Kasımpaşalı Haylaz: Merkez Sağda Yeni Umut

Türkiye’nin, özellikle son on yıldır krizler içinde yaşamaya alıştığı bir gerçek. Laiklik-şeriatçılık ikilemine hapsedilen tercihler, 28 Şubat süreci, Susurluk kazasıyla devlet çetelerinin örtbas edilemeyecek kadar açığa çıkması, bir dönem kamuoyunda oldukça muteber bilinen kişilerin daha çok paraya sahip olma yollarının, tarzlarının ifşa olması sonucu bir anda tepetaklak edilmeleri (Cavit Çağlar, Nail Keçili, Korkmaz Yiğit...), neredeyse her hafta yapılan, kimisi fantastik isimlere sahip operasyonlar (Buffalo, 2. perde, Kasırga, Paraşüt...), ekonomik krizlere eklenen parlamento, siyaset krizleri....Listeyi kabartmak gereksiz.

Hal böyleyken, sağda ve solda yeni siyasal oluşumların, yüzlerin krizden çıkış reçetesi olarak gündemde olduğu, ülkenin geleceğinin, kurtuluşunun bu sayede sağlanabileceği konusundaki fikirlerin destekçilerinin arttığı bir dönemde, duruma biraz daha yakından bakmak gerek.

MERKEZE KAÇIŞ

‘90’lı yıllardan itibaren, Sovyet sosyalizminin çöküşü dünyadaki tüm dengelerin tekrar düzenlenmesi anlamına geliyordu: Korkulması, tedbir alınması gereken “şeytan”[2] ortadan kalkmıştı. Soğuk Savaş sona ermiş, piyasanın mutlak hakim olduğu “yeni bir dünya düzeni” doğmuştu. Bu durum, “küreselleşme” kavramıyla tüm dünyada geçerli, kabul gören bir söylem şekline büründü.

Siyasette geleneksel sağ-sol ayrımının terk edilip, neresi olduğu çok da belli olmayan bir “merkez”de yer alma düşüncesi (kaygısı) bu gelişmelerden bağımsız değildir elbet: Soldan merkeze kaçış kabaca, Sovyet sisteminin çöküşünü, özelde sosyalizmin genelde “solun” yenilgisi gibi görmenin sonucu sayılabilir. En azından bu egemen yorum biçimi, sol üzerinde bu yönde bir baskı oluşturmuştur. Peki sağın merkeze kaymasını nasıl açıklayabiliriz? Aslında soru içindeki “sağ” terimiyle kastedilen esas kesimler, “aşırı sağ” olarak nitelendirilen, milliyetçi ve dinî temelde siyaset anlayışına sahip yapılardır; sağdaki merkeze kayma bunlar üzerinden okunabilir. Zira merkezin, günümüzde liberal-kapitalist-piyasacı eksene oturmuş olduğu genel kabul görmekte. Eskiden de, “merkez sağ” denen partiler zaten hep buradaydılar!

Özetle, sağ-sol ayrımının eski anlamını yitirdiği, bu iki siyasal anlayışın değerlerinin, yaklaşımlarının içiçe geçtiği, siyaset sahnesinde artık aşırılıklara yer olmadığı, siyasal etki ve geçerliliğin herkesi düşünen(!) bir “merkez”de toplandığı doğrultusundaki fikirler, merkeze kaçışın iticisi olmuştur.[3]

MERKEZE KAYMA MEKANİZMALARI VE UNSURLARI

Şüphesiz Türkiye de bu yönelimden payını alıyor. Merkez sağda ve solda (ama ille de merkezde) birlik düşüncesi yıllardır söylenegeliyor. Bu bağlamda siyasetin merkez dışında yapılmasına olanak sağlamama, aşırılıkları merkezleştirme konusunda ülkenin iki iyi örneğe sahip olduğu da aşikâr: dini siyaset anlayışının merkezleştirilmesi konusunda RP-FP, milliyetçi anlayışın merkeze çekilmesi konusunda ise MHP. Bu partiler iktidar olmadan önce temsil ettikleri değerleri, kullandıkları terminolojiyi iktidara geldikten sonra ya kendileri terk ettiler ya da kendi istemleri dışında bunlardan uzaklaşmaya mecbur bırakıldılar, uzaklaştırıldılar.[4] Bu noktada, merkeze kayma mekanizmalarını ve unsurlarını biraz daha açalım.

“Onay” müessesi, merkeze kayma düzeneğinin ilk göze çarpan, öncelikli unsuru. Medyanın, finans-kapital-piyasa çevrelerinin, memleketle yakından alakalı müttefiklerin... kısaca “siyaset düzenleyicileri” diyebileceğimiz geniş ve kapsayıcı bir kesimin “olurunu” almak merkezde olmanın, siyaset yapabilmenin temel şartı. Radikalizmi(ni), aşırılıkları(nı) törpüleme, uzlaşmacı, kucaklayıcı, “küresel” bir tarz oluşturma da merkeze kayma mekanizmalarının diğer unsurları olarak sayılabilir.

