Sürekli Kriz Ülkesi

Bir ülke düşünün bütün boş zamanlarını krize girerek değerlendiriyor! Hadi iyice eskimişlerini saymayalım ama işte yeni Türkiye’nin ebesi 1977-78 krizi.. Hani 70 cente muhtaç kaldığımız, ışıkların kesildiği, tüp gaz kuydukları filan.. Onu önlemek için 24 Ocak kararları ve bunun yarattığı 1980-81 krizi. Beraberinde bir de siyasi kriz:12 Eylül. Derken 1983 Banker Krizi.. Bitmedi 1988 borsa ve döviz krizi, Şubat kararları Özal’ın liberal politikadan zorunlu geri adımı.. Hah bitti derken 1991 Körfez Krizi. Daha yeni çıkmıştık ki 1994 Çiller Krizi. Üç senede zar zor kriz öncesi seviyelere geldik derken 1998 Tekstil Krizi, ve Asya-Rusya krizi. Şimdi de 2000 Kasım Krizi . 21 Şubat 2001 Krizi.. Halen de içindeyiz ne zaman biteceğini krizi sözüm ona yönetenler dahil kimse bilmiyor.

Sözün kısası biz en az çeyrek yüzyıldır ya krize girmek üzereyiz ya krizin göbeğinde ya krizden çıkmak için kemer sıkıyoruz! Dünyada bu kadar uzun süre kemer sıkan bir başka ülke yok! Bu konuda haklı bir üne sahip olan Güney Amerikalıları bile performansımızla sürklase ettik. Üstelik biz Türkler depresyon ve talep daralmasını 25 sene boyunca enflasyonla birlikte yürütebilmiş nadide bir ulusuz.

KRİZİN HÜLASASI

Bu seferki kriz nasıl patladı? Aslında her seferki kriz gibi..

Yine Türkiye’nin dövizi bitti. Genel olarak Türkiye 1950’lerden beri hep böyle krize girer. Ama neden dövizi tükettiğinin sebepleri farklı olduğu gibi özellikle 1980 sonrası piyasaların deregüle olduğu serbestleştiği, çok sayıda organize piyasanın kurulduğu son dönemde krizin ortaya çıkışında deregülasyon öncesine göre daha da önemli farklar var. Bu önemli farklar nedeniyle örneğin 80’li yıllarda birçok ünlü iktisatçı Türkiye’nin bir daha eskisi gibi döviz krizine girmeyeceğini iddia etmişti. Onlara göre uluslararası piyasalardan gerekli garantileri vererek ve gerekirse fiyatı yükselterek döviz borçlanmak artık çok kolaydı. Bu yüzden eski türden döviz darboğazları yaşanmayacaktı. Gelgelelim krizin orta yerinde tam lazım olduğunda 1 dolar bile bulunamadı.

Son büyük kriz 1994 kriziydi; o yüzden bu krizin seyrini herkes 94’le kıyaslıyor. Benzerlikde açık! O zaman da döviz kuru yapay olarak düşük tutulmuş; faizler ise sıcak para uğruna yüksek bırakılmıştı. Devlet borçlanma miktarları net olarak artırılmış; kamu kesiminde kısmi bir konsolidasyon ile yeni borçlanmanın da önü açılmıştı. Yüksek faiz ve yeni borçlanma iç borç oranlarında sıkıntı yaratmaya başlayınca faizlerin de Çiller’in şimdi adı bile unutulmuş olan nev zuhur programı ile yapay olarak düşürülmeye çalışılınca krize davetiye çıkarılmış oldu. Aşırı kredili piyasanın yol verdiği inanılmaz spekülasyon ortamında beklenen durgunluk, hattâ depresyonu ani kriz haline çevirmede ve şiddetini arttırmada etken oldu.

Bu seferki kriz nasıl ortaya çıktı? Aslında çok benzer şekilde.. Kısaca gözatalım. Krizin başlamasından önceki aylar düşük bir döviz kuru, aşırı değerlenmiş TL, tarihin en yüksek seviyelerine 2.5 dolarları bulmuş bir borsa endeksi, ve hükümetin ve kamu bankalarının zoru ve ’IMF programı ve uyumlu koalisyon birlikte enflasyonu yenecek’ gazı ile yürütülen faiz düşürme operasyonları sonucu enflasyonun altına çekilmiş faiz oranları.. Üstelik yüksek bir devlet borcu ortamında. Bu kez iç borçlanma oranları 94’ten de kötüyken.. Böylelikle krizin altyapısı hazırlanmıştı.

