Yaz aylarının, Türkiye ekonomisinin “son şans”ı kullanabilme kapasitesine not verileceği ve aynı zamanda da siyasetinin yeniden şekillen(diril)eceği aylar olacağı, siyasal düzenimizin tüm aktörleri tarafından biliniyor ve ona göre davranılıyor artık.
Ve yine bilinmektedir ki, söz konusu “son şans”ı kullanacak, dolayısıyla performansı konusunda nihai not verilecek olan “Türkiye ekonomisi” değil, o ekonomi için öngörülen “reform”ların yasal-kurumsal gereklerini yürürlüğe sokması beklenen halihazır iktidar ve muhalefet partileridir. “Sistem”in kesin bir dille istediği yasal düzenlemeler Meclis’ten geçirilirken muhalefet partilerinin hiçbir engellemeye başvurmamaları da bu yüzden. Geçebilir not alma telaşı muhalefeti de sarmış olduğu için, FP ve DYP, sağcı partiler olarak şimdiye kadar büyük ölçüde sağ partilere kitle ve oy desteği sağlamış olan kırsal/taşra nüfusunu ilgilendiren ve geçmişte olsa kıyamet kopartabilecekleri sübvansiyonlara dair yasalar kabul edilirken bile seslerini fazla çıkarmamaya özen gösteriyorlar. İktidar partileri de bu “hem ağlarım hem giderim” havası içinde.
Çünkü ayak sürüdükleri bu “düzenleme” sürecini ciddi bir sekteye uğrattıkları takdirde “sistem”, dışarıya açık ve muhtaç Türkiye ekonomisinin bu nefes borularını -elbette geçici olarak- daraltarak onun daha da dibe vurmasına yol açmakla tehdit etti zımni olarak. Mevcut siyasal partiler böyle bir durumda sorumluluk dereceleri ne olursa olsun ayakta kalamayacaklarının gayet farkındalar. Ve hiçbiri de böylesi bir durumda ortaya çıkabilecek milliyetçi veya “anti-emperyalist” bir popüler tepkinin mecrası olmaya ne ehil ne de istekli. Ayrıca bilinmekte ki; geldiği nokta ve yönelimleri ile Türkiye ekonomisi ve toplumun da böylesi bir durumda, otarşiden ziyade “sistem”le barışma eğilimi öne çıkacaktır. Şimdiki partilerin oluşturduğu -eski(miş)- siyasal parti ve kadroları tasfiye etmiş ve yerlerine yeni bir “siyasal sınıf” geçirmiş bir Türkiye manzarasının çok daha muhtemel olduğu varsayılmaktadır.
“Sistem”in “düzenleme” sürecinin daha en başından itibaren “yeni oluşum”lara kapı açması, işler bu noktaya gelmeden “müdahale”ye hazırlandığının açık bir kanıtı. Ayrıca bu “yeni oluşum”lar, mevcut siyasal partilere alternatif olmanın yanı sıra; eğer partiler “düzenleme süreci”nin empoze ettiği görevleri yerine getirir, “geçer not” alırlarsa, böylece düzenlenmiş bir Türkiye’nin siyasal partilerinin nasıl bir şey olabileceğinin de yeterli ipuçlarını vermektedir. Yani, “yeni oluşumlar”ı, yalnızca mevut siyasal partilerin, kadroların yerini almaya hazırlanan girişimler olarak değil, “düzenlenecek”, sisteme uyumlu hale getirilecek -muhtemel- bir Türkiye’de siyasetin nasıl bir zemin ve içeriğe taşınmak istendiğini gösteren “model”ler olarak da değerlendirmek gerekiyor. “Sistem”in siyasal partiler ve seçim yasalarında değişikliği ta en baştan bir önşart olarak koyması, bu yasaların daha demokratik hale gelmesi gerekçesi altında herhalde asıl olarak o yasaların partinin örgütlenme biçimi ve iç işleyiş mekanizmaları bahsinde getirdiği şekli ve bürokratik kalıp ve kısıtlamaların kaldırılarak parti örgütlenme ve işleyişinin değişik biçimlerine zemin hazırlama amacı güdülmektedir.
Gerçi fazla ısrarcı da olunmayan bu önşart yerine getirilmeyip kısmi düzenlemelerle yetinilse bile, ekonomik düzenlemeler rayına oturduğu takdirde Türkiye’de düzen içi siyasetin alanı zaten fiilen ciddi ölçüde daralmış, daraltılmış olacaktır. Ekonomisi rayına sokulmuş bir Türkiye’nin siyasal düzeninde merkeze talip olan ve kamuoyunda en fazla öne çıkarılan, biri potansiyel (Derviş etrafında) diğeri doğuş öncesi safhasındaki (Tayyib Erdoğan çevresinde) iki “yeni oluşum”un da bu daraltılmış çerçeveyi öngörerek hazırlanmakta olduklarını tespit zor değildir.