Fakat bu mekanizmalarla merkeze gelinirken; bu yolculuğun, “esas” ait olunan, içinden çıkılan cenahta geniş çaplı ve “uzaklaştırıcı” yan etkiler yarattığı da görmezden gelinemeyecek kadar gerçek. Bu tip kaymalar bir zamanlar kullanılan radikal söylemi korumak, kollamak isteyen; hayatını bu söylemle kurgulayan tabanda hayal kırıklıkları ve kuşkuyla karşılanıyor.

Bu genel çerçeve içinde, şu günlerde merkez sağı bir araya getirecek yeni bir oluşumun liderliğine en büyük aday olarak Recep Tayyip Erdoğan’a biraz daha yakından bakmaya çalışalım.

CEZAEVİ ÖNCESİ

1975’te Milli Selamet Partisi Gençlik Kolları Başkanı, ‘84’te Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı, ’85’te de İstanbul İl Başkanı ve RP MKYK üyesi olan; Milli Görüş teşkilatı içinde gayet bilinen fakat kamuoyunun o zamana dek pek tanımadığı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset sahnesinde net bir şekilde gözükmesi 1994 belediye başkanlığı seçimlerinde oldu.

Bu tarihe kadar siyaset içinde bir dizi mağlubiyetle karşılaşmıştı Erdoğan: 1986’da milletvekilliği ara seçimini, 1989’da Belediye Başkanlığı seçimini ve 1991’de de -tercihli oy nedeniyle- milletvekilliği seçimini kaybetmişti.[5] Belediye başkanlığına adaylığı, (tabandan gelen yoğun isteğe rağmen) başlarda Erbakan tarafından “henüz çok genç, ismini kazanamayacağımız bir seçimde yıpratmak doğru olmaz” gerekçesiyle kabul edilmemesine rağmen daha sonra İstanbul il yönetiminin toplu istifa tehdidi sonucu kabul görüyor ve yapılan seçimlerde Refah Partili Erdoğan, aslında “Hoca’nın” bile beklemediği bir şekilde İstanbul belediye başkanlığını kazanıyordu. Bu seçim galibiyetiyle beraber medyanın Erdoğan’ı, Erbakan’ın alternatifi olarak gittikçe ön plana çıkarması, bir “rakip-veliaht” olarak sunması ve daha da ilginci bu tavrın Milli Görüş tabanında da destek bulmasıyla Tayyip Erdoğan’ın popülaritesi her geçen gün biraz daha arttı. Bu durumun Milli Görüş’ün “demirbaş personelinde” belli bir rahatsızlık uyandırmaya başladığı tahmin edilebilir. Ancak bu rahatsızlığın, Erdoğan’ın 1997’de RP Siirt il başkanlığının düzenlediği bir toplantıda okuduğu/yaptığı bir şiir/konuşma sebebiyle, ‘halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etmeyi” düzenleyen TCK.312’den yargılanmaya başlanması ve bu süreç sırasında “yeni bir siyasî aktör” olarak ön plana çık(arıl)ması ile bir “siyasî huylanmaya” dönüştüğünü söylemek yanlış olmasa gerek. Yapılan yargılama sonunda verilen hükümle ömür boyu siyaset yapma yasağı cezasına çarptırılan Erdoğan, “kendisi için hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan”[6] fakat sağda bir nevi “siyasî mehdi” durumuna gelmesine büyük katkı sağlayacak[7] bu kararla, her siyasetçinin mecburi ikametgahı” olarak nitelendirdiği cezaevinin yolunu tutuyor; özellikle bu dönemde, adı Fazilet Partisi içindeki yenilikçilerle daha sık anılmaya başlanıyordu. Cezasını Pınarhisar Cezaevinde çekmeye başlayan Erdoğan burada kaldığı dört ayı “ülkenin ve milletin sorunlarına çare olacak çözümleri aramakla, yeni projeler üretmekle” geçiriyor, dışarıyla irtibatını da sonuna kadar açık tutuyordu.[8]

MİLLİ GÖRÜŞ’TE 30 YILIN SONU: YENİLİKÇİLER

Yenilikçiler adı verilen hareketin RP’nin kapatılmasına varan 28 Şubat süreciyle birlikte açığa çıkmaya başladığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bu dönemle birlikte eski Refahlı yeni Faziletlilerden bir grup[9] (biraz da Erbakan’ın siyasî yasaklı durumuna gelmesi ve en azından görünürden çekilmesiyle beraber) “parti içi demokrasi” kavramını sık sık dillendirmeye, yavaş yavaş mutlak lider egemenliğini (yani Erbakan’ı) eleştirmeye başladılar. Bu durum 30 yıllık Milli Görüş tarihinde bir ”ilke” ve aslında “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı”[10] gerçeğine denk düşüyordu aslında. Zira Milli Görüşün yapısında, düzeninde eleştiriye yer yoktu;[11] Milli Görüş siyaseti Erbakan projesi olarak vardı ve buna göre şekilleniyor, düzenleniyordu. “Hoca’ya” mutlak itaat olgusunu doğuran sebep de buydu.

