasarruf genelgeleri gönderilmişti. Sonuç onarılmayan yollar ve finanse edilmeyen hastanelerde ölen yüzlerce kişi.. Ama yukarıdaki rakamlardan anladığınız üzere bütçe ve iç borçlarda değişen hiçbir şey olmadı.
Olması da imkânsız. Çünkü Tablo 2’deki rakamlardan da görüldüğü gibi 1994 yılından bu yana faiz dışı bütçe dengesi açık değil fazla veriyor. Kısılabilecek şeylerin büyük bölümünden kısılmış (belki bakan beylerin mercedesleri hariç..) buna karşılık durumda iyileşme değil kötüleşme var. Faiz ödemelerinin toplam bütçe harcamaları içindeki payı 1980’de % 3’ü bulmazken 1999’ sonu itibarı ile % 38; faizin bütçe gelirlerine oranı ise daha vahim; 20 sene önce % 3.5 mertebesindeyken 1999’da % 55. Bütçenin yarısını faize verdikten sonra kalanının ne kadarını tasarruf edeceksin de ne işe yarayacak?
Bütün bu işler olurken köylüye verilen en verimli sübvansiyon olan direk girdi sübvansiyonunun GSMH’ya oranı %5’lerden % 2’lere inmiş; halbuki faizcilerin sadece bütçe içindeki faizlerden aldıkları, millî gelirin binde biri iken tam % 12’sine çıkmış.
KRİZE GÖTÜREN DIŞ İLİŞKİLER
Türkiye öyle sanılmasına karşın dış ticarete fazlasıyla hassas, yani millî gelirinin içinde dış ticaret gelirlerinin payı fazla olan bir ülke değildir. Olanca emperyalizm ve sermaye ihracı literatürüne karşı Türkiye yabancı doğrudan yatırımlarının fazla olduğu değil tersine pek az olduğu bir ülkedir. Türkiye hattâ sıcak para denilen ve ulusun borsasında yatırım yaparak kâr sağlamayı uman spekülatörlerin de bir iki istisna dışında fazla meyil verdiği bir ülke değildir. Dış borçların önemli bölümü ya devletin bizzat kendisinin aldığı veya devlet tahvillerine yatırılmak üzere bankaların vs. spekülasyon amaçlı kredileridir. Ki onlara da son krizde devlet kefil oldu. Olmasa da karşılığında devlet kağıtları vardı.
Türkiye’ye yabancı sermayenin bir iş kurmak amacıyla yaptığı yabancı doğrudan yatırımların 20 sene içinde tamamı 7.8 milyar doları ancak buluyor. Bu kimi gelişmekte olan ülkelerin bile bir yılda çektikleri yabancı sermaye tutarı kadardır. Böyle bakıldığında emperyalizm klasik sermaye ihracı yoluyla sömürmüyor Türkiye’yi.. Türkiye’nin ithâlâtı son birkaç sene öncesine kadar GSMH’nın % 15’ini bile bulmadığına göre metropoller açısından Türkiye eşitsiz değişim sömürüsü veya ihraç pazarı montanı açısından da fazla önemli bir ülke değildir.
Doğrusunu isterseniz yabancı sermayenin Türkiye’deki fabrikaları krizden bilistifade ucuza kapatmaya hevesli olduğunu da sanmıyoruz. 20 sene boyunca kaç kez krize girdi Türkiye, fabrikaları şimdikinden de ucuzdu. Sonuçta gelen yabancı sermaye 7 milyar dolar..
Soros gibi kimi uluslararası spekülatörler fonlarının küçük bir bölümünü Türkiye’ye ayırabilirler tabiî. Sıcak paranın bir kısmı böyle.. Ama bunlar da hayli az. Böyle gelen ‘yabancı’ sermayenin bir bölümünün ‘bıyıklı yabancılar’ olduğu herkesçe biliniyor. Türkiye’ye yatırılan yabancı para tıpkı Osmanlı dönemindeki gibi devletin uluslararası piyasalardan çıkardığı tahviller yoluyla para toplaması ile oluyor. Bu iş için en çok kullanılan piyasalar geçmişte euro bond ve samurai bond piyasaları idi. Dediğimiz gibi devlet kağıtlarına açık pozisyon yoluyla speküle olmak amacıyla bankalar da son birkaç yılda dış borçlanmaya gittiler, kimi büyük şirketler de.. Hepsinin gerisinde devlet kağıtları olduğundan bu da bir cins devlet borçlanması sayılırdı. Türkiye yabancı finans çevreleri tarafından, emperyalizm tarafından eski moda faiz tahsilatı yoluyla sömürülmekte halen.. Bu bakımdan iyi bir müşteri ama kimi Alman bankalarını saymazsak örneğin bir Meksika’nın ABD için vazgeçilmez oluşu gibi vazgeçilmez değil; özetle kimsenin de arka bahçesi olabilmiş değil.
Öyle olunca da bir kriz ortaya çıktığında Güney Doğu Asya veya Meksika için seferber olan dünya finans piyasası Türkiye için pek de acele etmiyor.
Yavaşlığın bir sebebi de bilindiği gibi Türkiye’nin emperyalizmin istediği ‘reformları’ yapmasını sağlamak.