Siyasetin alanı ve içeriği yasaklamalarla daraltılıyor değildir. Bunu “özelleştirmeler”, serbest piyasa mantığının yaygınlaşma ve derinleşmesi kendiliğinden yapmakta ve yapacak. Çünkü dikkate alınmalıdır ki; siyaset bir toplumsal faaliyet olarak kamusal alanın genişliği, bu alana dahil sayılan konu ve sorunların çokluğu ve çeşitliliği oranında vardır. Eğer birtakım sorun ve konular kamusal algıdan soyundurulup, “özelleştirilip”, dolayısıyla metalaştırılıp kişisel ilişkilerin, alışverişlerin mantığına terk edildiğinde -gayet istisnai haller dışında- siyaset buralardan çekilmiş demektir. Bu özelleştirilmiş alanlara belli standartlar ve kurallar getirilmesi siyasetin konusu olmakta devam edebilir, ama bu müdahale hem kısıtlı ve formeldir hem de ancak bir devlet eylemi olabilir. İdari ve teknik bir konudur bu. Oysa canlı ve sağlıklı bir siyaset ortamı müdahil olma yöntem ve yollarının dolaysızlığı oranında mümkündür.
Bu nedenledir ki, modern toplumların -1980’lere kadarki- olgunluk çağında, toplumun siyasal eğilimleri, alternatif programların, yönelimlerin ağırlık derecesi, bu eğilimlerin harekete geçirdiği kitlelerin sayı ve eylemlilik performansı ile değerlendirilirken; “özelleştirmeler”in damgasını vurduğu postmodern duruma geçişle birlikte değerlendirme artık anketlerle yapılır oldu.
Ekonomik düzenlemenin hiç de yan ürünü denilemeyecek olan bu duruma gelişten, müstakbel “yeni oluşum”lardan birinin “odağı” sayılan Derviş kaygı duyacak değildir. Onun yürütücüsü olduğu program hakkında olumsuz laf etmemeye bilhassa dikkat eden diğer “yeni oluşum”un lideri konumundaki Erdoğan da öyle. Şüphesiz Türkiye’de bu bahsedilen postmodern duruma ilişkin apolitikleşmenin üzerine binen ve onu ağırlaştıran diğer nedenler de söz konusu. Ancak mevcut partiler bu Türkiye’ye özgü nedenlerin üzerine gitmedikleri gibi, “yeni oluşumcu”ların da böyle bir niyeti gözükmüyor.
Bu ekonomik düzenleme ile Türkiye’nin içine daha da derinliğine gireceği postmodern durumda, siyasal düzenin demokratikleşmesi talebini ister parti, ister “yeni oluşum” olarak dillendirenlerin amacı yurttaşların siyasal ilgi ve katılımını teşvik değildir. Hepsinin de üzerinde ittifak ettikleri “kamusal”ı daraltan politika ve düzenlemelerin, bu sözde teşvikleri peşinen soluksuzlaştırdığının bir biçimde farkındadırlar. Hattâ bu durumun merkez adayı modern klasik partilerin yaygın örgütlenme biçimlerini, alt birimlerdeki politik faaliyet yoğunluğunu neredeyse gereksizleştirdiğini de çıkarsamış olmalılar. O nedenledir ki, zaten epeydir de tanık olduğumuz üzre, politik faaliyet giderek artan ölçüde medyatik, medyalar üzerinden yürütülen bir faaliyet haline geliyor. Politikanın “seyirlik”, yurttaşın seyirci konumuna itildiği bu postmodern politik “ilişki”, politik eylemin amaç ve içeriğinin değil “sunuluşu”nun, politik kadronun da imajının önem kazanması demek. Bu durumda parti örgütünün yerine kaim olan da medya oluyor. Ratingi yüksek bir TV kanalının desteğini almış bir siyasal kadro, yaygın ve etkin bir parti örgütlenmesinden daha “rantabl” sayılabilecektir. Parti kadrosunun da bildik siyasal kalitelerden ziyade zengin bir sunuma ve imaj yaratmaya uygun bir “vitrin olma” özelliği önplanda geliyor.