Yenilikçi hareketi belirleyen temel etken, işte bu parti içi demokrasi, “siyaset üretimine aktif katılım” söylemi oldu.[12] Gelenekçilerin, “ideolojik hiçbir ayrımımız yok” ifadelerini yalanlamayıp, kabul ettiler; farklılık sadece siyaset yapma ve yayma tarzındaydı. Fakat yenilikçiler, örneğin İslâmın kamusal alana sokulması konusunun, demokratik bir çerçevede savunulmadığı için[13] toplum tarafından kabul edilmediğini savunarak ideolojik olarak da bazı farklılar taşıdıklarını gösteriyorlardı.

Erdoğan da belediye başkanlığı döneminden itibaren oluşturulmaya başlanan “karizması”, popülaritesi, özellikle tabanda çok sevilmesi gibi nedenlerle ve söyleminin bazı unsurlarına[14] dayanılarak, Erbakan’la mücadeleye girişebilecek bir figür olarak Yenilikçilerin liderliği konumuna en çok “yakışan” kişi oluyordu.

CEZAEVİ SONRASI

Yenilikçilerin kamuoyunca kabul edilen lideri durumunda olan Erdoğan, cezaevinden çıktıktan sonra niyetini ortaya koydu. “FP’nin değil Türkiye’nin liderliğine” oynuyor, ayrıca Fazilet Partisi kongresinde yenilikçilerin Abdullah Gül’ü Recai Kutan karşısına çıkarmasıyla da Erbakan’la karşıtlığı netleşiyor, oğluna adını (Necmettin Bilal!) koymaktan çekinmediği “Hoca”sıyla ciddi ayrıklıkların somut işaretlerini vermeye başlıyordu. Zira herkes kongrede karşı karşıya gelenlerin esas olarak Tayyip Erdoğan ve Erbakan olduğunu biliyordu. Her ne kadar Gelenekçiler kongreyi kazanmış olsa da, aradaki az oy farkı ve Gül’e (dolayısıyla Yenilikçilere ve Erdoğan’a) gösterilen ilgi Yenilikçiler arasında heyecanla karşılanıyordu.

Bunun yanında Erdoğan, daha önce değindiğimiz, merkeze gidilen yolda uğranması gereken duraklara da bir bir uğramaya başlıyordu: İslâmcı ve Milli Görüşçü olmayan pek çok kişiyle temas kurdu, yurtiçi-yurtdışı gezileri yaptı. TÜSİAD’lı işadamları ve liberal iddialı sağcı politikacılarla yaptığı görüşmeler ve bu görüşmelerden “geçer not”la çıkması,[15] hem sermayenin, medyanın onayını alması hem de “siyaset yasağının kalkması için etrafında geniş bir siyasî ittifak oluşturma gayreti, kendini meşrulaştırma”[16] çabası olarak göz ardı edilmemelidir; bu çaba, Erdoğan’ın siyasal etkinliğinin esasını oluşturmuştur. İçinde bulunduğu durum hiç net olmamasına rağmen, “ömür boyu siyaset yasağı” engelini de aştığı kanaatine varan Erdoğan, önceleri kullandığı “ben siyasî yasaklıyım” kaydını düşmeyi de bir kenara bırakınca ortaya çıkan manzara merkez sağda liderliğine geçeceği yeni oluşumun temel verisi olarak algılanmaya başlandı.

HEDEF KİTLE-SÖYLEMLER

Tayyip Erdoğan’ın talip olduğu konum, merkez sağ. Bu konuda hiçbir kuşkuya yer yok. Ancak Erdoğan’ın, harekete geçme anını, biraz da Anayasa Mahkemesinin FP’nin kapatılması davasında vereceği karara göre biçimlendirmeye çalıştığı da aşikâr. Zira hedef kitle merkez sağ olmasına rağmen Erdoğan’ın tabanını büyük ölçüde FP kapanmasıyla açığa çıkacak kitleden oluşturmaya çalışacağı da seziliyor. Halihazırda Erbakan ve “Gelenekçiler” tarafından hiç de sempati duyulmayan[17] Yenilikçilerle birlikte hareket eden Erdoğan’ın; kapatma kararıyla birlikte FP ile ipleri tamamen koparacağı ve özlemle beklenen(!) “yeni oluşumun“ somut olarak hayata geçeceği öngörüsünde bulunmak yanlış olmayacaktır.

Bu noktada; Erdoğan’ın işadamlarıyla görüşmek üzere Londra’ya gitmesi, TÜSİAD’ın ileri gelenleri ve Yalım Erez, Bülent Akarcalı gibi politikacılarla yaptığı görüşmeler, “‘Siyasette ciddi bir sorun var. Bugünkü siyaseti izliyorum. Gelişmelere göre de altyapı hazırlığımız var.’ Hazırlıkların ne zaman tamamlanacağı yönündeki soruya, ‘Ülkede siyasî şartlar oluşunca’ cevabını ver(mesi)”[18] daha da anlaşılır oluyor.

