AHMET YILDIZ
“Ne Mutlu Türküm
Diyebilene”
İletişim Yayınları
İstanbul 2001
Milliyetçilik illetine
sahih bir bakış
SADIK UÇANLAR
Ahmet Yıldız’ın merakla beklediğim kitabı, Ne Mutlu Türküm Diyebilene üst başlığıyla nihayet yayımlandı.
Aslında kitaba kaynaklık eden tez çalışmasından başından beri haberdar idim ve müellif zaman zaman lütfedip ulaştığı verilerden ve bu verilerden çıkardığı tahlillerden söz ediyordu.
İngilizce yazıp kitaplaşması için Türkçeleştirdikten sonra da okuma imkânı bulmuştum; bilgisayar Türkçeleştirdikten sözcüğünde imla hatası uyarısı yapıyor. Küçük harfle yazıldığında Boşnak kelimesi dini (yoksa etnik miydi?) kimliği, büyük harfler yazıldığında etnik (dini miydi?) kimliği işaret ediyor sanırım. Türkçe küçük harfle yazıldığında ‘ulus bilinci’nin azlığını büyük harfle yazıldığında ırkçı katsayının yüksekliğini işaret eder mi?
Ahmet Yıldız’ın neredeyse dört başı mamur bir araştırmasını (çalışma akademik çoraklığımızda gürbüz bir örnek olarak hemen temayüz ediyor) tekraren okuduktan sonra Üstad Bediüzzaman’ın, milliyetçilik için ‘illet’ nitelemesine bir kez daha hak verdim.
Bir ‘ulus’ yeniden inşâ sürecinin en sıcak zamanlarını konu alan araştırmayı okurken, yıllar önce, Varto’nun Mergemiste (yeni adıyla Çayıryolu) köyünde ilk kez karşılaştığım Kürt akrabalarımdan Sabri amcamın (babamın amcasının) altmış ihtilali ertesinde mapusane anılarına uzandım.
Şeyh Said’in yeğenleriyle birlikte ‘yatan’ bu yetmişi aşmış çilekeş adamın gülmeyi unutmuş çehresi, yalnız başına ‘bu ülke’de Kürt olmanın ’60’lı yılların ilk yarısında bile ne denli zor zenaat olduğunu resmedebiliyordu.
Lâkin, her biri on iki on üç çocuğa sahip, çoraplarını kendileri giyip çıkarmamış, ayakları daima bakır leğende eşlerinden biri tarafından yıkanmış, kendi aile/sülale ortamlarında ‘ağa’ muamelesi görmüş, mitik ve feodal boyutu ağır bassa da sıkı mütedeyyin bu karizmatik kişilerin, Elazığ hapisanesinde her sabah nasıl ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...’ demeye/dinlemeye mecbur bırakıldıklarını, İstiklal Marşı söylenirken Atatürk büstü önünde hazırolda durmaya zorlandıklarını, ana dilleriyle konuşmaları yasaklanınca nasıl anlaştıklarını öğrenmek benim için fevkalade şaşırtıcı olmuştu.
Yıllar sonra Mehmet Uzun’un Türkçeye çevrilen romanlarında neden en uzun cümlenin dört sözcükten ibaret olduğunu anlamam bu yüzden güç olmadı.
Bu denli paslanmış ve ısrarla tedavülden kalkmaya zorlanmış bir dilin elbette yazılı bir edebiyatı olamazdı.
(Bütün bunları yazarken iki şey yedeğime girip girip çıkıyor. İlki, Gülay Göktürk’ün, ‘Kürt kimliği deyip duruyoruz, lakin bir kez olsun, sakız gibi çiğnediğimiz bu söz grubunun anlam dünyası neler barındırıyor bakmıyoruz. Kızını, karını döveceksin, okutmayacaksın, onları insan sınıfından görmeyeceksin, çorapların kokacak, yemekte balgam çıkaracaksın, evin aş yağı kokacak vs.’ belirlemesi. İkincisi, Türk kimliği denilen şey ne kadar malûl bir imlemeyse Kürt kimliği denilen şey ne kadar malûl bir imlemeyse Kürt kimliği denilen şey de bir o kadar sorunlu bir imâdır.)
Ahmet Yıldız’ın inanılmaz bir titizlikle devşirdiği verilere, biraraya getirdiği belgelere bakarken ve bunlardan çıkardığı sonuçları okurken, ‘Fransız ihtilal-i kebrinin neden bize düstur-u hareket olamayacağı’ da billurlaşıyor zihnimizde.