1998’de yayımlanmış bir rapor aydınlatıcı olabilir. Kemal Derviş’in geldiği Dünya Bankası’nın yayımladığı World Development Report 1997’nin teması ‘Değişen bir Dünyada Devlet’ idi. Devlet reformu için sayılanlar Kemal Derviş’in programından bölümler gibidir. Zaten acaba kendisi bu rapora katıldı mı bilmiyoruz, ama raporda Osmanlı İmparatorluğu’ndan epey bahis var. İşte bu raporda reforma karşı direnç unsurları anlatıldıktan sonra ‘ülkeler neden ve ne zaman reforma girişirler?’ diye soruluyor. Cevap :1. Dış bir tehdit vukuunda 2. ekonomik kriz yüzünden. (World Development Report 1997, s 151) İşte hazır kriz çıkmışken istenilen reformlardan hiç değilse birkaçı koparılmadan el uzatılmayacak .
İstenen reformlar neler? Dünya Bankası’nın söz konusu raporunda bunlar başlıca devletin etkinliği, verimliliği; başta bankacılık olmak üzere piyasaların etkin çalışması ve liberalleşme; yolsuzlukla mücadele olarak sıralanıyor.
Bunlar kötü şeyler mi? Emperyalizm istiyor diye karşı mı çıkılmalı? Bu sorunun cevabı sanıldığından daha karışıktır. Birazdan Dünya Bankası ve IMF’i mercek altına alırken konuya yeniden döneceğiz. Şimdi Türkiye dış ticaret ve dış borçlanmada ne yaptı da bugünkü şiddetli döviz sıkıntısının içine düştü; hem de konvertibiliteye geçiş sonrası artık hiç döviz sıkıntısı çekilmeyeceği iddia edilirken.. (Öyle ya paranız gerçekten konvertibil ise onla gerekirse aşırı fiyat da verip uluslararası piyasadan istediğiniz kadar döviz alabilmeniz lazım!)
Tablo 3 ve Tablo 4 olayı yeterince özetleyecektir.
Tablo 4’ten görüleceği gibi özellikle son 10 yılda ihracat ılımlı bir artış gösterir, hele de son yıl düşerken ithalat sürekli artmış, dış ticaret açıkları tehdit edici boyutlara varmıştı. Aradaki fark turizmin vs. nin de payının bulunduğu cari denge de azalmakla birlikte cari dengeyi esas olarak kısa vadeli yabancı portföy yatırımları biraz dengeliyor yine de açık verilip borç alınarak krizden kurtulunuyordu. Ancak AB ile gümrük birliğinin ithalatı arttırması 1997 Uzakdoğu krizi sonucu dış pazarların bazılarının ucuz Uzakdoğu mallarına kaptırılması, 1998 Rusya krizi sonucu bavul ticaretinde düşüş, son iki üç senedir sanayileşmiş ülkelerde giderek daha fazla durgunluk emarelerinin gözükmesi beraberce ihracatı azaltır ithalatı arttırırken, sıcak para girsin diye yüksek tutulmuş TL kuru ihracata en ağır darbeyi vurdu; tersine ithalatı da özendirdi. Sonuç yukarıdaki tabloda görülen dev dış ticaret ve cari açıklar.. 2000 yılında cari açığın görülmemiş yükselişi de krizi tetikleyen derin endişenin en önemli amillerindendi.
Bu gelişmelerin sonunda daha önce açıkladığımız dış borçla iç borcu kapatma politikası yan yana gelince 20 sene önce 15 milyar dolar olan dış borç 120 milyar dolar ile artık risk taşıyan bir hal aldı. Eğer ihracat ve GSMH dolar cinsinden artsaydı uluslararası kreditörler daha cesur davranabilirlerdi. Ama şu aşamada onlardan fazla bir şey beklemek, paralarını safiyane bir şekilde riske atacaklarını düşünmek dünyada durgunluk belirtilerinin ortaya çıktığı ve büyük para sermayelerin açıkta kaldığı bu konjonktürde bile fazla iyimserlik olur.
IMF VE DÜNYA BANKASI: DÜŞMAN KARDEŞLER
Aslında başlık yanlış; elbette düşman filan değiller! Yine de birbirlerinden pek hazetmedikleri sır değil. Bu onların aynı konulara farklı bakışlarından dolayı.. Farklı bakışlar ideolojik veya sınıfsal bir farklılıktan kaynaklanmıyor. Eğer böyle ifade edilecekse ikisi de emperyalizmin bir kurumu ama işlevleri farklı; meselelere bakışlarını da bu işlev ve görevleri belirliyor.
IMF ve Dünya Bankası 2. Dünya Savaşı’nın bitimlerinde oluşturulmuş iki kurum; IMF’in görevi dünya piyasalarının döviz kuru istikrarsızlıkları ve rezerv problemleriyle kesintiye uğramasını engellemek. En temel görevi ise savaş öncesinde görülen rekabetçi devalüasyonlarla kurların istikrarsızlaşmasının bir daha ortaya çıkmasını önlemek; altın standardından beri kurulamayan istikrarlı bir sabit kur sistemini uluslararası ölçekte yerleştirmek. Gelgelelim soğuk savaş her şeyi değiştirdi. IMF pek çok kez ilkelerinden taviz verdi. Herkes onu yoksul ülkeleri daha da yoksullaştıracak devalüasyonları zorlarken gördü. Soğuk savaşın ardından bu kez tek kutuplu olacağı umulan yeni dünyada o şimdi eski görevinin peşinde.. Önce Uzakdoğu’da şimdi de Türkiye’de sabit kur idealinin peşinde koştu. Her iki deneyde de sonuç felaket. Gerçi bu deneylerde IMF’in basireti sorgulanabilirse de tüm dünya çapında bir organizasyona gidilmeden sabit kurlu uluslararası para sistemi gerçekleşemiyor. Hani nasıl ‘tek ülkede sosyalizm’ olmuyor deniyorsa ideal kapitalizm de olmuyor anlaşılan.. 1970’lerin ortasında yıkılan Bretton Woods sisteminin bir benzeri dünya çapında yeniden kurulmadıkça bu mümkün değil. Dünyada değişken kur sistemleri üzerine kurulu spekülatif piyasalar o derece gelişti ki, böyle bir şeyin mümkünlüğü bile iyice tartışılır bir hal aldı.