Tayyip Erdoğan’ın, “İkinci Erbakan” olma ısrarından vazgeçip “İkinci Özal” olmaya soyun(ması)[19] da, siyasî yaşamı için önemli bir dönüm noktası. Erdoğan merkez sağın liderliğine giden yolun Özal’a ve çizgisine sahip çıkmak olduğunu, bunun nasıl etkili bir mutabakat merkezi olduğunu gayet net kavramış gözüküyor. Buradan yola çıkıp Tayyip Erdoğan’ın değişen, bir zamanlar sahip olduğu Milli Görüş misyonunu silkeleyen söylemine göz atmakta fayda var.

Vakti zamanında “dünya mahkemeleriyle bu millete hizmetten alıkonamayız” deyip bu dünyaya ait olmayan mahkemelere yollama yapan, “demokrasinin bir araç olduğunu, yasaların İslâmi kurallara ters düşmemesi gerektiğini” açıkça söyleyen, tekelci sermaye ve “bir kısım medyaya” çatan, belediyeye ait parklarda, tesislerde içki yasağı koyan, hatta hatta milli kimlik ve kültüre ters düştüğü gerekçesiyle Cola satışını durduran[20]... Erdoğan artık o eski çizgisinden oldukça uzak. Yeni inşa ettiği söylemin içinde, bol miktarda “küreselleşme, globalleşme, değişik kesimleri kucaklamak, 21. yüzyıl” motiflerinin bulunması, Ruşen Çakır’ın güzel belirlemesiyle karşımızda artık bir “globalist muhafazakâr”ın[21] var olduğunu doğruluyor. (İronik bir şekilde kendi somut durumunu unutup!) 65 yaş üstündekilerin siyaset yapmalarının yasaklanmasını istemesi, ideolojik, marjinal partilerin devirlerini kapadıkları, siyasetin bütün kesimleri kucaklaması gerektiğini söylemesi de merkez sağın liderliğine ve kendi deyimiyle Türkiye’deki oyların %85’ine talip olan bir siyasî için gayet anlaşılır manevralar olarak görünüyor.

LİGHT TAYYİB

Her ne kadar Erdoğan merkeze gitme yolunda yeni imaj, yeni lider manevrasını büyük ölçüde tamamlamış olsa da, geldiği yerden gitgide uzaklaşıyor olmasının “oralarda” epey huzursuzluk yarattığı da görülüyor. Bu huzursuzluk bir şekliyle; Türk filmlerinden alışık olduğumuz İstanbul’a gitmiş Anadolu delikanlısının büyük şehirde kendini kaybetmesi, bozulması karşısında duyulan hayal kırıklığına benzetilebilir.[22] Zira Tayyip Erdoğan finans-kapital dünyasıyla, globalleşmiş politikacılarla, medyanın güçlü isimleriyle görüşüp, bunlarla “asgari değil azami müştereklerde” anlaşırken yetiştiği tabanda önemli “karizma” yitimine uğruyor.[23]

Erdoğan’a bu düzlemden yapılan en şiddetli eleştiri; “kendisini mahkûm ettiren süreci hazırlayan” medyayla ve bu etkileşim sayesinde “başka” bir hayatla kurduğu yakın ilişkiden doğuyor. Çünkü kurulan bu ilişkinin Erdoğan’ın köklerine ihanet, “sahip olduğu, savunageldiği değerlerin” içeriğinin boşaltılması, Kuran’la bağları koparma anlamına geldiği öne sürülüyor.[24] Bu eleştirilerde bakılması gereken temel nokta, Erdoğan’ın ilkelerinden ve misyonundan vazgeçtiğinin, söyleminin neredeyse kendisini inkâr anlamına gelmiş olmasının, siyasî kariyerinin “tabana ve beslendiği değerlere itibar etmeme” yoluna saptığının açıkça dillendiriliyor olması. Kısaca merkeze kaçmasından, “ideolojisizleşmesinden” duyulan rahatsızlık, Tayyip Erdoğan’a kendi safından yöneltilen en ciddi eleştiri. Aslında Erdoğan açısından bu eleştirileri “marjinal” kaldıkları noktada ve daha önce değindiğimiz, yürütülen merkezileştirme, merkeze çekme operasyonu dahilinde gözardı etme olasılığı yüksek. Fakat henüz hedef alınan tabana yerleşmişlik düzeyi konusunda çok da net bir fikir yokken, sahip olduğu tabanının da kaybedilmesi riskinin Erdoğan için büyük sıkıntı doğuracağı da muhakkak.