Bir yandan, hemen tüm insanî/toplumsal etkinlik ve ihtiyaç türlerini birer ekonomik etkinlik formatına, meta üretiminin bir dalı olmaya zorlayan ve böylece insanî varoluşun hemen tüm yönlerini kapsayan bir piyasa yaratarak bunun kendi -müdahale edilemez, edilmemesi gereken- yasalarına göre işleyen doğal/nötr bir alan olduğu ve ancak yasalarının “ruhu”na uygun idari-teknik düzenlemeler olabileceğini empoze eden bir anlayışın siyasete bıraktığı bir alan var mıdır gerçekte? Bu anlayış, yaklaşım siyasete özerk bir alan bırakmak bir yana, bizzat siyaseti de bir ekonomik faaliyet türü, onun temel kurumu olan partileri de birer yönetim “meta”ı sunan şirketler gibi olmaya yöneltmiyor mu?
Birikim’in daha önceki sayılarında bu “evrim” sürecinin epeydir yürürlükte olduğuna işaret etmiştik. Aslında, öncelikle ANAP olmak üzere mevcut tüm partiler, modern (“klasik”) partilerin -taşıyabildikleri kadarıyla- özelliklerini, peyderpey yitirerek birer postmodern “parti”ye dönüşme süreci yaşamaktaydılar zaten. Bu açıdan bakıldığında klasik parti özelliklerini en fazla koruyan ve koruyabilecek halde olanı FP, bu özelliklerden en fazla uzak -ve zaten uzaklaşarak kurulmuş- olanı da ANAP’tır. “Yeni oluşum”lar dalgasının en fazla da bu iki parti “bünye”sinde rahatsızlık, sarsıntı yaratması da tesadüf değil.
Çünkü, ANAP, 12 Eylül rejimi ertesinde, ciddi bir prestij ve güç kaybına uğrayan, “oy depoları” ile temsil ilişkileri hayli gevşemiş “köklü” parti geleneklerinin (CHP, DP-AP, MNP-MSP ve MHP) henüz toparlanamadıkları koşullarda, o sıralarda dünya ölçeğinde tüm gücüyle esen neo-liberal rüzgârın da itmesiyle postmodern parti özellikleriyle kuruldu. Bu tür bir partinin nesnel koşullarının henüz oluşmuş sayılamayacağı bir ortamda 12 Eylül travmasının izlerini taşıyan erken bir zuhurdu bu. Böyle bir parti modeli için, klasik merkez partiler gibi belirli sınıf veya toplum kesim(ler)i güçlü, kolay bozulmaz bir temsil ilişkisi hayatî bir şart olmamasına rağmen, bir yandan ideolojisizlik, program değil projecilik, kadrodan ziyade “vitrin”i, siyasal propagandadan çok “imaj” oluşturmayı önemsemek gibi “yeni” postmodern bir görünüm sunarken, bir yandan da oy depolarına göz diktiği “köklü” partilere onların yöntem ve araçlarını kullanarak kendine kalıcı bir kitlesel destek sağlamaya uğraşıyordu. İkinci iktidar döneminden itibaren köklü parti geleneklerinin çekirdek seçmen kitlelerini yeniden kendilerine çekmeye başlamaları ile ANAP, hemen her şeyi arsızca bir para-çıkar ilişkisine tahvil eden bir neo-liberal söylemin “dört eğilim”den, dört bir yandan buraya üşüştürdüğü kesimlerin oluşturduğu bir “çekirdek seçmen kitlesi”ne geriledi. Parti, böylece oluşan ve artık tescil edilmiş kimliğiyle, hiçbir parlak projenin hiçbir ideolojik eklektizmin ve “vitrin”in örtemediği bir “imaj”a mahkûm bir postmodern parti enkazı olarak varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Son 10-15 yıldır krizden krize yuvarlanmanın tavında dövülerek neo-liberalizmin cangıl yasalarına uygulanmaya alış(tırıl)mış Türkiye toplumu, ideoloji, program ve kadrodan ziyade “kurtarıcı”ya bel bağlayan kadim siyasal kültürüyle postmodern siyaset ve partiye şimdi 1980’lerden çok daha fazla yatkındır. Yapılan anketlerde potansiyel “yeni oluşum” önderlerine, mevcut partilerin çok üzerinde destek puanı çıkması da bunu gösteriyor. Onlar bu kredi ile sahneye adım attıklarında bir erken postmodern parti enkazı olarak ANAP’ın hemen dağılıvermemesi şaşırtıcı olur asıl. Nitekim bu yüzden, ekonomik düzenlemeyi siyasal düzenlemenin takip edeceği belli olduğunda ve ilk “yeni oluşum” sözleri duyulduğundan itibaren ANAP’ın içi karışmaya başladı. Ağustos’taki genel kongresine gitgide artan bu karışıklık ve sarsıntılar içinde giden ANAP’ın son kongresi dahi olabilir bu.