Dünya Bankası’na gelince o aslında savaş sonrası yıkılan Avrupa’yı yeniden sürdürülebilir bir büyümeye kavuşturma ve mamur hale getirmekle görevliydi. ABD’nin büyük desteğiyle bu başarıldı. Burada yapılan sadece para yardımı ile yıkıntıdan kurtarma değildi. O yardımdan sonra Avrupa çeşitli kurumlarıyla ciddi şekilde Amerikanlaşmıştı. Dolayısıyla Banka meselelere daha sosyal, daha kurumsal bakmak zorundaydı o sonucu elde etmek için; öyle de yapmıştı. Başarısının mükafatını da aynı işi bu kez dünya çapında yapma görevini elde ederek aldı. Adını da Dünya Bankası olarak o zaman değiştirdi.. Şimdi azgelişmiş ülkeleri kalkındıracaktı. Zaten bu ülkelerin normal hali de savaş sonrası yıkıntı halini andırmıyor muydu!
Soğuk Savaş bu kurumu da etkiledi büyük ve kapsamlı toplum mühendisliği projesi yerine Batı’ya yaklaşan azgelişmiş ülkelere nispeten düşük faizli, uzun vadeli kredilerle, kimi kalkınma projelerini destekleyen bir tür hayır kurumu rolünü oynayageldi. Şimdi o da eski idealinin peşinde dünyayı yeniden ve kapitalizmin liberal (Anglo- saksonlardaki tatlı su solcusu anlamıyla) ve ideal yorumuyla azgelişmiş ülkelerde topyekün reformlar peşinde. İşin komik tarafı yeni görevlerinde IMF daha sevimli bir hal alırken (örneğin Cotarelli’ye kimse pek o kadar kızamadı!) Dünya Bankası tersine nekesin teki olup çıktı. Çok ciddiye aldığı büyük bir görevi ve az parası vardı. Çar çur etmeye gelmezdi. Kime para dağıtacağı konusunda eskisi gibi Batı’ya yakınlık kriteri de kalmamıştı. O zaman mesele Dünya Bankası’nın ideallerine yakınlık oldu. O yüzden de Türkiye yıllardır 3 kuruşluk destek kredilerini bir türlü alamıyor.
Şimdi önceki sorumuzu yeniden soralım; bu iki kurum emperyalizmin kurumu değil mi? Onların politikaları emekçi sınıfların çıkarına olabilir mi? Yoksa behemahal karşı çıkılmaları mı gerekir?
Emperyalizm bir bütün değil; bütünlüklü görüntüsü Soğuk Savaşın iki kutupluluğunun dayatmasıydı. ABD ile AB’nin pek çok konuda artık farklı politikaları var. ABD’nin içinde bile Pentagon’un bakışı, başka devlet kurumlarınınkiyle uyuşmayabiliyor. IMF ve Dünya Bankası’nda hâlâ ABD ağırlığı başat ise de ortak yönetimli uluslararası kurumların konumu ayrışan politikalarda daha da zor. Ayrıca her kurum yukarıda anlattığımız gibi kendi işlevlerinin getirdiği anlayışlara sahip.
Yine de şimdi Soğuk Savaşın ardından gelişmiş kapitalist ülkeler ve onların ağırlıkla yönetiminde bulunduğu uluslararası veya üstü çeşitli kurumlar artık azgelişmiş ülkeleri Batı safında olsun da nasıl olursa olsun diye değerlendirmeyecek.
Son çeyrek asır dünya ticareti ve kredi genişlemesi çok büyük bir patlama yaşadı. Ancak son 10 yıldır spekülatif araçlar ve kredi genişlemesi sürerken, deregülasyon yöntemleri ile menkulleştirme ile likidite yaratmada yepyeni atılımlar başlamışken durgunluk belirtileri giderek daha sık gözüküyor metropollerde.. Yaratılan büyük oranlı para sermayenin bir anda global krize yol açmaması için azgelişmiş ülkelerin hem genel olarak daha fazla mal ve sermaye massedebilecek, daha derin piyasalara sahip olması; hem de içlerinde birkaçının olsun uluslararası kapitalizmle daha sıkı bir bütünleşme içerisine girebilecek ölçüde toplumsal dönüşüme uğraması gerekecektir. Ama örneğin Pentagon Türkiye gibi petrol yolları civarında ve Rusya’nın hemen altında olan bir ülke için başka bir senaryo düşünebilir!
Her ne hal ise; yeni bir gelişme olmazsa emperyalizm bu kez eski toplumsal yapıları daha sıkı sarsacaktır. Bu süreç elbette emekçi sınıflar için hiç te rahat geçmeyecekse de rahatsızlığın ölçüsü onların yerli egemenlerle olan mücadelesine bağlı. Emperyalizm eskisi gibi her çeşit yerli egemeni her şart altında desteklemeyi sürdürmeyecektir.
GLOBAL KRİZ İHTİMALİ
Kriz; hele de genel ve evrensel olanı Marksist yazının bir zamanlar en sevdiği konulardan biriydi. Hem 19. yüzyıl sosyal demokrat Marksistleri hem de 20.yüzyıl başı Bolşevikleri ve diğer devrimci Marksistler ekonomik krize yazılarında merkezî bir rol verdiler; elbette farklı bakış açılarıyla.. Birinciler genel bir ekonomik krizin kapitalizmi zaten çöküşün eşiğine getireceği inancıyla o krize kadar beklemeyi ve gündelik mücadeleyi seçti genelde.. Diğerleri ekonomik kriz olasılığını radikal mücadelenin başarı şansını arttırıcı, cesaretlendirici bir öge olarak gördü.