MERKEZ SAĞA FONKSİYONEL LİDER

Özellikle son 10 yıldır, MSP-RP-FP çizgisinin, bu anlamda dinî siyasetin bir gün Avrupa’daki “Hıristiyan-Demokrat” noktaya gelmesi umut edildi. Bu sayede bir biçimiyle, dini siyasetin de kendini kendine göre değil, merkeze göre tanımlaması sağlanmış olacaktı. Ancak bir türlü istenen verim alınamadı; bu çizgiyi merkezileştirme operasyonu -giriş kısmında da ifade ettiğimiz gibi- her ne kadar iktidarın kullanılması noktasında başarılı olmuş gözükse de, istenilen lezzeti vermedi Türk siyaset düzenleyicilerine.

Merkez sağda nihayet çözüm olarak ortaya çıkan ve ifadesini Tayyip Erdoğan’da bulan seçeneğin fonksiyonelliği ise bu bakımlardan dikkate şayan: hem söz ettiğimiz dini siyaseti merkeze çekecek hem de Özalvari bir şekilde “dört eğilimi” biraraya getirme metodu, stratejisi ile merkezi yeniden kurgulayacak, toparlayacak; siyaset makyajını yenileyecek bir yeni oluşum, yeni lider ve ekibi. Erdoğan’ın “Erdemliler Hareketi“ adını taşıyan yeni oluşumun bünyesine katmaya çalıştığı “erdemlilerin” öne çıkanlarına bir bakacak olursak, (Mehmet Ağar, MHP’den ihraç edilen Ali Güngör, ANAP’tan Lütfullah Kayalar, Ertuğrul Yalçınbayır, DYP’den Meral Akşener, Rıza Akçalı, MHP’den Sadi Somuncuoğlu, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Besim Tibuk, Hasan Celal Güzel, Korkut Özal, İlhan Kesici, Hüsnü Doğan, Saadettin Tantan[25]) derdimizi daha iyi anlatabiliriz belki de.

Erdoğan’ın, FP içindeki “Yenilikçiler” hareketinden önce de, Erbakan’ın ardından Milli Görüş’ün lideri konumuna gelebileceği, bir “veliaht” olabileceği öngörülmekteydi; Yenilikçilerin ortaya çıkmasından sonra zaten onların lideri olarak kabul edildi.[26] Her ne kadar “siciline” kuşkuyla yaklaşanlar olsa da[27] özellikle finans-kapital çevreleriyle yaptığı görüşmeler/fikir alışverişleri(!),[28] yurt dışı gezileri, oluşturduğu küreselleşmeci, herkesi kucaklamaya dönük dil[29] ve kendi safını dahi rahatsız edici şekilde Amerika ile kurduğu yakın ilişki[30] Özal ruhuna sahip çıktığının göstergeleri ve merkezleşme hareketinin halkaları olarak resmi tamamlıyor.

Sonuç olarak; Erdoğan’ın içinde bulunduğumuz dönemde göze daha çok girmeye çalışacağı ve ekibini netleştireceği kestirilebilir. Sürekli yinelediği “doğru zamanda siyasî harekete dönüşeceğiz” ifadesi de bu çabalara ve FP’nin kapatılma davasının sonucunun alınmasına yönelik göndermeler olarak okunmalı. Tayyip Erdoğan’ın hali hazırda siyasî yasaklı olması mı? Malûm bu ülkede, her an her şey olabilir; işler “bir noktaya” gelirse, “hukuki” yasak o kadar büyük bir problem olmaz gibi duruyor...

[1] Tayyip Erdoğan için “Kasımpaşalı haylaz” sıfatını kullanan, söz konusu yazısında Erdoğan’ı E. Kazan’ın “İhtiras Tramvayı” filmindeki Karl Malden ve Marlon Brandon’a da benzeten Ertuğrul Özkök: “...‘Kasımpaşalı haylaz’ sıfatı bana ait değil. Fazilet Partisi’nin yayın organı olan Milli Gazete’de yuvalanan bir ekibin onun için kullandığı niteleme. Onlar Tayyip Erdoğan’ı yıpratmak için bu sıfatı bulmuşlar...”; Ertuğrul Özkök, Kasımpaşalı Haylazın Brando Olarak Portresi, Hürriyet, 10.7.1998.

[2] “Solun şeytanileşmesi” kavramı için; Norberto Bobbio’nun “Tarihin Başlangıcında” başlıklı makalesi; Birikim 139, Kasım 2000, s.73 vd.

[3] “...dünyada olup biten temel değişiklikleri, artık eskiden olduğu gibi solla sağ arasındaki ayrılığın...belirlemediği....”, “Çoğuna solda ya da sağda kesin çözümler bulunamayan sorunları ele alan yeni siyasal bağlılıklar ve yeni mutabakat biçimleri yaratma olanağı doğdu”, “...muhafazakâr düşüncenin ana yönü, her tür ya da çoğu kökten değişim biçimine kuşkuyla bakmak olagelmiştir. Ama bugün çok şaşırtıcı bir şey görüyoruz. Muhafazakârlık...bir zamanlar yadsımaya uğraştığı şeyi tümüyle kucaklar oldu: rekabetçi kapitalizm ve...değişim süreci.‘Geçmişten devraldığımız fosillere son verelim’ duygusu, solda değil en çok sağda dile getirilen bir duygu.......muhafazakârlık bu noktada tutuculaşan sosyalizmle karşı karşıya...” Merkez sol ve sağ ile solun yer değiştirmesi üzerine düşüncelerini açıkladığı makalesi için; Anthony Giddens, NPQ Türkiye Dergisi, sayı 1, ilkbahar 1998, s.18-24.

