Yaklaşık on yıl önceydi, başladı ve neredeyse iki yıl güçlü bir rüzgâr estirdi. Kimse şimdi pek hatırlamıyor ama, bu rüzgârın ismi o zamanlar da aynıydı: “Yeni oluşumlar”. “Siyasette yeniden yapılanma” diyenler de vardı. Türkiye’de hafızasızlık çok daha kısa periyotlarla gerçekleştiği için bu hatırlatma belki bugün olanlara bir ışık tutar.
Önce “sağ”dan başlayalım: 1990’ların başında İstanbul Belediye Başkanlığı ile önemli bir popülarite sağlamış olan Bedrettin Dalan DMP’yi kurmuştu. 1991’de Hasan Celal Güzel ANAP’tan istifa ederek “yeni oluşum bayrağını” açtı, daha sonra da Yeniden Doğuş Partisi’ni kurdu. 1991’de Aydınlar Ocağı çevresi bir “büyük sağ parti için” harekete geçti, ama daha sonra RP-MÇP-IDP ittifakını ve devamını desteklemeyi seçti. Aydın Menderes, Demirel ile yollarını ayırdı ve yeni parti çalışmalarını başlattı; önce BDP ve sonra DP’yi yaratan süreç başladı. 1992’de Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları MÇP’den ayrıldılar ve BBP’nin macerası start aldı. ANAP’ta Mesut Yılmaz’ın Genel Başkan seçilmesi sonrasında Özal tarafından başlatıldığı iddia edilen parti girişimleri ve tartışmaları sürdü. Bu arada bit pazarına nur yağar umuduyla yasakları kalkan bütün eski partilerin yeniden açılma girişimleri yaşandı; DP, AP, MHP... Mevcut partiler, eskiler ve yeni oluşumlar sıralanınca bir ara sayı 12’ye kadar çıkmıştı galiba.
Sola gelince de tablo pek farklı değildi aslında: “Yeni sağ dalga” karşısında geç afallamış merkez solda da ayrılık tablosu gayet belirgindi. Henüz tırmanışa geçememiş inatçılığı ile DSP, ivmesini kaybetmiş SHP ve yeniden açılmış ve başına Deniz Baykal’ı yerleştirmiş CHP. “Yeni oluşum” biçiminde ifade edilmese de, bitmek tükenmek bilmeyen “birleşme-bütünleşme” görüşmeleri. Sola da çengel atmaya niyetli YDH’yı da özel bir dikkatle listeye eklemek gerek. Sosyalist sol ve o zaman için DEP de tartışmaların kimi zaman içinde kimi zaman dışında. Alevilerin siyasî rolü ve ayrı parti örgütlenmeleri de bu yıllarda tartışıldı. Bütün bunlar olup biterken medyada, aydın çevrelerinde ve kısmen kamuoyunda da “yeni oluşum” meseleleri hayli konuşuldu. Şu ya da bu nedenle politik pozisyonunu kaybetmiş bir sürü isim dolaşıma girdi. Bugün onlardan çok azı aktif...
Bu hatırlatma seansını daha fazla uzatmaya gerek yok. Bugün yaşananlara ve konuşulanlara bakınca tuhaf bir benzerlik hissi veriyor insana. Popüler bir lider inşâ etme çabaları, yerel yönetim başarılarından parti lideri popülaritesi imbikleme girişimleri, ilk duyulduğunda şaşırtan tuhaf temaslar, “yükselen” söylemlerin ve karşıtlarının kendilerini politik bir yörünge gibi tarif etmeye kalkmaları, niyetlerin politik program sanılması ve aslında olanla olabilecek arasında fersah fersah fark varken, olana fazla anlam yükleyerek yapılan yoğun tezvirat, medya ulularının ve “amatör siyaset falcılarının” yönlendirme akılları...
’90’larda bu işler tartışılırken kullanılan argümanları sıralayınca, ortaya çıkan söylemlere bakınca da benzerlikler bulmak mümkün. “Sistem tıkandı”, “vatandaş değişim istiyor”, “eski kadrolar”, “taze kan” vs. Popülerleşen ve popülerleştirilen isimlere, kökenlerine ve özelliklerine bakılınca da benzerlikler devam ediyor. Bugünden farklı olarak, o zamanki isimler ve onlara iliştirilen söylemler daha çok politik mevzular ve özellikle de politik liberalizasyon üzerinden biçimleniyordu. Ekonomi bugünkü kadar cazip bir mevzu değildi galiba... Hakkını yememek için o dönemde, “değişim” laflarının yanında “siyaseti kendi rayına yeniden oturmak” iddiaları da olduğunu eklemek gerek. Yani o zamanlar, her şeyin dengesini bozan 12 Eylül tablosunun yerine “eski AP gibi”, “eski CHP gibi” siyasî yapılar oluşturma iddiasında olanlar vardı. Kaderin garip cilvesi, şimdi sağda solda herkes “eski ANAP gibi” bir şey oluşturma sevdasında...