Bu durumda ülke krize girebilirdi de girmeyebilirdi de.. Aklıbaşında ekonomi politikalarına dönülüp (‘iyi’ekonomik kararlar her zaman, ‘uygun’ siyasi kararlar olmayabiliyor; basiretli siyasi tavır her zaman uygun sınıfsal dengelerce kolaylaştırılmadığı gibi..) yavaş bir daralma sürecine girilebilirdi. O zaman girilen kriz değil bir durgunluk, hattâ kontrollü küçülme olurdu. Balon patlamaz yavaş yavaş sönerdi. Emekçi sınıflar için durum yine oldukça kötü olurdu ama bu kadar değil; egemen sınıflar için sıkıntılı ama oldukça tercih edilir bir durum ortaya çıkardı. Öte yandan odanın içi o kadar gazla dolmuştu ki pencereyi açmaya giden birinin ökçesinden çıkan bir kıvılcım bile ortalığı havaya uçurmaya yetecekti! Özetle kriz hazırlık devresi sonucu en kuvvetli ihtimal halini almıştı. Türkiye’nin yaklaşık 20 senelik problemi bankacılığın çürük yapısı ; yolsuzluk ve holding bankacılığı bu krizde ’94’e göre daha belirgindi. ’94’te üç bankanın kaybı bu kez 8 bankaya çıktı. Her iki krizde batan bankalar sadece yanlış yönetim ve spekülasyonların değil aynı zamanda açık yolsuzluk ve yasa dışı işlemlerin ‘kurbanı’ idiler.

Bize göre bu son krizin dört alt bölümü vardı. Birinci bölüm yani ilk tedirginliklerin piyasaları sardığı hazırlık dönemi. 15-15 Kasım günleri gecelik faizler % 100’lere tırmandı. Merkez bankasına döviz talebi hissedilir oldu. Ancak panik yok. Merkez duruma hakim; döviz rezervleri yeterli veya öyle sanılıyor. Daha çok hangi bankaların zor durumda olduğu konuşuluyor. Genel bir piyasa depremi beklenmiyor. Ancak döviz talepleri sürüyor; bunun sebep olduğu TL sıkışıklığı artıyor. Faizler bir türlü düşürülemiyor. Borsa da bu gelişmelere endekste düşüşle yanıt veriyor. panik belirtileri baş gösteriyor. 22 Kasım Çarşamba İplerin koptuğu gün; Krizin ikinci bölümü. Merkezden 1.5 milyar $ bir günde çıkıyor; rezervler üzerine ilk kuşkular. Gecelik repo faizleri % 250 ’ye fırlıyor. Borsa ilk seans tabana doğru gidiyor. 29 Kasım’a hemen ‘Kara Çarşamba’ adı takılıyor. Gün sonunda hükümetin demeçleri ve müdahaleleri ile piyasalar biraz panikten sıyrılır gibi oluyor. Borsa günü artışla kapatıyor. Ancak iyimser hava sadece bir gün daha sürüyor ve Cuma günü bütün piyasalarda sıkıntı hissediliyorsa da herkes “hele yeni hafta olsun da..” düşüncesiyle paniğe girmiyor.

Hafta sonu Türkiye’nin AB ’ye rest çektiği gazetelerin sürmanşetinde. Pazartesi borsa açılışta düşmeye başlıyor repo ve bono faizleri de yükseliyor. Buna rağmen dövize talep sürüyor.

Döviz çıkışında yabancı bankaların önü çektiği bir müddet sonra anlaşılıyor. Kimi bunu AB restine karşı bir sabotaj olarak görüyor. Kimi tıpkı Malezya ve Soros örneğindeki gibi uluslararası spekülatörlerin kâr amaçlı bir saldırısı; kimi ise durumdan kuşkulanan yabancıların normal bir risklerini azaltma operasyonu. Bizim kanımızca bunların hepsi hem iç içe hem de birbiri ardısıra gerçekleşti.