Harcı reel politika ve dinî ideolojinin karışımı olan FP (MNP-MSP-RP geleneği), bu hayli dayanıklı harcın biraraya getirdiği geleneksel yapı ve kurullar ile yaşam tarzı özelliklerinin de pekiştirdiği bir çekirdek seçmen kitlesine dayanan ve her yeniden kuruluşunda modern -klasik- parti formatına biraz daha fazla uyarlanarak ve son dönemlerinde de gücünü arttırarak postmodern zamanlara, geç kurulmuş, ama henüz zindeliğini yaşayan bir parti olarak girdi. Sürekli bir güç ve itibar kaybı içinde küçülen “merkez” parti işlevini yerine getiremez hale düşen ANAP ve DYP’nin yerine ikâme edebilmek için, verdiği onca tavize rağmen düzenin egemenlerinden icazet alamaması ve aynı zamanda bu kimliğiyle güçlenmesinin sınırlarına varmış olması partiyi bir ikilemle karşı karşıya bıraktı. Ya bu yapı ve kimlik korunarak sabırla icazet vaktini beklemek ya da egemenlerin ve “laik” çevrenin bu “kimlik ve yapı” (dinî ideoloji veya söylem, yaşam tarzının katı formel gerekleri vb.) gerekçeli sınırlamalarını ikincilleştirecek, endişelerini azaltacak yeni bir yapılanış ve kimlikle merkeze talip olmak.
Çok daha önceden, 28 Şubat’tan beri bu “köklü” gelenek içinde su yüzüne çıkan “gelenekçi-yenilikçi” ayrışması bu ikilemin taraflarını işaret ediyor. Geleneğe 1980 sonrası Türkiye koşullarında intisap etmiş ekonomiyi ideoloji kadar önemseyen ibadetle iş çevirmeyi takva ile girişimciliği eşdeğer sayan mütevekkilden ziyade hırslı yeni katmanlar, bu nitelikleriyle “gelenekçi”lerin stratejilerinde daha farklı bir stratejiye yatkındılar. Gelenekçi strateji, merkez -sağ- parti konumuna yerleşebilmek için mevcut merkez sağ partilerin “tabanı”nı, kendine çekmek böylece büyük bir oy gücüne eriştikten sonra düzenin egemenleriyle bir pazarlık/uzlaşma imkânı edinmek biçiminde özetlenebilirken; “yenilikçi”ler üst-orta sınıflar ve “güç odakları” nezdinde muteber niteliklerini ön plana çıkaran, “dinci” izleniminden çok “elit” izlenimi veren bir propaganda ve imaj oluşturma stratejisinden yanaydılar. Gelenekçilerin, parti aygıtı etrafında kenetlenmesi dindar kitlelerin sayısı ve sadakatine yaslanan bir güç ve pazarlık/uzlaşma kozu oluşturma çizgilerine mukabil, “yenilikçiler, kadro veya liderin -yukarıda işaret edilen türden- nitelikleriyle sahip olduğu karizmanın toplayacağı -çoğu dindar da olsa- heterojen bir seçmen kitlesine, “oy oranı”na yaslanmanın Türkiye koşullarında çok daha mümkün ve risksiz yöntem olacağını hesaplamaktadırlar.
Böylesi heterojen bir seçmen kitlesini kendine çekebilmek için, partiyi temsil eden kadronun da heterojen olması gerekir, mantığıyla -inanç, görüş, tutum açısından- olabildiğine heterojen bir kadro “üretebilen” ve onunla işleyebilen klasik parti, konjonktürel nedenlerle bazen -2000 Nisan seçimlerinde FP’nin yaptığı gibi- “vitrin”ine farklı kişiliklere de yer vererek heterojen bir görüntü vermeye çalışabilir. Bu “taktik”in inandırıcılık ve etki derecesi sınırlıdır.
Oysa Tayyib Erdoğan’ın başını çektiği “yenilikçiler”in “yeni oluşum”u, daha renkli bir vitrin düzmek, partinin üst-orta yöneticileri, üye çoğunluğu ve programı ile verdiği “ideolojik homojenlik” görüntüsünü yumuşatmak vb. klasik parti modelinin daha esnek bir tarzını, FP’nin “ılımlı”, başlıca derdi olan “laiklik” ile uzlaşmaya daha açık bir çizgi izlemeye niyetli türünü oluşturma girişimi değil. Bu oluşum, “İslâmî hareket”in günümüze kadarki siyasal örgütlenmesini, model alınan klasik partinin terk edilerek postmodern bir harekete - ”parti”ye bağlanması girişimini ifade ediyor.