“DEĞİŞİM İHTİYACI”NDAN GERİYE NE KALDI
O yıllarda olup bitenin, “büyük değişim isteği” ve bu isteği karşılamakla pek ilgisi olmadığı, en azından öyle bir sonuç üretmediğini görmek için çok zaman geçmesi gerekmedi. 1991 seçimlerinde “ödünç oy isteyen” Demirel, 1995 seçimlerinde Refah, 1999 seçimlerinde de DSP (aslında Ecevit) ve MHP patlama yaptılar. 1990’dan sonra Türkiye en koyu “siyasî karanlık” dönemine girdi. 12 Eylül’den üç-beş yıl sonra konuşulabilen şeylerin kenarından bile geçmeyen bir fikrî çölleşmeyi yaşadı. Belki de, “değişim isteği” yeniden tedavüle sürülünceye kadar uykuya daldı. Belki de, “değişim gürültüleri” eşliğinde statüko kendini yeniledi...
Aslında olup biten konuşulanlardan daha basitti galiba: ‘90’lara yaklaşılırken, o döneme kadar ekonomi, siyaset ve kültür atmosferinde belirleyici olan ANAP ciddi bir düşüş trendine girmişti. Bu, hem oy kaybı anlamında böyleydi, hem de itibar anlamında... Gerçi sonradan girilen güzergâhta ve ölümünden sonra Özal yeniden parlatıldı ama, o günlerde pek öyle değildi. Yani, 12 Eylül sonrasındaki “kontrollü değişim” veya “tanzim” meselesinin devamcısı olacak aktör konusunda hem reel politika gerekleri, hem de “sistemin aslî sahipleri” açısından bir belirsizlik doğmuştu. İşte bütün bu “yeni oluşum” girişimleri ve tartışmalarının özü, ortaya çıkacak “boşluk” veya “zayıfladığına inanılan iktidar aktörlerine” alternatif oluşturmada avantajlı bir pozisyon alma motivasyonuydu. Eline kalemi kâğıdı alan, oy dağılımlarını, kararsız oranlarını, popülerleşen eğilim ve adamları, her yönden esen rüzgârları hesaplayıp formüller üretiyordu. Yine o dönemde de, bu arayışlara gerekçe olarak yoğun biçimde “siyasî yozlaşma” ve “yolsuzluk” meseleleri gündeme getiriliyordu. Bir de, o zamanlar “darbe” lafı daha sık telaffuz ediliyordu. Özetle, iktidardaki aktörler için bir değişim sinyali verildiği konusunda koku alan veya salınan kokuya yönelen “deneyimli” veya “deneyimsiz“ isimler harekete geçiyordu.
Sonra ’90’ları hep beraber yaşadık. Bu girişimlerden neredeyse hiçbiri ayakta kalmadı ya da sadece “ayakta” kalabildi. Bir kısım zevat bu “girişim ticareti” sayesinde kendilerine yeniden siyasî postlar edinebildi. Boşanmaların bazıları nikâh tazeleyerek geride bırakıldı. Kaymalar, hülleler için zemin oluştu. Ve en önemlisi, bu gelişmelerden seçmen bazında pek de etkilenmemiş görünen geleneksel “ana gövde” partilerinde bazı söylem erozyonları veya tahkimatları zuhur etti. Bazı ideolojik kaymalar daha kolay becerildi.
Bugün de bir yeni “yeni oluşum” furyası ile karşılaştık. Yine, “değişim ihtiyacından” bahsediliyor. Yine bazı kamuoyu yoklamalarında parti lideri olmayan isimlerin popülarite oranları çok yüksek çıkıyor. Yine “siyasî kirlenme”den bahsediliyor. Yani, yine iktidar aktörleri açısından bir belirsizlik durumu var. En azından bu alanda bir “değişim” olasılığını yüksek gören epey insan mevcut. Belki de, değişim laflarının arkasında statükonun yeniden inşâsının kokusunu alan çok insan var. Yine, bir grup insan kalemlerine kâğıtlarına sarılmış, mevcut partilerden oy kaymalarını, kararsız oy oranını, popülarite anketlerini önlerine koyup hesaplar yapıyorlar. İlginç ittifak arayışları, tuhaf temaslar duyuluyor. Medya uluları da boş durmuyor “yeni yeni akıllar üretiyorlar”. Fakat, bu kez ’90’ların ilk yıllarından farklı değişkenler çok daha aktif ve daha önemlisi “açıktan devrede”.