Salı günü ipler bir daha kopuyor. Faizler yeniden 250’lere tırmanırken borsa % 9 düşüyor bir günde . Merkezden 1.2 milyar $ döviz çıkışı. Ankara krizi masaya yatırıyor. Zirve üstüne zirve. Anlaşılıyor ki Merkez Bankası 6 milyar $ döviz satmış ve talep hâlâ devam ediyor. 30 Kasım Perşembe Krizin 3. bölümünün zirvesi. Merkez piyasayı fonlamayı kesiyor! Mısırdaki sağır sultan bile artık krizin farkında..

Ardından IMF Dünya Bankası ve ABD’de konuyla ilgili kim varsa Ankara’ya koşuyor. Türkiye’ye borç vermiş Avrupa’nın büyük bankalarının hisseleri borsalarda düşerken , Moskova ve Budapeşte borsalarında endeks düşüyor. Tüm dünyada yabancı yatırımcılar ‘emerging market’ denilen gelişmekte olan ülke borsalarından hızla çıkıyor. Türkiye’nin sorunu bir anda dünya sorunu olmaya başlıyor. Yardım sözleri veriliyor. Bu arada hükümet acil yardım adına ayak sürüdüğü ne kadar konu varsa hepsini 1 gece içinde kabul ediyor. Telekom mu hemen satacağız; THY tabii.. Yeni zamlar; yeni vergiler pekâlâ... Belki de en mühimi devlet özel bankaların tüm yabancı borçlarına kefil olmayı kabul ediyor. Neye kefil olduğunu bilip bilmediği ayrı bir konu.. Yabancılar parayı vermeden önce en yüksek derecede teminatı koparmış oluyorlar.

Krizin 4. bölümü ise ‘mali sektör krizi reel sektöre sirayet eder mi etmez mi’ tartışması ile başlıyor. Bankalar vadesi gelmiş kredileri yenilemiyor veya çok yüksek faizle yeniliyor. Kredi kartları, bireysel kredi faizleri ve taksit kart faizleri hemen hemen ikiye katlanıyor. Bu gelişme sanayicileri ayağa kaldırıyor. TOBB ve TÜSİAD’dan protestolar yükseliyor. Aralık ayı ve Ocak başı böyle beklentiyle geçiyor

Devre arası.. Krizin ilk yarısı böylece kapanıyor. İnsanlar yavaş yavaş ‘yine atlattık’ psikolojisine giriyor. Hattâ kendilerinden endişelenmeyi bırakıp son krizin kurbanı Demirbank’ın sahiplerine üzülmeye başlıyorlar. ‘Başka batacak banka yok!’ teminatları ikna edici bulunmaya başlanıyor. Krizin artçı dalgaları İhlas finans’ın başını yiyor. Krizin ÖFK’lara yönelmiş olması onun hafiflemesine, yön değiştirmesine işaret sayıp sevinenler bile oluyor. Faizler normal seviyede kur aniden fırladığı 680 binlik Kasım seviyesinden gerileme emareleri gösteriyor. IMF’ten ve diğer finans kurumlarından beklenen yeni krediler henüz ortada yok ama geleceğine kesin gözüyle bakılıyor. Bankalar açık pozisyonlarını kapatmak için dövize ani hücumlarını şimdilik kestiler. Sene sonu itibarı ile yabancı bankalara olan borçlarının ne kadarını yeniden uzatacaklar onun hesabındalar. Kriz durduğuna göre büyük bölümünü tekrar uzatabileceklerini düşünenlerin sayısı az değil. Yine de riskler çok büyük . En ufak olumsuzlukta herkes açık pozisyon kapatma, dışarıya para çıkarma derdine düşecek. Bankalardan para kaçacak. Batık banka söylentileri yeniden doğacak. Fakat böyle bir tökezlemeden önce dışardan taze paranın geleceği ve bunun da kötümser beklentileri azaltacağı umuluyor.