Gerçekte ekonomik krizlerin sosyalistlerin işine yaradığı durumlar nadirdir. Genellikle sendikalar gibi sosyalistlerin etkin olduğu kitle örgütlerinin gücünün kırılmasına yol açtılar. Kitlelerin radikalleştiği ve siyasallaştığı kimi durumlarda ise ekonomi krizin getirdiği toplumdaki depresif ruh hali (ekonomik krizin bir diğer adı da depresyondur) içe kapanmayı, otarşi özlemlerini, devletin koruyuculuğuna sığınmayı ve yabancı düşmanlığını körükleyerek en az sosyalizm kadar faşizme de kitle desteği sağladı.
Yine de ekonomik kriz ve bunun nedenleri en çok tartışılan ve en çok kafa karıştıran konulardan biri oldu. Burada bir kriz teorisine dalacak değilim. Buna bu yazının ne çerçevesi, ne hacmi müsait ...
Buna rağmen birkaç küçük ayrım ve tartışma noktasına işaret etmekten kendimi alamayacağım.
Gerek Marksist yazında gerekse de sair radikal (hattâ Malthus gibi muhafazakâr) iktisatçılarda iki kavram karşı karşıya gelir. Aşırı üretim ve eksik tüketim. Aşırı üretim kullanım değerleri için değil değişim değeri için meta üretimi yapan kapitalistin daha çok kâr elde etmek amacıyla üretimi talebin çok üstüne çıkaracak ölçüde yatırım yapmasıdır. Aşırı üretim kapitalistin pazar baskısıyla kaçınılmazca yaptığı aşırı birikimin doğal sonucudur. Eksik tüketim ise kapitalizmin doğası gereği daima bir eksik talep sorunu yaşadığı iddiası. Aslında en tam biçimini normal olarak devlet müdahalesi olmadan kapitalizmin kendini yeniden üretemeyeceğini iddia eden 19. yüzyıl Narodnik iktisatçılarında görürse de aynı tezin çok çeşidi vardır. Sol Keynesçilik bunun değişik bir varyasyonunu 1960’larda sol içinde çok popüler bir hale getirdi. Bugün örneğin pek çok sol grubun kimi analitik terimleri kendileri çok farkında olmasa bile eksik tüketimci görüşün mirasını taşır. Eksik tüketimci görüş ile aşırı tüketim arasındaki fark da zaten kimi varyasyonlarda çok karışır. Marx’ın ve Lenin’in eserlerinde bile eksik tüketim tezine yakınlık gösteren ibareler mevcuttur “Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir” (Marx Kapital, c.3 s. 429)
Öte yandan
“bütün toplumun yalnız sanayi kapitalistleri ile ücretli işçilerden oluştuğunu kabul edelim. Ayrıca, toplam sermayenin büyük bir kısmının, ortalama oranlarında kendilerini yerlerine koymaktan alıkoyan ve özellikle kredi ile gelişmiş bulunan tüm yeniden-üretim sürecinin genel iç bağıntıları nedeniyle her zaman geçici nitelikte genel bir duraklamayı davet eden fiyat dalgalanmalarını da dikkate almayalım. Kredi sisteminin uygun bir ortam sağladığı, hileli alışverişlerle spekülasyonları da bir yana bırakalım. Bu durumda bir bunalım, ancak ekonominin çeşitli kollarındaki üretimde görülen orantısızlığın ve kapitalistlerin tüketimi ile birikimleri arasındaki orantısızlığın bir sonucu olarak açıklanabilirdi.” (a.g.e. c. 3 s. 429)
Aslında burada böyle bir krizin pek az olası olduğu ifade ediliyor. Böyle bir durumda bir yerel veya sektörel krizcik oluşabilir veya ekonomide bir duraklama, iş çevriminin düşüş evresi.. Ama bildiğimiz anlamda genel bir kriz için kredi ve spekülasyon şarttır. Zira ancak kredi aşırı üretimi bir krize dönüştürecek kadar gerçek talepten bağımsızca ilerletebilir; ancak kredi işçilerin eksik tüketiminin yerine geçebilir.