Bu noktada, modern/klasik parti ile bunun postmodern duruma geçişte nasıl değiştiği konusu üzerinde daha ayrıntılı biçimde durabiliriz. Bilindiği üzre klasik parti, çıkarları özellikleri ve bunlardan hareketle toplum tasavvurları benzer ya da uyumlu kesimleri siyasal planda temsil iddia ve işleviyle kurulur. Bu çıkarların ve buna dayalı toplum tasavvurunun meşrûluğunu, önceliğini açıklayan sistematik bir ideolojiye veya bunu ikâme eden bir fikir ve kabuller manzumesine sahiptir. Postmodern durum ise, mümkün toplum tasavvurlarının fazla olmadığı, vaktiyle her ideoloji çeşitli tasavvurlar sunabilirken, şimdi gelinen noktada bunların pek çoğunun imkânsız veya geçersiz olduğunun ortaya çıktığı kabulünden başlar. Ve bunun ardına daha da önemli olarak, toplum hayatının ekonomik, güvenlik, adalet gibi hayatî ve geniş yer kaplayan yönlerinin ideolojilere göre değişmeyen, bilimsel, objektif, veri, ölçüt ve kuralların geçerli olduğu, geçerli kılınması gerektiği alanlar olduğu kabulünü ... Bu durumda, siyasetin aslî konuları olan bu alanlar da farklı yaklaşım ve programlardan pek söz edilemeyeceği için, siyaset birtakım “bilimsel”, “nesnel” veri ve ölçütlerin beceriyle uygulanması gibi idari-teknik bir içeriğe indirgenmiş olduğu için; ne aynı program dahilinde birbiriyle çalışmaya alışmış bir “kadro”ya ne içinde o kadronun eğitilip şekilleneceği yaygın bir parti aygıtına ne de bu aygıtın yurttaşlara programın propagandasını yapmak için yürüteceği faaliyetlere ihtiyaç vardır. Önemli olan, bu postmodern “siyaset” alanının gerektirdiği idari-teknik niteliklere sahip, bu konulardaki yeteneğini ve derecesini kanıtlamış bireyleri biraraya getirebilmiş olmaktır. Birbirlerini tanımıyor ve birlikte hiç çalışmamış olsalar da karizmatik bir liderin etrafında biraraya gelen, onun “ekibi” olacaklarını beyan eden bir grup insan “siyaset meydanı”na çıkıp, o meydana çıkmış diğer ekiplerle, zorunlu olarak medyatik ortamlarda da performanslarını yarıştırarak “seçim”in kendileri lehine olmasına çalışacaklardır. Şüphesiz bu durumda, ekibin ve bunların en önde gelenlerinin oluşturduğu “vitrin”in performansından belki daha da önemli olan “lider”in performans ve karizmasıdır. Vitrinine herhangi bir alandaki yeteneği ile tüm toplumda tanınan birini katmış bir lider, “karizması”na da o oranda bir ekleme yaptırmış olur. Postmodern durumda epeydir yol alan ileri endüstriyel toplumlarda seçime giren partilerin lidere, karizma ölçüsüne gitgide daha çok önem verir hale gelmeleri de bu yüzden.
Bu açıdan bakıldığında FP’deki ayrışmanın, biri “İslâmî hareketi” klasik parti formatı içinde, yani hareketin ideoloji ve programına referansı elden bırakmayan, kadrosunu bu çerçeve içinde devşiren, vitrin, “imaj” gibi “zamane” gereklerini, bunun eklentileri sayan bir yaklaşım; diğerinin, yani “yenilikçi” denileninin ise yukarıda özetlenen postmodern tarzı temsil ettiği görülür. Erdoğan’ın liderliğindeki bu “yeni oluşum” her ne kadar şimdi büyük çoğunluğu FP’den yetişme bir ekip hareketi görünümünde ise de; sanırız daha şimdiden bütün sağ partiler dünyasının ikbal kapısı arayan, tercihan genç veya henüz yıpranmamış kişilikleri ile temastadır ve bunların hatırı sayılır bir bölümünü saflarına kazandırdığında, FP kökenlilerin nispeten fazla olduğu heterojen bir vitrinle sahneye çıkacaktır. Bu haliyle muhtemel bir seçimde, FP geleneğine uzun yıllar % 10 civarında bir oy oranı sağlayabilmiş olan çekirdek seçmen kitlesinden fazla oy koparamayabilir, ama RP’ye 1990’larda oy vermeye başlamış katmanlardan, DYP- ANAP ve hattâ MHP tabanından ciddi bir oy desteği bulabilecektir.