SÜREKLİ KRİZ YA DA KRİZDE İSTİKRAR
“Yeni oluşum” girişimlerini ateşleyen ve statükonun yeniden inşâsını tartışmaya açan süreç sadece son iki krizin mahsulü değil elbette. Türkiye, 18 Nisan 1999 Seçimlerine gidilen yola, yaklaşık beş yıllık “sürekli kriz” atmosferinin içinden geçerek gelmişti. Bu krizlerin kimi yapay, kimi yapısal, kimi konjonktürel, kimi de derin krizdi. Kriz dinamiklerinin siyasî, iktisadî, sosyal ve kültürel boyutları vardı. 28 Şubat sürecinin sirenleri de “kriz” için çalışıyordu. Merkez sağ krizdeydi, merkez sol krizdeydi, özetle “merkez” menapoza (belki de andropoza) girmişti. Seçimden reçetesi verilen bir sonuç alınamadı ama, “istikrar” üretme işi ertelenmedi. “Etkili çevreler” bütün desteklerini hükümetin arkasına yığdı. Görülmemiş ve şimdiye kadar hiçbir hükümete açılmamış geniş bir kredi havuzu hizmete sokuldu. Ayrıca, öylesine ağır bir psikolojik atmosfer yaratıldı ki; bu kredi konsorsiyumuna katılmamak, neredeyse “hainlik” derecesinde “ayıp” bir davranış haline getirildi.
Bütün bu tablonun zeminine yerleştirilen temel argüman, “istikrar” gereği ve iddiasıydı. Ekonomi dünyasının egemenleri epeydir bunu dillendiriyor, tehditkâr bir üslûpla talep ediyor, zorluyor ve bastırıyordu. Yine bu çevrelerin doğrudan kontrolüne girmiş olan medya da, “vatandaş istikrarsızlıktan bıktı” büyük sözü eşliğinde “istikrar kampanyasına” tam destek veriyordu. (Kaderin yine garip bir tecellisi, şimdi bu çevrelerin tamamı “değişim gereğini” dillendiriyor.) Ortaya çıkan “çözüm cümlesi”nin gevşek bileşimi, ortaya konacak “istikrar programı”nda mevcut güç dengelerini de pek zorlamayacak gibi görünüyordu. En azından, güç aktörlerinden hiçbiri tamamen devre dışında kalma tehdidi altında değildi. Bu yüzden Kasım ve Şubat krizleri öncesinde kimse “yeni oluşum” laflarını pek ağzına almıyordu. Hattâ, ilk yılda hükümet partilerinin büyük oranda oy arttırdığı inancı iyice kökleşmişti. Aksini söyleyenlere “aptal” muamelesi yapılıyordu.
Ortaya çıkan hükümet bileşimi ve öncelikli tercihler, “politik” olmayan bir programı yürürlüğe koymaya elverişliydi, çünkü; ne hükümet bileşimi, ne de daha sonra uygulamaya konulacak “program” siyasî onaya sunulmuştu. Ne seçmen tercihleri “program” bazında oluşmuş, ne de “öncelikler” siyasî süreçlerle belirlenmişti. Böylece muhtemel bir başarı herhangi bir toplumsal-siyasal momentin değil, doğrudan iktidar aktörlerinin olacaktı. Krizlerin etrafından dolaşmak, krizleri kazanca dönüştürmek ve en önemlisi krizi örtmek için son derece ideal bir formül ortaya çıkmıştı. Aslında yapılan, bütün yapısal krizlerin kendi dinamiklerinden kopartılmasına imkân verecek sağlam bir örtüyü yaratmaktı. İstikrarsızlığı görünmez kılacak kocaman yamalı bir örtü. Bu örtünün kalkması ya da “istikrar tablosunun” duvara toslaması için bir buçuk yıl gibi kısa bir süre yetti. Önce Kasım ardından Şubat krizleri ile takke düştü kel göründü.
İşin içinde olan herkesin bildiği, “piyasa yapıcılarının” tahmin ettiği, ama özenle gizlenen kriz açığa düştü. İşte o andan itibaren, aktörlerin pozisyon değiştireceğine ilişkin beklenti bir kamuoyu oluşturma çalışmasına dönüştü. “Sistem” ciddi bir yapısal krizin içindeydi ve sistemin kendini yenilemesi için gereksinilen iktidar aktörleri konusunda belirsizlik derinleşmişti. Çünkü, akışı belli bir yörünge ve bu yörüngeye yerleşmiş siyasî aktörler ve daha da önemlisi sürdürülebilir bir “istikrar” üretilebilmiş değildi. Sahici sosyal-siyasal süreçleri kendi mecrasında “akışına” bırakmak gibi bir niyetin işaretleri de görülmüyor. İtiraf etmek gerekir ki, sosyal-siyasal dinamiklerin de bu konuda bir tazyiki olduğu söylenemez. Hatta, abartılı bir önerme olarak; bu toplumun ve siyasî geleneğin devleti “krize” mecbur bıraktığı söylenebilir. Şimdiye kadar sistemin devamının garantisi olan “sürekli kriz”, artık kendi çözümlerini üretemiyor ya da üretirken nabız almaya daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Dolayısıyla, 90’ların başında yaşadığımıza benzeyen bir süreç başlamış oldu.