“Azami kredi burada, sanayi sermayesinin tam istihdamı ile özdeştir, yani tüketim sınırları dikkate alınmaksızın, yeniden üretken gücünün en üst düzeyde harcanması demektir. Bu tüketimin sınırları, yeniden üretim sürecinin kendi çabalarıyla genişletilir. Bir yandan bu, emekçilerle kapitalistlerin gelirlerinde tüketimi arttırır, öte yandan da üretken tüketim çabalarıyla özdeştir.” (a.g.e. c. 3 s. 428)
Kredi sistemi sadece kriz yaratıcı ama işe yaramaz bir sorun erteleyici değildir. Aslında çok başka bir işlevi vardır:
“(…) kapitalist üretimin çelişkili niteliğine dayanan sermayenin kendi kendisini genişletmesi, ancak belli bir noktaya kadar serbest gelişmeye izin verir ve böylece, aslında sürekli olarak kredi sistemi ile yıkılması ve kopartılması gereken kaçınılmaz engeller ve bağlar yaratır. Dolayısıyla, kredi sistemi üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya piyasası kurulmasını hızlandırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Aynı zamanda kredi, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını- bunalımları- hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak ögeleri oluşturur,
Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekârlık sistemi halini alıncaya dek geliştirmek, ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de , yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır. Kredi sisteminin Law’dan Isaac Pereire’e kadar belli başlı sözcülerine dolandırıcı ve peygamber karması o tatlı özelliği veren de işte onun bu belirsiz özelliğidir” (a.g.e. c.3 s 390)
KREDİDE YÜZEN İKİ ASIR
Kapitalizm son iki yüz yılda bu yolda neler yaptı? Önce kağıt paraya geçti. Toplumsal alım gücü böylece hemen hemen bir çırpıda ikiye katlanmış oluverdi. Sonra kağıt para sistemini altınla ilişkisini kopararak iş hayatının kendi yarattığı krediler ile yeni para yaratılmasını sağladı. Bankaların para yaratması mekanizması ve merkez bankacılığının sırlarının altında bu mekanizma yatar. Böylece para miktarının önündeki maddi kısıtlar büyük ölçüde ortadan kalktı. Para yaratılması, tersine yeni kredi yaratılmasını garanti altına aldı. Sonra ilk menkul kıymetler ve borsalar ile ticari kredinin ve kişiye özel banka kredilerinin yapamayacağı oranda bir dolaşım hızı sağlandı. Böylece aynı miktar ‘sermaye’nin daha çok iş yapması mümkün oldu. Repo ve benzeri araçlarla para benzeri uygulamaların sınırı genişletildi. Türev araçlarla bir anlamda menkullerin de menkulleri ihraç edilmiş oldu. Türev piyasalarda şahikasına çıkan marj uygulamalarıyla son 20 yılda kredili spekülasyon tarihte görülmemiş boyutlara yükseldi. (Sadece birkaç bin dolar teminat ile füçur piyasalarında milyon dolarlık alış verişler yapmak mümkün hale geldi. Örneğin 1987 yılında kâr etmenin yollarını arayan bir spekülatördünüz. Japon ekonomisi o zamanlar bugünkünden çok daha iyi gözüküyordu. Siz de Japon Yen’inin artacağını düşündünüz. Ve gittiniz mayıs ayında vadesi aralıkta olan bir Yen füçur kontratı aldınız CME’den (Chicago Merchandise Exchange) 1 Yen kontratının standart fiyatı 12.5 milyon Yen’di bu borsada. Mayısta 1 Yen=0.4342 cent’ti. Böylece kontratın toplam değeri 12.5 mx0.004342= 54.275 dolar oldu. Diyelim ki tahmin ettiğiniz gibi, çok değil birkaç gün sonra Yen gerçekten değer kazandı ve .4530 cent’ten işlem görmeye başladı. Hemen sattınız ve bu kez değer farkı 12.5mx0.4530=54.625-54275=2350 dolar Yani iki günde 2500 dolar kazandınız. Eğer spot döviz piyasasında bunu yapmaya kalksanız 12.5 milyon Yen yatırmanız gerekiyordu.)
Yine son senelerde zaten elden ele dolaşan aktifler (senetler vs) karşılığı çıkarılan menkullerle girişilen ‘menkulleştirme’ operasyonlarıyla satın alma gücü yeniden katlandı. Kapitalizm özellikle son 20 yılda her çeşit ad altında kredi ve satın alma gücü genişlemesini ve bunun beraberinde gerçekten üzerinde güneş batmayan ve 24 saat spekülasyon yapılabilen inanılmaz bir dünya piyasasını yarattı.
Eskiden kimi sosyalist ütopyacıların eserlerinde ‘kötülüklerin kaynağı’ altın ve gümüşten kurtulmuş, sadece toplumsal emeğin bir ölçüsü bir cins kredi-para tasarlanırdı. Gerçekten de yeni toplumun ancak böyle bir paraya ihtiyacı olacaktı. Kapitalizm bu parayı/krediyi sonunde en mükemmel şekline hayli yaklaşmış olarak yaratmış oldu
PARA, MENKUL KIYMET VEYA KAĞIDIN ‘DİYALEKTİĞİ’
Ben felsefeden iyi anlamam. Samimiyetle söylemek gerekirse ilgilendiğim zamanlarda da ne tarihin, ne de doğanın Hegelci bir takım tez, anti tez, sentez veya başka deyişle tez, tezin inkârı ve inkarın inkarı ‘üçlüleri’nden oluştuğu fikrini çok ta iyi kavrayamamıştım. Yine de bu üçlü modellemenin bir ayartıcılığı olduğunu felsefe tarihinde birçok önemli filozofun bunlarla flörtünden anlamak mümkün. Bu diyalektik üçlü bazen de insanın en olmadık yerde aklına takılıveriyor. Kağıt para, menkul kıymet ilişkisinde olduğu gibi..
Kıymetli evrak ile menkul kıymet ayrımının berraklaşmadığı dönemlerde (hoş şimdi de pek berrak sayılmaz ya!) ilk kâğıt paralar aslında birer kıymetli evrak, menkul kıymet karışımı idiler. Bu ilk kağıt paralar sarrafların kasasına emanet bırakılan altın sikkelerin alındı makbuzları olan birer kıymetli evraktı. Bunlar sikkeleri temsil ettikleri için elden ele dolaşmaya başladılar. Para benzeri bir nitelik taşıdılar. Böylece sikke veya sikkenin temsilcisi kağıt para ‘tez’di.
Bir müddet sonra bu işin kârlı olduğunu gören sarraflar ve hükümetler bu evrakları sikke karşılığının daha üstünde bastılar (ilk dolandırıcı peygamberler!); nasılsa herkes aynı anda parasını istemiyordu. Ardından hükümetler ve devlete yakın büyük bankerler kağıt para tekelini birlikte kurdukları merkez bankalarıyla ele geçirdiler. Halkın bu kağıtları daha çok tercih etmesi için de bunlara faiz uyguladılar. Böylece kağıt para kendi karşıtına, inkârına, anti tezine yani menkul kıymete dönüştü.