Her şeyden önce yürürlükteki iktisadî düzenlemenin rayına girmiş olmasına bağlı olan ve bu durumda şüphesiz Kemal Derviş odaklı potansiyel yeni oluşum, Tayyib Erdoğan’ınki gibi uzun zamandır hazırlanan bir ekibe sahip değildir. Gerçi Derviş’in uzak geçmişi ve beyanları üzerinden onun da asıl olarak DSP, CHP gibi “sol” partiler dünyasından devşirilecek bir yeni oluşumun başına geçeceği varsayılıyor ise de; bu tahmin gerçekleşse bile, onun işinin Tayyib Erdoğan’ınkinden çok daha zor olacağı şimdiden bellidir. DSP’nin kişilikli kadrolara sahip olmadığı, CHP ve ondan yakında ayrılmış olanların yıpranmışlığı Kemal Derviş odaklı “sol” yeni oluşumu “vitrin” malzemesi bakımından başka “kaynak”lara yöneltecektir. Kaldı ki; iddialı hale gelebilmesi için, yürürlükteki programın kendi ölçüleri içinde başarılı olması şarttır. Programın gerçekçi başarı kıstaslarına göre yüksek not alacağı bir duruma gelinse dahi, bu durumun toplumun alt katmanlarının değil, ekonominin zirvesindekiler ile orta-yüksek gelir düzeyine sahip ücretlilerin, “beyaz yakalı”ların çıkar ve beklentilerine uygun düşeceği bellidir. Bu durum şimdiden kestirilebilirse, kestirilebiliyorsa, Derviş’li yeni oluşumun kadro/vitrin politikası da bu kesimlerin ehil ve güvenilir bulabileceği türden kişilere ağırlık verecektir. Bu oluşum, geleneksel sol seçmenin aklını çelmek için sol sıfatını üstlense dahi; vaktiyle ekonomiden çok -Kürt sorunu, özgürlükler vb.- siyasal konu ve sorunları öne çıkararak geniş yankı uyandıran, ama bu popülariteyi oya tahvil edemeyen, YDH’nın bu kez ekonomik “istikrar”ı öne çıkaran biçimi olabilecek; ilk denemede YDH’ya sınırlı ve mesafeli bir destek vermiş TÜSİAD ve orta üst ve üst gelir-ücret sahipleri kesimi ve bunların periferilerinin daha angaje bir desteğini görebilecektir.
Üzerinde durduğumuz bu iki “yeni oluşum”un yanısıra, başını Mümtaz Soysal’ın çektiği “ulusal sol”cu girişim ya da Melih Gökçek’inki gibi sağ içi bölünmelerin geniş kesişme bölgelerindeki çıkar ortaklıkları üzerinden gitmenin hesabını yapan manevralar gibi “oluşum”lar da söz konusu. Ama bunların ya “yeni oluşum”lardan ya da geleneksel partilerden birine iltihakı veya sönüp gitmeleri kaçınılmaz gibi.
Dolayısıyla önümüzdeki seçim, hangi parti veya “yeni oluşum”un yarışı önde bitireceğinden çok, geleneksel partilerin ve yeni oluşumların toplam oylarının kıyaslanacağı, bir anlamda “klasik” ve postmodern partilerin karşı karşıya geleceği bir seçim olmaya adaydır. Ancak bunun sonucu ne olursa olsun gidişat ana çizgileriyle sürdüğü takdirde, orta vadede durumun postmodern partiler lehine gelişeceğini şimdiden söyleyebiliriz.
Siyaseti, toplumun insan, doğal kaynak ve araç “malzeme”sini yönetmek içeriğine indirgeyen, o yönetmenin gerisindeki önkabul, fikir ve değerlerin ancak “yönetmeye ehil” bir azınlığın içinde tartışılıp karara bağlanabileceğini; bu karar ve uygulamaların ise toplumun kalanına, “sürü”ye, -onların ancak sahip olabilecekleri- doğal güdü ve ihtiyaçlarını okşayacak hale getirilerek benimsetilmesi ile “yönetme”ye ek bir kolaylığın -gerekirse- sağlanabileceğini savunan bir anlayış daima varolagelmiştir. Mutlakiyetçi rejimlerden günümüzün “demokratik sağ”ına kadar gelen bir düşünüş çizgisidir bu. İçine girdiğimiz dönemin postmodern “partisi”nin, başta ekonomi olmak üzere güvenlik ve adaleti de bilimsel ve evrensel geçerlilikte veri, bilgi ve kuralların geçerli olduğu, “nötr”, dolayısıyla pek az seçim konusu olabilen alanlar olarak tanımlayıp fiilen siyaset dışı veya üstü sayması bu çizgi için yadırgatıcı değildir. Bu alanlar siyasetin konusu olabildiğinde de, bilhassa ekonomi ve güvenliğin, “sıradan insanlar” için ulaşılamayacak uzaklıkta icra edilen bir karmaşık endüstriyel-malî teknikler, kombinezonlar, dehşetengiz silâh, aygıt, denetim ve haber alma sistemleri ile uyandırdığı erişilmezlik ve acz duygusu, o düzeylere ilişkin bir tartışmanın ancak “ehil” kişilerin işi olabileceği fikrini benimsettirdiği için (oranında) söz konusu siyaset anlayışı lehinedir.