“DEĞİŞİM” FENOMENİ
“Yeni oluşum” lafının olduğu bir yerde “değişim ihtiyacı” lafının olmaması neredeyse imkânsız. İlk bakışta çok da mantıklı görünüyor; biri olmadan diğeri neden olsun ki? Ama “yeni oluşum” girişimleri ile ortaya atılan “değişim ihtiyacının” kaynakları karşılaştırıldığında tuhaf bir durum ortaya çıkıyor. Konuşulanları biraz ciddiye alma gafletinde bulunsanız, sokakların “değişim” çığlıklarıyla inlediğini filan zannedebilirsiniz. Bu tezlerin hemen peşine eklenen “böyle kesin gitmez (hatta gitmeyecek)” türünden hüküm cümlelerinin aşırı oranda kullanımı da bu yanılsamayı güçlendiriyor. Üstelik, bu laflar imal merkezleriyle sınırlı kalmıyor ve bir anda “herkesin bildiği ve söylediği” şey haline geliveriyor.
“Değişim ihtiyacına” sahici ekonomik-sosyal gerekçeler üretme iddiasındaki yaklaşımlar -ki bazen haklı oldukları da oluyor- üç ön kabul noktasından yola çıkıyor. (Elbette “değişim” meselesini sadece devlet örgütlenmesi ve siyaset kurumunun yapılanması olarak algılayan görüşleri dikkate alarak.) Birincisi, “aslında tabanda (ya da aşağıda) değişimin zaten olduğu” ama birilerinin, özellikle de siyasetçilerin buna uyamadığı tespiti. İkincisi, “Türkiye’nin önemli bir seçim eşiğinde olduğu ve kararını şimdi vermek zorunda olduğu” iddiası. Üçüncüsü, “bazı hâkim odakların etkili biçimde değişimi durdurma gayretinde oldukları” tezi. İkincisini dışarıda bırakırsak, diğer iki ön kabul toplumun kahir -ya da dikkate değer- ekseriyetinin değişim yönünde tavır aldığı iddiasını taşıyor. Önce buna bakalım:
Bu iddiaların en önemli dayanağı hemen bütün siyasî partileri yüzde 10 barajı altında gösteren kamuoyu yoklamaları. Bu yoklamalardan çıkan sonuç, otomatik olarak “siyasete güvenin azaldığı” tezinin en önemli dayanağı olarak sunuluyor. Oysa, Türkiye’de son on sekiz yılda yapılan beş seçimdeki sonuçlar, katılım oranları ve daha da önemlisi oy kaymalarının reel politik gerekçelerinin son derece belirleyici rolü hiç dikkate alınmıyor. Bu yüzden kamuoyu yoklamalarındaki yüksek oranlı “kararsız pastası”, hemen “değişim arayışı” kitlesi olarak bilançoya yerleştiriliyor. Fakat, o kararsız kitlesinin içinde birçok insan daha önce destekledikleri partilerden “fazla değiştiği” için uzaklaşmış olabilir pekâlâ. Büyük ihtimalle de öyle. Dolayısıyla, bu kamuoyu yoklamalarından -bu yoklamalardan “evet değişim istiyorum” cevabı alınmış olsa dahi- “değişim talebi” çıkmaz, olsa olsa “memnuniyetsizlik” tablosu çıkar. “Memnuniyetsizlik” de kendi başına değişimin, hele olumlu bir sıçramanın garantisi asla olamaz.