Krizin 5. Bölümü: Devletin iç borçları son derece sıkışık konumda ve Şubat ayında Cumhuriyet tarihinin en büyük itfası var. Aynı zamanda bu itfadan sadece 1 gün önce Hazine’nin geri ödeyeceği bu parayı toplamayı ümit ettiği ihalesi.. Ondan da 1 gün önce sürekli ertelen AB için hükümetin açıklayacağı Ulusal Program ve burada kabul edeceği taahhütler.. Sonrası malum. Ecevit’in MGK’da çıkardığı olay ve bunu hemen kamuoyuna taşımadaki acelesi.. Kimi bunu densizlik saydı, kimi kasıt aradı.. Her ne ise tam o günlerde olmaması gereken tek şey siyasi bir krizdi. Zaten semptomatik tedavilerle ateşi düşürülmüş Kasım krizini doğuran hastalık aslında daha ağırlaşmış biçimde alttan alta seyrediyordu. Bütün unutulmuş endişeler yeniden su yüzüne çıktı. Yeni bankalar batacaktı.. devlet borçlarını ödeyemeyecekti.. Döviz ve faiz oranları durdurulamayacaktı.. Yabancılar taze para göndermeyecek; eski borçlarını yenilemeyecekti.. Felaket senaryoları her krizde olduğu gibi kendi kendilerini gerçekleştiriyordu. Bu noktada kamu bankalarının gecelik tahhütlerini kapatmakta zorlandıkları görüldü. Görev zararlarına dikkat yeniden çekildi ve bu ikinci devrenin faturası kamu bankalarına kesildi. Hükümet ne zamandır yapması gerekeni yapıp kur çıpası yönteminden kontrollü dalgalı kura geçti. Döviz kuru serbest bırakıldı.

Bankalar biran evvel açık poziyonlarını kapatmak için her ne fiyattan olursa olsun döviz satın aldıkça döviz kuru milyon TL yi geçiyor ve bu da açık pozisyonları daha da kötü hale getiriyordu.

Kasım krizinden farklı olarak bu kez yabancılardan çok yerli sermaye sahipleri sürekli dışarıya para transfer ediyordu.

En önemlisi geçen krizde kenarında durulan ‘krizin reel ekonomiye sıçraması’ gerçekleşmiş ve kitle halinde işten çıkarmalar başlamıştı. TOBB bankalarla, hükümetle pazarlığa oturuyor, esnaf Cumhuriyet tarihinde ilk kez kitlesel olarak yürüyor. Kamu işçileri ve hükümet arasında ipler geriliyordu. Yeri gelmişken ‘krizin reel ekonomiye sıçraması da saçma bir laf; çünkü gündemdeki kriz bir para banka krizi bir mali kriz olmanın baştan beri ötesindeydi. Seyrettiğimiz bir genel krizin önce mali sektörde tezahür etmesinden başka bir şey değildi.

Koalisyon Hükümeti krizi bizle beraber seyretti! adeta felce uğramıştı. Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş çağırıldı. O da 55 gün boyunca program hazırladı. Herkes programdan kaç para döviz bulunduğu haberini beklerken. işin bu yanına değinilmedi. Aslına bakarsanız bir kriz müdahele programı yoktu. Ve bu sonunda açığa çıktı. Piyasalar başka çareleri olmadığından olsa gerek bir program açıklanmış gibi davranmayı sürdürdüler; birbirlerine moral aşılamaya çalıştılar. Dolar geri adım bile attı. Ancak daha üstünden hafta geçmeden Koalisyonda özellikle MHP’nin görünüşte halkçı ayak sürümeleri (tam bir tribüne oynama taktiği) ve ANAP’ın alttan alta muhalefeti yeni bir skandala sebep oldu. ‘Program ‘ın yürümeyeceği kuşkuları ağır basmaya yeni bir panik beklentisi ortaya çıkmaya başladı.

Türkiye’de krizleri açıklamak için liberalizmin yetersizliği ve devlet müdahaleciliğinden tutun, Keynesçi eksik tüketim teorileri ve Marksist ‘düşen kâr hadleri’ ve yapısalcı ithal ikame tezlerine dek her teori kullanıldı. Buna rağmen örneğin şu son krizde TV’lerde boy gösteren bütün ünlü iktisatçılar dahil hepsi olayı es geçti 27 Kasım’ da Enis Berbesoğlu Kriz’in nedenlerini irdelediği köşesinde şöylediyordu “Bu mali depremin bir hayırlı sonucu oldu.. Üfürükçü hoca tayfasının foyası meydana çıktı.. Ne yaklaşan krizi haber verip tasarrufçuyu uyardılar, ne de piyasa yatıştıktan sonra şeffaf mantık çizgisiyle neden sonuç ilişkisini kurup tekrarının önlenmesine katkıda bulundular. Gerçek sorumluyu yani Ankara’yı hedef alacak cesaretleri olmadığı için uzmanlıklarını ‘tansiyon yüksek’, ‘tek neden dedikodu değil’ türü muğlak yorumlarla kanıtlamaya uğraştılar.. Okurlar da bilgiyi taraflı uzmanların burun kıvırdıkları ekonomi basınından takip etti” Berberoğlu’nun bu yorumunda yerden göğe hakkı var tek katılmadığımız husus şu ki ekonomi basını da önceden uyarı görevini yerine getiremedi; ama hiç değilse gelişmeleri çoğunlukla cesurca duyurdu.