[4] Bu konuda RP-FP çizgisinden aklımıza gelen ilk örnekler yıllarca Siyonizme, İsrail’e karşı çıkan Erbakan’ın ilk icraatlarından birinin İsrail’le ortak askeri anlaşma imzalaması, “post-modern” darbe olarak nitelendirilen ve kendisini iktidardan eden 28 Şubat kararlarına imza atmış olması. MHP anlayışında ise; milliyetçi-muhafazakâr kesimde epey tartışma doğuran türban konusundaki “önce erkek sonra ürkek(!)” yaklaşım ve yıllardır özenle oluşturulmuş “ülkücü” imajından sıyrılma (sarkık bıyıklara, ülkücü selamlaşma çeşidi olan kafa tokuşturmaya genel merkezce hoş bakılmaması vb.) konusundaki manevralar merkeze yaklaşma, merkez partisi olma çabasından ayrı değerlendirilmemeli kanımızca.

[5] Muhammed Pamuk, Yasaklı Umut: Recep Tayyip Erdoğan, Birey Yayıncılık, 2001, s.27.

[6] Radikal, 22.4.1998. Ayrıca yine aynı habere göre “Dünya mahkemeleriyle bu millete hizmetten alıkonamayız” demiş olmasını da yazının ilerleyen kısımlarında tekrar hatırlayacağız.

[7] Erdoğan’ın kahramanlaştırılmasında mahkeme sürecinin katkısı şüphesiz inkâr edilemez: mahkûmiyet doğuran şiir dizelerinin Ziya Gökalp’e ait olduğunun anlaşılması, ceza hukuku profesörlerinin ve kararı veren Diyarbakır DGM savcısının, konuşmada/şiirde suç unsuru bulunmadığını ifade etmelerine rağmen verilen mahkûmiyet kararı.... Bu süreçte dış dünyadan gösterilen yakın ilgi de (Uluslararası Af Örgütü’nün girişimleri, AB’nin konuyla ilgili bildirisi, Vietnam basınının dahi içlerinde bulunduğu yabancı basın kuruluşlarının ilgisi hakkında; Muhammed Pamuk, a.g.e. , s.106-111) dikkat çekicidir.

[8] “İrtibatın oranı” konusunda bir fikir vermesi açısından anmadan geçmememiz gereken bir durum: Görüş günlerinde “2000 kişinin” ziyaret etmek istediği Erdoğan için, kurmaylarının Pınarhisar girişinde bir benzinlikte bir büro kurduğu ve günde 400 kişiyle sınırlandırılan sayı için, gelenlere “kişisel bilgi formu” doldurtarak ziyaretçi seçtiği söyleniyor! bkz. Muhammed Pamuk, a.g.e. , s.128-129.

[9] Bu gruba dahil isimlerin çoğunun yaş itibariyle “Erbakan oligarşisinden” genç olması da dikkate değer; dolayısıyla ayrımı belirleyen etkenler arasında kuşak unsurunun olduğu da düşünülebilir.

[10] Aynı yaklaşımlar için; Menderes Çınar, “Milli Görüş Hareketi kurumsallaşabilecek mi?” ve Ruşen Çakır, “Demokrasi virüsü FP’ye de sızdı” başlıklı makaleleri, Birikim 134-135, Haziran-Temmuz 2000, s. 16-29.

[11] Oğuzhan Asiltürk’ün: “Bizde eleştiri yoktur.” sözleri her şeyi gayet veciz ve güzel özetlemekte; aktaran Ruşen Çakır, a.g.m.

[12] “Başbakan Ecevit’in, “Yenilikçiler ne manada yenilikçi henüz anlayabilmiş değilim.” sözüne FP’li Abdullatif Şener şu cevabı verdi: “Yenilikçilik parti içi demokrasidir. Lider sultasına karşı çıkmaktır... örgütün parti içi sürece katılması demektir, sorumlulukları partiyle, yönetimle paylaşmak demektir...”; Zaman, 9.1.2001.

[13] Menderes Çınar, a.g.m.