Bu iddiaların hayli sakat bir başka tarafı da, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel-psikolojik değişimlerin eşzamanlı olduğu kabûlü. Oysa, dünyadaki bütün örneklerden ve ustaların öğrettiklerinden biliyoruz ki: bu süreçler asla eşzamanlı değildir. Bir televizyon programına çıkıp “gelişmişlik kriterlerinde Türkiye’nin yerini” gösteren rakamları sıraladığınızda, geçici olarak “hakketen yahu” lafını dedirtmek, “herkesin değişimi iliklerinde hissetmeye başladığı” anlamına gelmiyor. Kapitalistleşme sürecinin, kentleşme, globalizmin, bilgi teknolojisinin bu süreçlerin birbirinden etkilenme aralığını daralttığını kabul etsek bile, birlikte ve aynı anda hareket ettiklerini düşündürecek bir veriye sahip değiliz. Ayrıca, her düzlemde, yani ekonomik, sosyal ve psikolojik “değişim” süreçlerinde tek yönlü bir akışın olduğuna veya olması gerektiğine inanç beslemek bütün bir sosyoloji ve siyaset bilimi literatürünü yok saymak anlamına gelir. Çünkü, bütün bu süreçler karşıtlarıyla birlikte işleyen ve birbirini etkileyen bir sistemin içinde işleyebilir. Bu yüzden “direnenler” süreçten ayrıştırılarak “tarih dışı” kabul edilemez. Tam tersi tarihsel akışlar veya “değişimler”, iten ve çekenleriyle birlikte vardır. Son yirmi yıldır yürürlükte olan “nöbetleşe liberalizm”in şimdiki sözcülerinin bütün toplumu “sınıfsız, imtiyazsız yekpare” bir yapı gibi görüp, “direnişi” bir avuç köhnemiş “iktidar sahipleri” veya daha da daraltarak “siyasetçiler”den ibaret saymasını anlamak mümkün değil. Burada, bir parantez açarak; siyaset ile siyasetçi arasında yapılan tuhaf ayrıştırmanın anlamsızlığına bir küçük not koymak gerek.
SEÇİME ZORLANMAK
Biraz önce dışarıda bıraktığımız, “Türkiye’nin seçim yapma zorunluluğu”na gelince: AB meselesi ve ekonomik kriz zeminine oturtulan bu akıl yürütme biçimi daha çok “acilleşen” bir durumu işaret etme iddiasında. AB sürecinin ve IMF’in artan orandaki dahlinin böyle bir etki yarattığı genel olarak doğru. Fakat, burada yanılsamayı yaratan, Türkiye’nin temel ekonomik-siyasal tercihleri açısından bir yol ayrımında olup olmadığından çok, yapılan tercihlerin gereklerini yerine getirme açısından bir yol ayrımının oluştuğunun yeterince algılanmaması veya başka tür bir okumaya yatkın olunması. Türkiye’de sistem egemenleri ’80’li yıllarda ortaya koydukları temel tercihleri pek değiştirmiş filan değiller. Değişen, sistem yürütücüsü olan aktörlerin bileşimi ile bu temel tercihlere uyumun hızı konusundaki beklentiler. Dolayısıyla, bir yol ayrımından veya seçimden çok, bir “uyum” meselesinden söz etmek mümkün. Bu aynen dış dinamiklerin etkisi açısından da geçerli. Çünkü, AB’nin Türkiye’ye özel olmayan söyleminin ve “kriter mantığı”nın arkasında, bir tercih değil, bir uyum meselesinin altı çiziliyor. AB’nin “Türkiye’nin seçimi” ile fazla ilgili olması beklenemez, zaten de öyle değil.
AB meselesi, gündeme geldiği günden itibaren ve hâlâ siyasileşmiş değil. ANAP’ın cılız atakları ve karşıt grupların ajitatif çıkışları dışında bu işi siyasileştirme konusunda ciddi bir gayret de görülmedi. Meseleyi siyasetten uzak tutma kusuru her iki taraf için de geçerli aslında. Sorun, ya bir taraftan millî mesele, diğer bir taraftan zekâ kusuruna indirgenerek politika dışına itiliyor. Bir taraf “kazanılacaklar”, diğer taraf “kaybedilecekler” üzerine konuşurken politikayı akıl ediyor veya icra ediyor belki ama, tezlerin savunuluşunda politik argümanların kullanılır olması siyasî derinleşme için yetmiyor. En azından politik alan çok daraltılmış oluyor. Dolayısıyla, “seçim aciliyeti” diye işaret edilen şey açısından, AB’nin takvim baskısı dışında pek bir şey kalmıyor.
Ekonomik meselelerde de benzer bir grafik izleniyor. Özellikle, son iki krizle ortaya çıkan tablonun eşliğinde yapılan tartışmalar, “acil önlem paketi” ve “emperyalistlerin tuzaklarına düşme” aralığında sıkışıyor. Sonuçta, bilmem kaç dolarlık kredinin koşulu haline getirilen bir yasal düzenleme, ya “yapısal bir değişim atağı” ya da “çökertme operasyonunun sonucu” olarak tartışma gündemine taşınıyor. Böyle olunca, televizyonlardaki tartışma programlarında Doğu Perinçek-Besim Tibuk ikilisi en eğlenceli orta oyunu oyuncuları haline geliyor. Oysa, ne “şimdi zamanıdır” diyerek büyük bir karşı taarruz başlatılmış durumda, ne de “bütün tercihleri yeniden düşünen” yapısal bir dönüşüm. Dolayısıyla, ekonomik alanda da, bir yol ayrımından çok, -daha önce- yapılan tercihlere uyum (ya da uyumun hızı ve biçimi) ile ilgili bir sorun söz konusu.