Bu anlayışın yanısıra, hattâ karşısında yer alan ve -gayet özetle- insanın kendi ve içinde yaşadığı toplumun kaderiyle ilgilenmesi anlamında siyaseti -“ehil” bir kesime terk edilemeyecek kadar- insanın ayrılmaz bir özelliği, etkinliği sayan bir anlayış daha vardır. “İnsan politik (poli etik) bir hayvandır” özdeyişini esas alan, antik demokrasilerinden beri sürüp gelen ve modern cumhuriyet ve demokrasilerin temeline, egemenlik halkındır ilkesini yerleştiren de budur. Şüphesiz bu anlayıştan türeyen çoğu “ılımlı” yaklaşımlar, politik vasıf açısından insanlar arasında ciddi düzey farkları olduğu “gerçeği”ni kabullenerek, siyaseti düşünme, tartışma ve icranın “ehil bir kadro”nun asıl işi olduğu ön kabulüyle, toplumun kalanının, “sıradan insanlar”ın siyasete katılım derecesinin daha düşük düzeyde ve dolayımlı olabileceğini varsayar iseler de; siyasetin o kesimlerin desteğine sunuluşunda sürüye has doğal güdü ve ihtiyaçlara seslenen bir dilden ziyade, insanın poli etikasını teşvike yönelik bir dile eğilimlidirler. Bu anlayışın radikal takipçilerine göre ise ideal olan bu farklılıkların da fiilen ortadan kalkacağı bir durumdur.
Modern çağların siyaset kavramı ve kurumları bu anlayışın hegemonyasında oluştuğu -ötekisi (sağ) buna uyarlanmak zorunda kaldığı için- geçen son iki-üç yüzyılda en canlı, yüksek kitlesel katılımlı siyasal akım ve hareketlerin bu cenahta vücut bulması, en etkin, örgütlü, taraftar ve mensuplarınca en fazla önem ve değer atfedilen partilerin de burada kurulması normaldi.
Fakat, gelinen noktada, siyasetin bu kavranılış, içeriklendiriliş tarzı ve ondan türeyen modern parti vb. kurumların soluğunun tükendiği, önlenemez bir çözülme, güç kaybı sürecine girdikleri, inisyatifin, hegemonyanın bu kez öbür anlayışa geçtiği açıkça gözlemlenebilmektedir. Modern-klasik partilerin yerini postmodern partilerin alışı veya -ileri endüstriyel toplumlarda olduğu gibi- merkez sağ/sol klasik partilerin -İngiltere, Fransa ve Almanya’da olduğu gibi- yeni (postmodern) oluşum modellerine etap etap geçişleri, bu sürecin ürünüdür.
Uzun açıklamalara girmeden şunu özellikle belirtmeliyiz ki; içine girdiğimiz çağın -başka analizlerde yeterince üzerinde durduğumuz- dinamikleri, olguları bağlamında, “klasik parti”nin yeniden canlandırılması, ihyası ne mümkün ne de gereklidir. Vaktiyle bu kurumu oluşturabilmiş siyaset anlayışı, bugün postmodern siyaset ve kurumlarının darlığına -ve kolayca çıkarsanabileceği üzre alabildiğine oligarşik rejimlere kapı açan- niteliğine gerçek bir alternatif oluşturmak için öncelikle bu gerçeği kabullenmek zorundadır. Ama aynı zamanda da, siyaseti, o gayet anlamlı ve zengin poli etika içeriğiyle ve o çağdaş dinamik ve olguların sunduğu imkân ve ufuk ile birlikte yeniden düşünmek, yeni ve yaratıcı bir perspektifin sınandığı “örgütsel” denemelere girişmek zorundadır.
Bu yazı yazılırken, Anayasa Mahkemesi’nin FP’yi kapatma kararı geldi. “Kamuoyu”(?)nda o malûm “üzüntü verici ama elden ne gelir, Anayasa böyle” mealindeki sözlerle karşılanan bu karar, bir ara veya erken seçime yol açmayacak biçimde olduğundan dolayı “ferahlık” bile yarattı. Her ne kadar FP, karar kapatma doğrultusunda çıkarsa, milletvekillerinin çoğunun “sine-i millet”e döneceğini, böylece en azından ara seçimi zorunlu hale getireceği “uyarısı”nda bulundu ise de görünen o ki, bu “uyarı”nın gereğini yapacak ne güce, ne asabiyeye ve yüreğe sahiptir. Kapatma kararını, kendisine layık görülen “siyasal düzenin garibanları” konumunu içselleştirmiş bir tevekkülle “kaderimiz bu” deyip sineye çekmeye, “aşırı” bir tepki gösterip ekonomik düzenleme programını sekteye uğratmaktan bilhassa kaçınarak, bıkmadan “icazet” beklediklerinden sessiz bir aferin almaya daha yatkın görünüyorlar.