Bu dönemde hâlâ en azından teoride banknotun devlet kasasında altın olarak karşılığı mevcuttu. Sonra altın standardı ortadan kalktı. Zaten bu süreçte kağıt para kullanımı mecburi kılındığından faiz verme zorunluluğu da bitmişti. Böylece menkul yeniden karşıtına, yani paraya dönüşüyordu. İşte inkarın inkarı! Ve bu gerçekten de bir eskiye dönüş değildi. Tam da bir diyalektik sentezdi. Çünkü bu kez kağıt paranın arkasındaki güç yani devletin kasasındaki karşılık altın veya başka bir ‘maddi’ teminat değildi. Para artık ticaret hacmini temsil eden senetler ve menkul kıymetler karşılığı basılabiliyordu. Yani bu kez kağıt para yeniden gündemdeyse de peçenin ardında kıymetli evrak ve menkuller duruyordu. Bir anlamda sürecin başındaki durumun tam tersi!
SON ÇEYREK YÜZYIL
Bundan sonra bu ikili ilişkinin nasıl bir seyir izleyeceği ve dünya para ve menkul kıymet piyasalarının nasıl bir gelişim yaşayacağı üzerine epey spekülasyon yapılabilir. Bu ekonomik bilim kurgunun çekiciliğine bir iktisatçı olarak karşı koymak zor ama en azından kendimi fazla kaptırmamaya çalışacağım.
Son 25 yılda menkul kıymet ve döviz piyasaları inanılmaz bir hızla genişledi.
Menkul kıymet piyasaları ve türev kontratlarının yukarıdaki tabloda nasıl katlanarak büyüdüğünü görüyorsunuz. Türev piyasaların olumlu ve olumsuz yanlarına daha önce değindik. Dünya ticaret hacmindeki büyük artışa beraber baktığınızda şunu görüyoruz: Borçlanma yoluyla büyük bir yeni sermaye yaratıldı ve bu borçlanmanın, yeni sermayenin büyük kısmı menkullerle finanse edildi. Ticaret hacmi çok arttı; serbestleşme ve döviz piyasalarında ortaya çıkan türev araçların; dış ticareti finanse eden borçlanma araçlarının bundaki payı inkâr edilemez. Bir bütün olarak artık para piyasalarıyla iç içe geçmiş geniş anlamda menkul kıymetler dünya para sisteminin çok önemli bir parçası; eğer en önemli parçası değilse..
İşin garip tarafı bu gelişme ne kapitalist ne sosyalist iktisatçılar tarafından öngörülmedi. Liberal veya muhafazakâr iktisatçıların taa 1920’lerden beri gözönündeki bu gelişmeyi teorilerinin merkezine koymaları beklenirdi. Keynes’i saymazsak ( o da ne liberal, ne de muhafazakâr) temel eserlerinde bu gelişmelerden ciddi olarak bahsedeni pek az.. Menkul kıymet teorisi hep iktisatın ana gövdesinden uzak bir kenar mahalle çalışması olarak kaldı.
BUNDAN SONRA NEREYE?
Son 25 yılın özellikle de son 15 yılın ayırıcı vasfı üç özellikle sıralanabilir. Deregülasyon ve serbestleşme; yeni malî araçların icadı (inovasyon) ve menkulleşme; son olarak ta sermayenin ama daha çok spekülatif sermayenin tüm dünyaya yayılışı ve küreselleşme..
Bundan sonrası için iki senaryo olabilir.
Geçmişe baktığımızda her böyle aşırı serbest dönemden sonra bu piyasalarda krizler ve sıkı düzenler gelmiş. Menkul kıymet piyasaları bu bakımından tarihte seksin durumunu andırıyor. Orada da her aşırı liberal ve hoşgörücü dönemi Viktorya dönemi gibi bir tutucu, kapalı dönem izlemiş... Menkul Kıymet piyasasına bakacak olursak 17. yüzyıl sonu ve 18. yüzyıl başının müsamahakâr, serbest dönemini 18. yüzyıl ortalarının sıkı dönemi takip etmiş 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarının ‘şen’ yıllarını, 1930’larda ABD’de Glass Seagall Act’ler tüm dünyada kısıtlayıcı başka benzer yasalar izlemiş.
Son yıllarda aşırı serbest piyasaları övenler kadar bu işlerle uğraşmaktan işadamlarının kendi işlerini yapamadıklarını söyleyenler de var. Spekülatör Soros bu küreselleşme ve menkul çağının günah keçisi oldu. Küreselleşme karşıtları ona saldırıyor. Onun gibilerin krizler yaratıp milyonları açlığa mahkûm ettiği ileri sürülüyor. (Üstelik mesnetsiz olarak da değil!)
Tepki sadece eski deyimle Üçüncü Dünya’dan değil Bush’un Orta Batılı Cumhuriyetçilerinden de geliyor.
Öyleyse senaryonun tekinin nasıl olabileceğini tahmin ettiniz. Bu senaryo bugünkü sistemi eleştirenlerin bir bölümünün hayal dahi edemeyeceği bir içe kapanmacı, otarşik düzenleri moda haline getirebilir.