Gerek AB süreci, gerek ekonomik kriz atmosferinin öncesinde ve sonrasında ciddi “değişim” zorlamaları mevcut elbette. Her şeyden önce, ekonomide mevcut sistem işleyişinin geldiği gibi gitmesi pek mümkün görünmüyor. Ancak bu, sistemin bizzat kendi ihtiyacından ve denetlenemez global zorlamalardan doğuyor. Yani Türkiye’deki sistem egemenlerinin ve dünyadaki yeni ekonomik örgütlenmenin çok daha önce yaptığı tercihlerin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden, “yapısal değişim”den dem vuranların aslında söyledikleri, “oyunun kurallarına uymak”. Fakat, bu yaklaşım otomatik olarak “oyun kurallarını” tartışma dışına itiyor. Diğer cephede ise, sanki sistemin mevcut hali savunulması gereken bir mevzi gibi algılanıyor/aktarılıyor ve otomatik olarak bu savunma mevziinde tuhaf ortaklıklar yaratılabiliyor.
YENİ OLUŞUM GİRİŞİMLERİ
“Değişim fenomeni” ve “seçim zorunluluğu çerçevesinde, “yeni oluşum” tartışmalarına geri dönersek, mevcut girişimlerin hem “değişim ihtiyacı”, hem de “direnme eksiği” gerekçesine dayandırılanları, sahici sosyal-siyasal dinamiklerle beslenmekten hayli uzakta. Birincisi, hem “değişim” hem de “direnme” konusunda sezgisel veya omurilik mahsulü bazı refleksler dışında oluşmuş/olgunlaşmış toplumsal dinamikler mevcut değil. İkincisi, mevcut siyaset alanı son derece sığ zemindeki spekülatif operasyonlardan fazlasına imkân veren bir vasat sunmuyor. Üçüncüsü, eğer siyasî hareketlerin kendilerini taşıyacak dinamikleri üretebileceğine ve vasatı değiştirebileceğine inanılıyorsa bile, mevcut girişimlerin halihazırdaki görüntüleriyle bunu becerilme yetenekleri, hattâ niyetleri çok ama çok tartışmalı. Dördüncüsü, hemen her girişim dar ama kararlı (belki de cesur) bir talebin sözcülüğü değil de, çok sayıdaki ve son derece dağınık “dinamik potansiyellerini” biraraya getirme iddiasında. Buna kısaca, kimse neyi neden istediğini açıklıkla söylemiyor, herkes kendi tezlerini yine kendileriyle organik bağları hayli zayıf kesimlerin mecburiyetleri üzerine inşâ etmeye çalışıyor. Bu listeyi daha da uzatmak mümkün...
En çok üzerine konuşulan ve yatırım yapılan “siyasî figür” Kemal Derviş gibi görünüyor. Hem çizdiği portre, hem destek portföyü, hem de uygun bir kumaş sunuyor olması onu öne çıkartıyor. Özellikle, -çok da palavra olmadığı anlaşılan- halktan gördüğü destek/ilgi ve programının “başarı” olasılığı Derviş yatırımını cazip kılıyor. Derviş’e çizilen siyasî misyon, Özal’ın “milliyetçi muhafazakârlığa” yaslanmış iktisadî liberalizm çizgisinin, “sosyal demokrasi” ayağına yaslanmış yeni bir versiyonu gibi duruyor. Bugünlerde nöbeti devralmış liberallerin ciddi bir kısmının bu olasılığa sıcak baktıkları anlaşılıyor. Ama aynı isimler bir süredir ve hâlâ “lider partileri”nin her şeyi berbat ettiğini iddia ediyorlardı. Oysa Derviş formülünün özeti de şu: “Lideri bulduk hadi buna bir parti yapalım”. Önce, Derviş’e başına geçecek bir parti arandı, şimdi de ona göre bir parti tabanı çizme çalışması yürürlüğe girdi. Fakat, Derviş’in “program gereği” ekonomik görüş ve tespitleri dışında, politik yörüngesi veya iddiaları konusunda kimse bir şey bilmiyor. Bunlar bilinmeye başlandığında nasıl bir ilgi ve destek bulacağı da belirsiz. Üstelik, Derviş için erken biçilen bu siyasî gömlek yine erken bir siyasî sorumluluğu da beraberinde getirebilir. Ayrıca, Derviş’in Özal’a nasip olan “temizlenmiş/hazırlanmış bir alanı” kullanma şansı yok. Bütün bunlara rağmen, hâlâ en güçlü seçenek olarak Derviş formülü duruyor. Fakat önemli bir problem var, Derviş henüz bir girişim başlatmış filan değil...