Hayata borsa puanı, döviz fiyatı ve faiz oranı penceresinden bakmayı daha bir “öğreten” şu son krizin yarattığı hava ve travmadan da yararlanarak, bu “kamuoyu”, kapatma kararının hukuka, demokrasiye ve bunların “ruhu”na ne denli uygun olduğuna bakmadı bile. Bu “kamuoyu”nun sözcüsü, iştahlı aracısı büyük basın, konu gündeme geldiğinden beri Anayasa Mahkemesi’nin ekonomik krizi depreştirmeyecek yönde bir karara varması gerektiği telkinini yapıp durdu, bunun mesela şu tarzda bir kararla mümkün olabileceğine dair öneriler sunuldu ve hiç şüphesiz benzer telkin ve öneriler “bazı çevreler”ce de mahkemenin “dikkati”ne el altından sunulmuş olmalıydı.
Anayasa Mahkemesi bu telkin ve önerilerin sahiplerinin aferinini almış bir karar verdiği için kendinden memnun olabilir. Ama taşıdığı Anayasa Mahkemesi olma sıfatının hakkını veren bir karar mıdır bu? O sürekli vurgulanan “hukuk” ve hukukun üstünlüğü sloganı, ilkesi ciddiye alınıyorsa bunun tartışılması gerekiyor.
Çünkü söz konusu ilke, gerçek bir Anayasa Mahkemesi’ne sahip ülkelerde, bu kurumun en üst hukuk mercii olarak önüne getirilen sorunlara hukukun, sadece hukukun en temel değer, kural ve idealleri açısından bakarak karar vermesini öngörür. Bunlara yalnızca Anayasa hükümlerinin demokrasinin ruhuna, temel değerlerine uygunluk ölçütünü ekler. O nedenle de bir Anayasa Mahkemesi konjonktür gözetilerek, sözü edilen ilke ve değerleri, siyasal ekonomik konjonktürün gereklerine feda ederek karar veremez, vermemelidir.
İlgili herkes gayet iyi bilmektedir ki, Anayasa Mahkemesi aynı FP dosyasını, Anayasa ve ilgili kanunları hukuk ve demokrasinin ruhuna uygun biçimde yorumlayıp, kapatma talebini reddeden bir karar da verebilirdi. Anayasa Mahkemesi sıfatını gerçekten hak eden, hak etmeyi ve böylece hukukun ve demokrasinin üstünlüğü ilkesinin yerleşmesine katkı yapmayı amaçlayan bir kurumun yapması gereken tek şey de buydu.
Kaldı ki, “eldeki deliller yasanın başka türlü yorumlanmasını imkânsız kılıyor mealindeki bir gerekçeye dayandırılan kapatma kararının, sadece iki milletvekilliğini iptal ederken gösterdiği deliller birer Karakuşilik şaheseridir. Herkes gayet iyi bilmektedir ki eğer bir milletvekilinin şurada burada yapmış olduğu o türden konuşmalar milletvekilliğinin iptaline yeterli ise hemen tüm FP’li milletvekillerinin de aynı akıbete uğraması gerekirdi. Bu tür konuşmaları yapmamış FP’li milletvekili bulmak zordur asıl. Anayasa Mahkemesi bunu bilmez değildir. Ama herhalde her zaman çok daha ve derinden bildiği şey, emir sahiplerinin ve konjonktürü yönlendirenlerin ne istedikleridir.
Bu Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir karar alması bizi yadırgatmadı. Çünkü, 12 Eylül rejiminin zihnimize çakılmış bir fotoğrafında Anayasa Mahkemesi üyelerinin cunta şeflerinin huzuruna çıkıp, bellerini bükerek onlara tebrik ve saygılarını sunuşları var. Bırakın protesto etmeyi, Anayasa’yı çiğneyen, iptal eden “emir sahipleri”nin “varlık nedenimiz olan Anayasa iptal edildiğine göre, adında Anayasa olan bu kurumu da iptal ettiniz, istifa ediyoruz” diyememiş bir kurumun, bu mayasıyla nasıl bir Anayasa Mahkemesi olması beklenebilir ki?