İkinci senaryo ise mevcut eğilimin şimdiden öngörülmeyen yeniliklerle inanılmaz boyutlara ulaşarak bir çığ gibi büyüyeceği ve tüm tepkileri silip atacağı ... Bu senaryonun en büyük kozu, en çılgın muhafazakarın veya en otarşik Üçüncü Dünyacının bile bu piyasaların yarattığı sermayeden kendiliğinden vazgeçemeyişi. 1930’larda da bu vazgeçme kendiliğinden değil dünya çapında bir kriz nedeniyle menkule dayalı sermayenin büyük bölümünün buhar olup uçmasıyla mümkün olmuştu.
Eğer bir büyük kriz olmazsa 1. senaryonun şansı az. İnternet gibi yeni teknolojiler, finans alanında yeni ödeme biçimleri yeni finansal araçlara yol açarak mevcut eğilimleri hızlandıracak gibi gözüküyor. Yani 21. yüzyıl finansal bilim kurgu denemelerine çok elverişli bir ortam vaad ediyor.
Bir global krize gelince; zor ama imkânsız değil! Eğer olursa 1930 krizini aratır; çünkü çok daha büyük boyutlu olacak. Özellikle spekülatif türev piyasaları aşırı balon yaratıcı etkileriyle krize zemin hazırlıyorlar.
Son dönemde önce 1981-83 dünya durgunluğu ve Latin Amerika, ABD Banka krizleri; 1987 Dünya Borsa Krizi (daha çok ABD merkezliydi); 1990’ların başında kimi küçük durgunluklar ve borsa krizleri; ardından 1998 Asya Krizi adeta öncü depremleri andırıyor.
Bir büyük global deprem hiç de boş verilecek bir ihtimal değil. Zaten IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar da boş vermiyor.
ÇERÇEVE(33-42)
TABLO 1
Tahvil-Bono-Borç Stoku
Milyon $
Tahvil Tahvil Tahvil Tahvil Tahvil Bono Bono Bono Bono Bono Toplam
Anaparası Faiz Toptan Net Borç Anapara Faiz Toplam Net Borç İç Borç
Ödeme Ödeme Ödeme Artış Stoku Ödemesi Ödemesi Ödeme Artış Stoku Stoku
1980 74.3 222.8 297.0 544.6 1,745.0 247.5 24.8 272.3 495.0 606.4 8,923.3
1981 81.6 299.4 381.0 172.4 1,451.5 1,152.1 54.4 1,206.6 353.8 798.3 8,990.3
1982 205.1 143.0 348.1 161.6 1,156.1 1,199.6 49.7 1,249.3 404.0 951.0 8,334.9
1983 116.2 218.9 335.1 777.4 1,608.4 781.9 120.6 902.5 -433.4 250.2 14,176.6
1984 79.4 304.0 383.5 465.7 1,454.5 578.0 112.3 690.3 777.9 931.3 12,693.1
1985 331.0 323.3 654.3 964.2 1,986.1 1,897.6 157.8 2,055.4 446.5 943.0 13,419.7
1986 1,074.7 596.4 1,671.1 822.1 2,258.5 2,176.3 369.2 2,545.4 496.2 1,228.6 15,716.5
1987 1,345.0 942.6 2,287.6 1,046.7 2,815.1 3,337.9 573.1 3,910.9 1,287.7 2,249.0 20,138.2
1988 944.8 894.9 1,839.7 1,739.8 3,433.3 3,163.1 804.1 3,967.2 435.5 1,788.4 20,021.2
1989 1,415.4 1,456.9 2,872.3 2,821.8 5,123.5 3,131.2 760.3 3,891.5 469.3 1,668.2 19,777.9
1990 1,734.2 2,417.9 4,152.2 3,045.6 7,213.5 2,498.1 669.1 3,167.3 741.3 2,098.3 21,938.6
1991 1,539.1 2,452.2 3,991.3 1,222.4 5,920.7 5,155.3 1,188.3 6,343.6 3,068.3 4,380.4 22,466.5
1992 3,435.1 2,316.0 5,751.2 7,486.6 12,584.9 7,566.2 2,190.0 9,756.2 3,494.7 6,154.5 28,296.4
1993 6,365.0 3,859.5 10,224.5 9,340.3 17,373.3 14,309.4 3,794.8 18,104.3 2,028.4 5,881.0 32,588.5
1994 5,417.9 3,790.6 9,208.5 1,647.5 8,068.3 13,327.8 3,842.9 17,170.7 8,080.3 10,253.9 26,940.2
1995 2,068.6 2,423.6 4,492.2 5,963.1 11,203.8 21,269.8 7,803.9 29,073.7 7,160.3 13,820.6 29,795.7
1996 6,623.2 4,044.2 10,667.4 8,773.6 15,425.0 34,873.0 12,190.5 47,063.5 11,051.3 18,851.3 38,853.8
1997 6,067.5 5,689.0 11,756.5 14,995.9 23,610.7 14,721.2 7,271.6 21,992.8 5,607.2 15,703.8 41,546.9
1998 9,089.4 9,690.8 18,780.2 8,543.8 21,617.9 22,772.8 11,370.2 34,143.0 12,981.0 21,876.1 58,370.8
1999 14,562.8 11,641.5 26,204.3 33,122.4 46,865.2 22,530.4 11,916.5 34,447.0 -6,200.4 7,706.6 66,709.5
48,532.8
Toplam 62,570.2 53,727.7 116,297.9 176,689.2 65,264.2 241,953.4