Ciddiye alınan bir başka girişim, Tayyip Erdoğan’ın “erdemliler hareketi” ya da Fazilet’in “yenilikçileri”. Ruşen Çakır’ın deyişiyle, bir dönem Özal yapılmak istenen, kendisi Erbakan olmak isteyen ve sonunda Dalan olarak kalacak olan Erdoğan’ın macerası. Şiirlerle yola çıkan, sonra TÜSİAD üyeleri ile brunch, Amerika ziyaretleri ile devam eden “hazırlık” sürecinden anlaşıldığı kadarıyla, Erdoğan’ın ya da yakın çevresinin planı, “merkezi sağdan toparlayacak” eski Özal’ın yeniden inşâsı. Ancak, Tayyip Erdoğan’ın elinde belediye başkanlığı döneminde devşirdiği popülarite ve FP’den kopacak bir parçadan -ki onun da çok büyük olmayacağı anlaşılıyor- daha fazlası yok. Galiba olması için bir neden de yok...
Bu iki “Özal imal etme projesi” dışında sağda ve solda irili ufaklı, çeşitli olgunlaşma seviyelerinde girişimler/yoklamalar mevcut. Örneğin, “değişim” karşısında bir direnç odağı olma iddiasındaki Mümtaz Soysal’ın başını çektiği “sol-Kemalist” parti girişimi. Bu ülkede, “değişim” tehdidine karşı pozisyon almış parti ya da partiler hep oldu ve olacak. Fakat, böyle bir direncin sosyal-siyasal tabanını oluşturacak kesimlerle organik ilişkisi ve kültürel yakınlığı en az olan kadroların buna talip olması biraz şaşırtıcı değil mi? Ordu, siyaset üzerinde çok etkili olabilir ama oy vermeye geldiğinde emekliler dahil birkaç on bin kişiden fazla bir oy vaadetmesi pek mümkün görünmüyor. Yine sol cephede daha önce mevcut partiler içinde bir dönüştürme çabası olarak gündemde olan, şimdi ise kendi parti girişimi için tartışma alanına taşınan “Batılı tarzda sosyal demokrat parti” girişimi var. Bu biraz, “Hakan Şükür tipinde futbolcu” gibi bir laf. “Batılı tarzda sosyal demokrat parti”, “bizde de olsun” diye ve öykünme bir cafe dekorasyonuyla oluşturulacak bir şey değil herhalde. Batı’daki sosyal demokrat partiler bildiğimiz kadarıyla asırlık süreçlerin ürünü. Demirel’in çevresindeki “yeni oluşum” müptelası olmuş bir seri “boş adam” ve mevcut partileri “yeni oluşum” haline getirecek girişimleri saymaya pek gerek yok herhalde.
SIĞ PİYASA-DERİN SİYASET
Bütün bunlardan hiçbir şeyin değişmeyeceği, siyasî tablonun aynı kalacağı sonucu çıkmamalı elbette. Çok değil bundan beş-altı ay önce, “seçim olsa ne değişecek ki” diyenler bile artık durumun pek öyle olmadığını görüp susuyor. Daha şimdiden ciddi kaymaların, oy erozyonlarının başladığının işaretleri mevcut. Bu aslında çok yeni bir şey değil, son dört seçimin her birinde ciddi oy kaymaları olmuş ve her seçimde birinci parti değişmişti. Bu kez durum biraz daha kritik, çünkü mevcut “büyük” partilerin hepsi bir kez birinci olma şansını kullanmış durumda. Görünen o ki, ortalık epey karışacak ve bir altüst oluş ihtimal dışı değil. Fakat, “yeni oluşum tartışmaları/girişimleri”nin hali hazır durumu bu tufanda çok etkili rol oynamaları ihtimalini düşürüyor. Eğer “yeni oluşum” veya “eskinin ihyası” gibi şeyler olacaksa bile, bunun olgunlaşması için daha epey süre gerekiyor.
Bugün siyaset tıpkı ekonomi gibi son derece sığ bir zeminde yürüyor. Nasıl, toplam iş hacmi birkaç yüz trilyon seviyesinde olan borsa (söz konusu parasal büyüklük küçük bir ilçenin ekonomik büyüklüğüne eşit) ve yine o kadar bir hacmi olan Tahtakale’de olup bitenler “piyasa etkilendi-sarsıldı-rahatladı” gibi uyduruk analizlere konu oluyorsa, siyaset de hiçbir derinliği olmayan dar bir alanda cereyan ediyor. Dolayısıyla, küçük işlem hacimleri olan girişimciler, basit spekülatif atakları ile gerçek kuvvetleriyle orantısız pozisyonlar edinebiliyor. Yine tıpkı, bir avuç piyasa yapıcısı ekonomik dengeleri etkiler, hattâ belirler gibi görünüyor ya da geçici olarak etkiliyorsa, siyasette de bir grup aktif aktör ceplerinde olmayan toplumsal destekleri masaya sürüyor. Türkiye’de siyaset, hâlâ parti kapatmalar, polis-jandarma operasyonları, transferler etrafında biçimlendirilmeye çalışılıyor. Özellikle “direnç odakları” açık bir siyasî pozisyon almaktan uzak duruyorlar, “değişimcilerin” siyasî pozisyonu için de açıklıktan çok “sere serpelik” veya “müstehcenlik” daha doğru bir tespit gibi duruyor.