[14] Erdoğan’ın cezaevine girmeden önce belediye başkanıyken üzerine basarak kullandığı ve Yenilikçilerin de benimsediği temel söylem olarak taban demokrasisi kavramı gösterilebilir.: “Erdoğan, ‘taban demokrasisi’nin hakim olması ile, ‘geçici’ saydığı bugünkü krizin atlatılacağı umudunu dile getiriyor... Kendisinin Fazilet’in - ve ilerde belki de hükümetin - başına geçmesi konusunda ise, çok ihtiyatlı konuşuyor; ama gene de ‘taban demokrasisi’ni zikrederek, çoğunluğun bunu istemesi halinde bu görevleri üstlenmeye hazır olduğu mesajını veriyor...”; Sami Kohen, Tayyip Erdoğan’dan Dışa Mesajlar, Milliyet, 7.5.1998.. Burada atlanmaması gereken, Erdoğan’ın tabanda sahip olduğu güçlü desteğin farkında olması ve bunun üzerine gayet sağlam oynamasıdır bizce.

[15] Bülent Eczacıbaşı, Tuncay Özilhan, Asaf Savaş Akat, Nail Keçili...gibi isimlerin katıldığı toplantı ve bu toplantıda Erdoğan’a yöneltilen, laiklik ve radikal imajı hakkındaki sorular için; Halit Kakınç, Tayyip Sınıfı Geçti, Star, 28.10.1999. Ayrıca bkz; Hürriyet, 31.10.1999 ve Ruşen Çakır, Milli Görüş Yol Ayrımına Geldi, Milliyet, 01.11.1999.

[16] Hasan Cemal, Tayyip Erdoğan..., Milliyet, 5.11.1999.

[17] Gelenekçilerin yenilikçilere yönelttikleri suçlamaların başında “vefasızlık, itaatsizlik, kartel medyasına alet olma, koltuk merakı...”geliyor. Ayrıca Yenilikçileri Erdoğan’ın kışkırttığı, arkalarında o olmasa seslerini çıkaramayacakları da yapılan suçlamalar içinde.

[18] Yeni Şafak, 10.6.2001.

[19] Ruşen Çakır, Milli Görüş Yol Ayrımına Geldi, Milliyet, 1.11.1999. Ayrıca: “...Erdoğan her ne kadar Fazilet’teki Yenilikçilerin liderlerinden biri olarak görünse de, gönlünde yatan aslan Özal’ın dört eğilimini birleştiren eski ANAP’ını diriltmek...”; Muhammed Pamuk, a.g.e. , s.171.

[20] Muhammed Pamuk, Yasaklı Umut kitabında Erdoğan’ın belediyeye ait Çamlıca tesislerinde Cola satışını durdurmasını şöyle savunmakta: “Cola’ya karşı olmadığını söyleyen ve sık sık da Cola içen Erdoğan, turistlerin ve yerli müşterilerin burada Cola bulamamalarının büyütülecek bir konu olmadığını savunuyordu. Her mekanda Cola’nın içildiği günümüzde, boğazın eşsiz manzarasını seyrederken Cola içilmezse ne olurdu sanki. Şayet Çamlıca Tepesinde de Cola içilseydi, milli kimlik ve kültür kaynaşması baz alınarak yapılan dekorasyonun ne mantığı olabilirdi ki?...”; a.g.e. , s.71.

[21] Ruşen Çakır, Erdoğan ile Gül O Kadar da Yakın Değil, Milliyet, 6.9.2000. “Globalist muhafazakârlık” kavramı, ilhamı Özal’dan gelen bir kavramdır ve en veciz ifadesini Işın Çelebi’nin “bir elde bilgisayar, bir elde Kuran!” ifadesinde bulur.

[22] Erdoğan’ı, Frank Capra’nın “Mr.Smith Goes To Washinghton” filmindeki Joe Smith karakterine benzeterek, “saflığını” yitirdiği konusunda yapılan bir eleştiri hem “sol taraftan” geliyor olması hem de film örneğimize uygun olması bakımlarından anlamlı: “...Erdoğan bir biçimde Ankara’ya gidecek; bugün ya da yarın. Ancak kendisini İl Başkanlığından Belediye Başkanlığına taşıyan her şeyi geride bırakarak....Ona düşen, kendisinin de içinde bulunduğu bir siyasal hareketin çıkmazlarını karşılamak ve çözüm aramaktır...Türkiye’deki muhafazakâr sağın rejime sımsıkı yapışmasına yol açan bildik yollarda yürümek değil.”; Ahmet Küskün, “Mr. Erdoğan Goes To Ankara”, Birikim 128, Aralık 1999, s.7.

[23] Ruşen Çakır, Erdoğan ile Gül..., a.g.m.