Bu konuyu niçin bu kadar vurguladık? Çünkü pek çok piyasanın karşılıklı ilişki içinde olduğu modern ekonomilerde yorumcuların, bilgi sağlayıcılarının uyarı görevi başlı başına krizi önleyici, en azından hafifletici işleve sahiptir. Son krizin ağır seyretmesinin bir nedeni buradaki performans düşüklüğü..

OLMASAYDI OLMAZDI

Gelelim diğer nedenlere.. Dediğimiz gibi eğer Newton’un dediği gibi isterseniz aptallıklar deyin; arka arkaya yapılan hatalar olmasa yapısal nedenlerle ille de krizin çıkması şart değildi. Faizler yine yükselebilir; borsa yine düşebilir; enflasyon o kadar kemer sıkmaya yine ancak 10-15 puan düşebilirdi; ama bu kötü bir performans zaman kaybı ve servet kaybı olurdu. Kriz olmazdı; panik olmazdı. Kriz piyasaların dengesinin çok kısa sürede derin biçimde ve panik eşliğinde bozulması; haftalar içinde yıllar boyu kazanılmış kaynakların heba oluvermesi ve düzelmenin de yıllar almasıdır. Yani örneğin diyetine dikkat etmeyen bir hastanın kolestrolü yüksek çıkıyor olabilir. Ama bu onun gelecek ay kalp krizi geçireceğini göstermez!

Biz işte burada ne hatalar yapıldı onları bulmaya çalışacağız. Biz demiştik demek için değil bir daha tekrarı olmasın diye..

Aslında pek çok yorumcu şimdi böyle yapıyor genel olarak teşhisler şöyle: banka operasyonlarında, gözaltılarda insanlar korkutuldu. Bankalar Zekeriya Temizel korkusundan açık pozisyonları kapatmada aşırı hassas davrandılar; AB ile çelişki sorun yarattı; Hükümet bankaların birbirini yemesine göz yumdu; piyasanın nakit ihtiyacı zamanında giderilmedi. Eski merkez bankacısı Ercan Kumcu ise ’iş işten geçtikten sonra da olsa iyi bir tespit yaparak istikrar dönemlerinin kurallarına bağnazca sadık kalındı’ diyor. Hükümetin boyuna siyasi krizler çıkarmasının altı çiziliyor. Krizi önlemede etkin davranılmadığı, seyirci kalındığı vurgulanıyor. Söylenilmeyen halk sınıfları ile bir konsensus altında krize karşı konulmadığı; krizin altındaki asıl faktörün yani devlet borçlarının yeniden vadelendirilmesine gidilmesinin gereği vurgulanmıyor.

Yukarıda krizin yakın planını ele almıştık şimdi ise uzak plan çekimini verelim. Buraya nasıl gelidi daha geniş bir perspektiften bakalım.

Kötü oyuncular krizi. 1995-1997 yılları arasında iyi bir konjonktür yakalayan sanayici ve özellikle tekstilci sanki bu iyi konjonktür bu inanılmaz hızda büyümeye devam edecek gibi gırtlağına kadar yatırım yapmıştı. İtalya’ya, İsviçre’ye giden uçaklar makine almaya hevesli, model kapmaya niyetli Anadolu sermayedarlarıyla doluydu. Devlet Planlama Teşkilatı o sıralarda neyi planlıyorsa bu durumu sadece seyretti. Bir sene sonra bu makinelerin ürettikleri artık eski hızında satılamayınca tekstilci, bankalara borcunu ödeyemez oldu. Burada önce sektörel sonra genelleşen bir aşırı üretim bunalımının ilk aşamasını görüyorduk. Bir de üstüne Asya Krizi gelince ve krizden kurtulmak için Uzak Doğu ülkeleri fiyat kırınca durum daha vahimleşti. Batanlar ve batar hale gelenler.. Bankalar da nasibini aldı tonla donuk kredi.. Devletin normal olarak yapması gereken iş çevrimi daralmasının krize çevrilmemesi için piyasaya para sürmesi, genişletici mali programlar uygulamasıydı. Hiç gerekmediği sıralar sürekli para saçanlar bu kez tam tersini yaptılar.