Bütün hesaplar, tıpkı ’90’larda olduğu gibi, ANAP’ın hem oy hem misyon anlamında boşaltması muhtemel (ya da beklenen) alan üzerinde şekilleniyor. Bu kez, bir başka “boşluk” ihtimali daha devrede: DSP. Ancak, “yeni oluşum”ların hamle etmeyi hesapladığı bu alana, mevcut siyasî partilerin hiç dahil olmayacağını düşünmenin gerekçesini anlamak biraz güç. Örneğin, “direnç odakları” -özellikle de tarım kesimi- için yeniden bir seçenek olma şansını yakalayabilecek DYP, sessiz kalarak “iktidar aktörü” olma şansını da yedekte tutuyor. “Kapatma davası” ile zayıflayacağına inanılan FP’nin de oylarını arttırmaya başladığına ilişkin epey kamuoyu yoklaması mevcut. Bu yüzden, kamuoyu yoklamalarındaki “kararsız” oyların tamamını “yeni oluşumlar” hanesine yazmak pek gerçekçi olmaz. Ayrıca, bütün gayretlere rağmen “merkez partisi olma” becerisini gösteremeyen MHP’nin “ölüsünün bile” belirli bir “direnç” potansiyelini kendi bünyesinde tutabileceğini, hattâ giderek buna mecbur kalacağı sulara sürüklendiğini de unutmamak gerek (belki bir kadro değişimi ile). Diğer yandan MHP’den kaçacak oylara talip ve aynı kökten çıkmış partilerin mevcudiyetini de dikkate almak gerek. Mesut Yılmaz’ın, “tasfiye operasyonu”ndan paçayı kurtarıp güçlü çıktığı bir kongre sonrasında ANAP’ın ne kadarını koruyabileceği sorusu da henüz açık. Seçim barajının “Katılım Ortaklığı Belgesi-Ulusal Program” gereği olarak düşürülmesinin “küçük” partiler ve özellikle de HADEP oylarında yaratacağı etkiyi de hesaba katmak zorunlu. Bütün bunları alt alta ekleyince “boşa çıkan oy” pastasının sanıldığı kadar büyük olmadığı anlaşılacaktır.
Bütün bu aritmetik-teknik analizlere, Türkiye’deki seçmen davranışlarının özellikleri, siyasetin örgütlenme biçimi, “kopmaların” tutmaması geleneği eklenince, “yeni oluşum” girişimlerinin şansı hayli düşüyor. Elbette, yukarıda etraflıca tartışılan “tabansız inşâ” yaklaşımını da en başa koymak gerek. En azından, şimdiki görüntüden güçlü bir “yeni oluşum” olasılığı devşirmek zor. Ya daha büyük travmalar ya da daha fazla zaman gerekiyor. Büyük travma ihtimali bu ülke için fazla sürpriz sayılmaz, ama zamanın hükmünü icra edebilmesi için, daha derin bir siyaset ve siyasî dinamiklerin özgürleşmesi gibi bu ülke için pek kolay olmayan şeyler gerekiyor. O yüzden, şimdilik kaydıyla da olsa, “yeni oluşumlar” için “bişii olmaz, kulaağasma” diyebiliriz.
Daha güçlü (ve kötü) ihtimal, tıpkı ’90’larda olduğu gibi statükonun kendini yenileyerek bu süreci geçmesi. Çünkü, Türkiye’deki siyasetin örgütlenme biçimi, “dışarıdan gelen değişim zorlamaları” dahil her tür aşamayı kendi geleneksel formatına veya bünyesine uydurarak daha kolay yumuşatıyor. Bu yüzden siyaset ve geleneksel siyaset etme tarzı, daha da önemlisi kurumsallaşmış tavır blokları eninde sonunda hükmünü icra ediyor. Siyasî gelişmelerden ekonomik analiz üretmeye kalkıp, siyaseti bir grup çapsız ve beceriksiz adam tarafından yapılan “boş” bir iş, hattâ ayak bağı gibi anlama ısrarındaki adamların görmediği de bu.