İspanyol nezlesi salgın bir illet olan milliyetçiliğin, bizdeki macerasının en sıcak, en tartışmalı günlerinde bugün bize absürt görünen tezlerin kelli felli ‘bilim ve fikir’ adamlarınca nasıl olup da ortaya atıldığını, uluslaşma projesine kaynaklık eden damarları (Ahmet kılcal uçlara kadar sızıyor), ‘Ne mucize ne füsûn / Ne örümcek ne yosun / Kâbe Arabın olsun / Bize Çankaya yeter” dizelerinin gerisindeki ruh halini/zihin durumunu, cami fotoğraflarının altına, ‘Ankara’da eski minareler’; fabrika bacalarının altına, ‘Ankara’da yeni minareler’ yazan zihniyetin anlam haritasını, Çetin Altan’ın artık okumaktan/dinlemekten bezdiğimiz ifadesiyle, ‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir’ ‘hamaset afyonlaması’nın hangi ihtiyaçlardan beslenip, hangi siyasal projelerin muharriki haline geldiğini, gayrimüslim azınlıklardan ‘biz’e en sadık unsurun sanıldığının aksine Museviler olduğunu, belli başlı Musevi katillerinin nerelerde nasıl olup bittiğini, coğrafi ve hendesi terimlere ‘Türkçe’ (ki bu sorun bugün de ‘sosyal bilim’cimizin başat sorunlarından) karşılık bulan Yüce Ata’mızın Kızılca Türklerinden olduğu iddiasını, giderek İslâmcıların en ‘baba’ elitlerinin dem ve damarlarında bile milliyetçi pıhtıların nasıl gezindiğini... hülasa, milliyetçilik çevresinde oluşan sorunları doğru okumak isteyen herkese Ahmet Yıldız’ın bu nefis çalışmasına mutlaka başvurması gerektiğini düşünüyorum.
Ahmet’in bir karınca sabrıyla topladığı bilgilerden zaman zaman ‘kesin/emin’ sonuçlara (bunları tartışmasız kabullenme skolastisizmine kapılmakla birlikte) ulaşmasını kısmen yadırgadığını da belirtmeliyim.
Bunda, ‘paranoyak olmamız izlenmediğimiz anlamına gelmez’ saçmalığına inanmamın yanısıra, merhum ve mağfur İdris Küçükömer’in, ‘bu milleti anlamamda gen mühendislerinin bana yardımcı olması gerekiyor’ nidasının da etkisi var.
İmdi, biraz daha yalınlaşırsak...
‘Bu ülke’de bir zamanlar ister vatandaşlık (vatani aidiyet) isterse ‘ulus’ (Ahmet bunda daha doğru bir ifadeyle kavim diyor) kimliği olarak Türklerden başka bir milletin yaşamadığına inanılmış olabilir.
Mümkün ve vaki olan bu absürt durumun, bugün hangi çatışmalara kaynaklık ettiği de kayda değer bir sorudur.
Ahmet Yıldız’ın kitabının bu açıdan da işlevsel olduğu söylenebilir.
Artık, ‘bu ülke’de Türklerden, karda yürürken çıkardığı seslerden ibaret olmayan bir ‘kavim/budun/kabile/oba/aşiret/millet...’ bulunduğu, yanısıra pek çok etnik ve dini unsurun yaşadığı az çok biliniyor/tanınıyor.
Esas sorun, bu farklılıkların çatışma nedeni olarak üretilmemesi.
Yani ‘kavmiyetçiliğin’ telin edilmiş bir ‘illet’ olması.
İflah etmeyen bir kanser olması ve kültürel çoğulluğu bir imkân olmaktan çıkarması.
Ahmet Yıldız, zaman zaman bu hususa gönderme yapıyor veya şöyle söyleyeyim, araştırmanın kalkış noktası ve önümüze getirdikleri bize fevkalade isabetli ipuçları sunuyor.
Laiklik ve milliyetçiliğin iki temel çatışma nedeni olarak üretildiği güzide ülkemizde, bu çatışmadan kimlerin hangi yararlar umduğu ve bulduğu da yazarın sürekli dikkat çektiği bir sorun.
Girişteki teorik çerçeve ve tarihçede Yıldız’ın zihninde sorunun bir hayli berraklaşmış olduğu görülüyor.
Tanıl Bora’nın da işaret ettiği üzere, yazarın zengin, kendi içinde çeşitlenen, sözlüğü ile dikkat çeken hattâ biraz abartırsam ‘düşünce dili olarak Türkçe’nin güzel bir örneği’ olan kitabında insan ve İslâm’a tekaddüm eden bir milli seciye fikrinin bütün bir macerası ibret ve heyecanla izlenebiliyor.
‘İlmiye âmil âlim’lere fena halde ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde, Ahmet Yıldız’ın çalışması yüreğime su serpti.