Akla gelen karpuz kabuğu. Tam Asya Krizinin ortasında Ankara’nın aklına enflasyonla mücadele geldi. Işın Çelebi bir basın toplantısında hükümetin ’enflasyonla mücadelede kararlı olduğunu’ duyurdu. Krizin ortasında enflasyonla mücadele etmek en son 1929 yılında Başkan Hoover tarafından denenmiş; tescilli bir garabet olarak da ekonomi tarihine geçmişti. 25 senedir duran Türkiye Cumhuriyetleri hükümetleri tam uluslararası krizin ortasında talep daraltıcı olacağı kesin anti enflasyonist politikaya geçtiler. Hani bir sene sonra geçselerdi kıyamet kopmazdı. O sırada siyasi olarak onlara havalı bir davranış gibi gelmiş olmalı..

Ne işin var o kuyrukta. Enflasyonu düşümeyi kafasına koyan önceki hükümet bunun dış desteksiz olmayacağını aklı kestiğinden gidip IMF’e başvurdu. Stand by’ımsı bir garip program (stand by olmayan izleme programı) başladı. Şimdi o dönem durum IMF’e gidilecek kadar kötü değil. Bu bir yana acımızdan ölsek IMF’e gidilmeyecek birkaç ay varsa o da işte o aylardı. Zira isterseniz yabancı bir yatırımcı gözüyle dışarıdan bakalım. “IMF kuyruğundaki ülkeleri saysana George..” “Malezya, Tayland, Endonezya, Rusya, Turkiye, Jack..” “Ne Türkiye mi; bu Türler de çok oluyor George..” Evet o dönem zorunluluktan IMF’e koşmuş birkaç Asya ülkesi ve Rusya dışında kuyrukta bir de Türkiye var. Adam ne bilsin bizim krizde olup olmadığımızı. Sonuçta o sene durup dururken Türkiye’den milyarlarca dolar sıcak para kaçtı!

Deneme tahtası olmak. Ama böyle bir krizi yaratmak için bu kadar hata yetmezdi. Endonezya ve Malezya’yı batıran IMF reçetesi yani sabit kur politikasına da geçmek gerekiyordu. Bu sabit kur hedeflerinin Soros gibi spekülatörlerin hedefi olduğu artık bilinmesine ve bunu uygulayanlar fırsat bulduğunda terk ederken Türkiye yıllardır başarıyla uyguladığı kontrollu dalgalı serbest kur yönteminden çıpa yöntemine IMF tavsiyesiyle geçiverdi. Üstelik kur hedefini uluslararası kuruluşların bile fazla iyimser bulduğu bir seviyede belirledi. IMF için iyi bir deneydi. Başarılı olursa kendi reçetesi yararını kanıtlayacaktı. Ama bu kur hedefini tutturma inadıdır ki son krizin saatli bombası oldu.

Elini göstermeyeceksin. Kur hedefi ilanı iki sorun yarattı. Önce Merkez Bankası bir oyuncu olarak elini masaya açmış oldu. Bu şu demek ‘elim o kadar iyi ve ben o kadar iyi bir oyuncuyum ki gizliliğe ve blöfe ihtiyacım yok. Beni yenemezsiniz.’ Böyle bir tavrın bazen güven verici olduğu doğru ama iyi oyuncu tavrı yine de bu değil. İkinci olarak Gümrük birliğine geçiş sonrası Türk dış ticaret dengesinin çok sorunlu olduğu ve bunun hemen düzelmeyeceği belliyken enflasyonu önlemek için kuru stabilize etmeye çalışmak bu cephede durumu daha da kötüleştirebilirdi. Nitekim 9 ayda dış ticaret açığı 20 milyar doları bulunca bütün dış kredi imkânlarına rağmen cari açık da 6 milyar doları geçti ve krizde asıl panik etkeni yani bombanın yanmış fitili oldu.