TABLO 2
Bütçe Girdileri
Konsolide
Konsolide faiz bütçe faiz
Tarımsal sübv. Kons. ödem/kons. ödemeleri/
girdi/ bütçe faizi/ Faiz dışı denge bütçe kons.bütçe
GSMH GSMH milyon $ gelirleri harcamalar
1980 0.0 0.01 -1,683.2 0.034 0.029
1981 0.0 0.01 -433.6 0.054 0.049
1982 0.0 0.01 -433.8 0.060 0.054
1983 0.0 0.02 -453.0 0.092 0.081
1984 0.0 0.02 -1,473.6 0.157 0.117
1985 0.0 0.02 -215.5 0.146 0.125
1986 1.7 0.03 -113.1 0.186 0.156
1987 5.1 0.03 -389.1 0.217 0.174
1988 3.8 0.04 786.6 0.283 0.232
1989 3.5 0.04 357.0 0.263 0.212
1990 3.6 0.04 260.1 0.253 0.204
1991 2.9 0.04 -2,265.6 0.249 0.185
1992 2.3 0.04 -1,039.6 0.231 0.182
1993 1.8 0.06 -1,585.6 0.331 0.240
1994 2.3 0.08 4,924.4 0.400 0.332
1995 1.6 0.07 5,680.9 0.413 0.337
1996 3.5 0.10 3,199.0 0.554 0.380
1997 1.1 0.08 246.4 0.396 0.285
1998 2.7 0.12 9,283.8 0.520 0.396
1999 - - 3,991.3 0.565 0.383
TABLO 3
Dış Borç Tuzağı
Milyon $
Toplam Dış Borç Kısa vade.borç
1980 15,734.0 2,505.0
1981 16,627.0 2,179.0
1982 17,858.0 1,764.0
1983 18,814.0 2,281.0
1984 20,823.0 3,180.0
1985 25,660.0 4,759.0
1986 32,206.0 6,349.0
1987 40,326.0 7,623.0
1988 40,722.0 6,417.0
1989 41,751.0 5,745.0
1990 49,035.0 9,500.0
1991 50,489.0 9,117.0
1992 55,592.0 12,660.0
1993 67,356.0 18,533.0
1994 65,601.0 11,310.0
1995 73,278.0 15,701.0
1996 79,637.0 17,345.0
1997 84,891.0 17,994.0
1998 96,906.0 21,217.0
1999 101,781.0 23,472.0
2000 114,324.0 26,531.0
TABLO 4
Döviz Krizi’nin Perde Arkası (Milyon $)
Cari işl. Dış tic.
dengesi dengesi İthalat İhracat İth/GSMH İhr/GSMH İhr/ithalat
1980 -3,408.0 -4,603.0 -7,513.0 2,910.0 -11.4 4.4 -0.4
1981 -1,936.0 -3,864.0 -8,567.0 4,703.0 -11.8 6.5 -0.5
1982 -952.0 -2,628.0 -8,518.0 5,890.0 -12.9 8.9 -0.7
1983 -1,923.0 -2,990.0 -8,895.0 5,905.0 -14.3 9.5 -0.7
1984 -1,439.0 -2,942.0 -10,331.0 7,389.0 -17.0 12.2 -0.7
1985 -1,013.0 -2,975.0 -11,230.0 8,255.0 -16.5 12.1 -0.7
1986 -1,465.0 -3,081.0 -10,664.0 7,583.0 -13.9 9.9 -0.7
1987 -806.0 -3,229.0 -13,551.0 10,322.0 -15.4 11.8 -0.8
1988 1,596.0 -1,777.0 -13,706.0 11,929.0 -15.1 13.1 -0.9
1989 961.0 -4,219.0 -15,999.0 11,780.0 -14.7 10.8 -0.7
1990 -2,625.0 -9,555.0 -22,581.0 13,026.0 -14.8 8.5 -0.6
1991 250.0 -7,340.0 -21,007.0 13,667.0 14.0 9.0 -0.7
1992 -974.0 -8,190.0 -23,081.0 14,891.0 14.4 9.2 -0.6
1993 -6,433.0 -14,160.0 -29,771.0 15,611.0 16.4 8.6 -0.5
1994 2,631.0 -4,216.0 -22,606.0 18,390.0 18.6 14.5 -0.8
1995 -2,339.0 -13,212.0 -35,187.0 21,975.0 29.6 18.0 -0.6
1996 -2,437.0 -10,582.0 -43,028.0 32,446.0 23.8 12.6 -0.8
1997 -2,638.0 -15,358.0 -48,005.0 32,647.0 25.4 13.7 -0.7
1998 1,984.0 -14,420.0 -45,440.0 31,220.0 22.4 13.1 -0.7
1999 -1,364.0 -14,103.0 -40,691.0 26,588.0 22.0 14.3 -0.7
2000 Kasım -7,473.0 -24,964.0 -49,672.0 24,708.0 - - -0.5
Toplam -31,803.0 -168,408.0
TABLO 5
Türev Araçların Hacminde Yaşanan
Önemli Artışlar (Milyar $)
1986 1990 1994 1995
Borsalarda işlem
gören araçlar 618.3 2.290.4 8.862.5 9.185.3
Faiz oranı
future’ları 370.0 1.454.5 5.757.4 5.863.3
Faiz oranı
opsiyonları 146.5 599.5 2.623.5 2.741.6
Döviz future’ları 10.2 17.0 40.1 37.9
Döviz opsiyonları 39.2 56.5 55.6 43.2
Borsa endeksi
future’ları 14.5 69.1 127.3 172.2
Borsa endeksi
opsiyonları 37.8 93.7 238.3 326.9
Tezgâh-üstü piyasalar – 3.450.3 11.303.2 17.990.0
Faiz oranı swapları – 2.311.5 8.815.6 –
Döviz swapları 400.0 577.5 914.8 –
Diğer swap araçları 100.0 561.3 1.572.8 –
Kaynak: Ali Alp, Finansın Uluslararasılaşması, Yapı Kredi Yayınları 2000.
Not: – verilerin elde edilemediğini göstermektedir.