[24] “..Telkinlerin aksine bu toplumu besleyen temel dinamikleri iptal etmeyi amaçlayan seçkinlere şirin görünmek, onların türküsünü söylemek başarının olmazsa olmaz şartı değildir...”; Akif Emre, Amiral Gemisinin Yedekleri, Yeni Şafak, 7.6.2001. Yazar aynı yazısında Erdoğan’a verilen desteği “Müslümanlığın anlamını ve ondan neşet eden değerler bütününü toplumsal anlamda içini boşaltıp, İslâmcıları dönüştürme...” çabasına da yorarak hayal kırıklığının büyüklüğünü göz önüne seriyor. Anlaşılıyor ki, oradan bakıldığında, Tayyip Erdoğan’ın, merkez sağı değil İslâmcıları bir araya getirecek, Müslümanlığın anlamını ve değerlerini toplumsal anlamda dolduracak kişi olarak görülmekte-imiş. Hapishanede yattığı dönemde, klasik bir yazar sayesinde “başka” bir hayatla kurduğu ilişkiye içerleyen örnek olarak: “...Tolstoy’un bir eserini okuduğunu öğrendim. Fakat ben, Tayyip Bey’in öncelikle Kuran’ı metni ve mealiyle, mümkünse mücmel bir tefsiriyle baştan sona hiç olmazsa bir kez bitirmesini, bununla beraber sahih kaynaklara dayalı bir siyeri de baştan sona okumaya öncelik vermesini isterdim.”; Mustafa İslâmoğlu, Gandi, Mandela ve Tayyip Erdoğan, Yeni Şafak, 31.3.1999. “...Türkiye’de muhafazakâr geleneği temsil eden bir partinin kurulması gerektiğini seslendiren Tayyip Erdoğan’ın Kuran–ı Kerim ile bağı koptukça Türk milletine düşman lobiler alkış temposu tutuyor...”; A. Hamdi Kepekçi, Tayyip Nereye Koşuyor?, Yeni Mesaj, 7.6.2001.

[25] Hüseyin Özalp’in haberi, Sabah, 21.05.2001.

[26] FP Lideri Kutan, Erdoğan’a yenilikçi kanada verdiği desteği çekmesi karşılığında ileride partinin başına geçebileceğini söylüyor: “Sen bizim evladımız, kardeşimizsin. Yanlış yapma. Fitne, fesata alet olma. Bu işlerin arkasında durma. Daha gençsin, yasağın da ömür boyu sürecek değil, yarın öbür gün bitecek. Önün açık. Zaten iki üç yıl içinde bu koltuk sana kalacak, bu koltuğa sen oturacaksın’’ Hürriyet, 9.9.2000.

[27] Bu duruma verilebilecek en güzel örnek: “İşaretlere bakarsanız, akılları başlarına gelecekmiş gibi görünüyor. Bu tabii memnuniyet verici... ‘‘Referansım İslâm’dır’’ (Recep Tayyip Erdoğan) diyenlerin şimdi ‘‘demokrasiyi içselleştirdim (özümsedim)” türünden sözler söylemeleri... Samimi iseler bu değişim memnuniyet verici... “Din kurallarının kamusal yaşama müdahale etmesine biz de karşıyız’’ deseler, mesele bitecek... Çıkmaz yolda olduklarını görüp bu kadar değiştilerse, bir gün o noktaya da gelirler inşallah... Gelince de bu sistemin partisi ve bu sistemin politikacısı olurlar.”; Oktay Ekşi, İnanmak İçin Acelemiz Yok, Hürriyet, 8.2.2000.

[28] Sakıp Sabancı ve Mustafa Koç’un, Erdoğan’ın oğlunun düğününe katılmalarını bir “geçer not” ifadesi olarak görsek acaba abartmış mı oluruz?

[29] Tayyip Erdoğan’ın, “birilerinin sesi olma” motifini dikkate çarpacak kadar çok kullandığını belirtmek gerek. Belediye başkanlığı döneminde temel propaganda aracı olarak da kullandığı “sessiz çoğunluğun sesi” olma ifadesine son günlerde, “umudun” ve “her geçen gün güçsüzleştirilen insanların sesi” olma iddiası ekleniyor.

[30] Aynı düğüne Amerika’nın İstanbul Başkonsolosunun da katıldığını ve bunun da aklımıza “Amerikanın dostları değil çıkarları vardır” sözünü getirdiğini belirtsek abartmaya devam etmiş mi oluruz acaba? Ayrıca Amerika ile girdiği ilişkilerin İslâmcı sağda yarattığı rahatsızlığı göstermesi bakımından enteresan bir yazı: “...Tayyip siyasete hazırlandığı şu günlerde ABD’li üst düzey isimlerle konuşup onlarla istişare etmeyi de hiç ihmal etmiyor. Daha da ileri giderek Amerika’daki Yahudi lobileri ile ilişkileri açıktan yapabiliyor... Tayyip’in toplantılarında hazır bulunan Amerikalı yetkililer de var. Mesela ABD İstanbul Konsolos Yardımcısı Kate Schertz örnek olarak gösterilebilir. Tayyip’in bu toplantılardan sonra ABD Dışişlerinden bazı isimlerle de görüştüğü bilinenler arasında. Kendisine ‘niçin ABD’lilerle bu kadar sıkı fıkı ilişkiler kuruyorsunuz?’ sorusuna ‘karşılaştığım haksızlık karşısında bana ülkemde sahip çıkan yok iken, ABD Dışişlerinden geçmiş olsun mesajları geldi” (8 Kasım 1999, Akşam) diyerek cevap vermesi, diyetinin ne kadar ucuz olduğunu göstermektedir...”; A. Hamdi Kepekçi, a.g.m.