Papağan fıkrasını okumazsan. Bir hata da Merkez Bankası yönetiminin papağan fıkrasını okumamış olması idi belki de. Bakın bir pet dükkanına giren adam papağanın 1000 dolara satıldığını görmüş diğer papağanlar ise 100 dolar civarında.. Dükkan sahibine sormuş. “Yahu bunun ne özelliği var?” Dükkancı “Bak bu papağanın bir ayağındaki kırmızı ipi çekersen fransızca, diğer ayağındaki mavi ipi çekersen almanca konuşur” demiş. Adam herhalde dalga geçmek için “ya ikisini birden çekersem” deyince bu kez papağan atılmış “düşerim aptal!”

Şimdi siz dövizin ipini döşemeye bağlar sonrada doğal olarak bir krizde bu nedenle TL sıkışıklığı olunca faiz ipini de çekerseniz papağanın düşeceğini bilmiyorsanız orada yeriniz yok. Zira bu bilgi bütün iktisat 2. sınıf makro ekonomi derslerinde öğretiliyor.

Önüne gelene kefil. Merkez ve Hazine yönetimi ile Koalisyon liderlerinin bir yanlışı da en basit ticaret kuralını önemsemeyişleri “Sakın kimseye kefil olma!” Bizim devlet, kriz öncesinde önüne gelene kefil oldu. Bankaların 10 milyar dolara yakın batık kredilerine kefil oldu. Mevcut mevduata kefaleti sürdürdü. Ayrıca son olarak hesabını bile bildiğinden şüphe ettiğimiz bankaların yurtdışı kredilerinin tümüne kefil oldu. Böyle sergüzeştperver hükümete de ne iç ne dış finans çevrelerinde kimse güvenmedi. Üstelik madem kefil olacaksın bari aracını iyi seç.. Batık bankalara piyasada repo yapıp fon sağlamaları için 6.5 milyar dolar tutarında devlet kağıdı veriyorum dersen bono ve repo piyasasının hali ne olur hiç mi düşünmedin?

Kabadayılığın da bir zamanı vardır! AB bize kötü davranmış; Kıbrıs ve Ege konusunda küstahça isteklerde bulunmuş. İlle rest çekeceksen kriz başlangıcında çekme çünkü kaldıramayacaksın. Bu restin ertesindeki ilk iş gününde Türkiye’den oluk gibi para çıktı! Pekâlâ Nice’de fotoğraf çektirme hevesi için o kadar restleşilemeyebilir, olay zamana bırakılabilirdi; zaten fotoğrafta da çıkılamadı, aksi tesadüf!

İki haftada 11 milyar dolar kaybeden kumarbaz. Kim mi dersiniz, tabii ki Merkez Bankası. Kasım krizinde 1 haftada 6 milyar dolar. Şubat krizinde 1 haftada 5 milyar dolar... Üstelik bu ikinci krizde artık akıllanıp döviz satmaktan vazgeçtiği halde..

Krize acil müdahale. Kriz başlıyor. Eh Türkiye alışık. Kriz yeni bir şey değil. Piyasalar kendini toplamaya çalışırken genelde hükümetler bir dizi tedbir açıklar. Bir çoğu deli saçması olmasına rağmen bunlar ‘yahu birileri bir şey yapıyor ‘ diye piyasanın kendi kendine moral depolamasını sağlar hiç değilse. Bu kez hükümet katatonik bir halde tam iki ay krizi sadece seyretti. Artık dışarıdan gelecek 15 milyar dolar bekleniyor. Son umudun verdiği bir rahatlık var. Para gelse de gelmese de üçüncü bir panik dalgası çok muhtemel. Bir de şansı var Türkiye’nin, tabiî buna şans denirse. ABDve Avrupa’da ekonomik durgunluk, daralma başladı. Büyük miktarlarda para-sermaye buralarda “işsiz” kalacak ve borç verilecek yer arayacak. Türkiye biraz güven duygusu uyandırırsa uluslararası finans çevrelerinde yangını söndürecek para kolayca bulunabilir. Ama ülkeyi kundaklamaya bu kadar hevesli bir sistemle bu ne maliyetlerle söndürülecek kaçıncı yangın olacak?