Belirli bir toplumu başka bir âlemin cehennemine dönüştüren ve muhtemelen zordaki her topluma uyarlanan o geleneksel ironiyi Türkiye için de düşünmemek üzere gönülsüz davranmak artık sadece ahlâki bir eksikliğin ve tuzu kuru olmanın küçültücü duyarsızlığının işareti olabilir - eğer bir şeyin işareti olacaksa. Bunun “kötücül” bir yargı olduğunu düşünmek mümkün ama “yanlış” olduğu söylenebilir mi? İlk elde, belki, bu cehenneme ilişkin bir “algılama sorunu”ndan bahsedebiliriz. Yukarıdan aşağıya, toplumun hemen her kesimindeki bireylere sirayet eden yılgınlığın başka bir açıklamasını bulabilmek zor. Çünkü “nesnel” olarak bakıldığında, Türkiye 20 yıldır 24 Ocak “kapitalizmi” ve 12 Eylül “faşizmi” gibi iki büyük “müdahalenin” ezici belirleyiciliği altında yaşıyor. Ve bu 20 yıllık sürecin gündemini hep işgâl eden, hep tedavülde bulunan kavramı “kriz”.[1] Türkiye, sonuçta, 24 Ocak’la birlikte başlayan kapitalist dönüşümden beklediği kazancı elde edememiş, sınıflar arası farklılıkları giderek derinleşmiş, gelir dağılımı daha da bozulmuş, sefalet ve yoksulluğun artmış olmasının yakıcı mahrûmiyetiyle kıvranan, açlıkla terbiye edilmeyi toplumsal görünürlükten uzak tutulan bir kesime havale ederek vicdanını bastırabilmiş bir toplum.[2] 12 Eylül, en büyük örneği 28 Şubat’ta görüldüğü üzere hedefleri zaman zaman değişmekle birlikte esas olarak bir toplumu sosyolojik açıdan “toplum” kılan dinamizmi ve otarşiyi öldüren, işlevselciliğin diliyle söylersek, “sorun çözme yeterliliğini” ortadan kaldıran ve bu amaca ulaşmak üzere depolitizasyon, kaba şiddet vb. araçları kullanan arkaik bir şark despotizmiydi. Bu despotizm, gücünü arttırarak ve maalesef kurumsallaşarak ve de kendisini topluma yayarak yeni yüzyıla da taşındı. Bu yüzden toplum kendi yetenekleri ve özellikleri konusunda ancak dışarıdan verilen enformasyonla hareket etti.
Türkiye’nin daha önce de iktisadî krizler ve askerî müdahaleler yaşadığı hatırlanacak olursa, 24 Ocak ve 12 Eylül’ün Türkiye tarihi içerisinde ayrıcalıklı olguları temsil etmedikleri düşünülebilir; oysa bu uğraklarda somutlaşan, bir yoruma göre Türkiye’nin dünyanın taşrası olmaktan kurtulması, diğer bir yorumla da kapitalist pazara eklemlenerek “istiklâlini” kaybetmesiydi. Hakikat bu ikisinin ortasında bir yerde olmalı. Türkiye “örgütsüz kapitalizmiyle” bir pazar olarak kendisini sunmaya karar verdiğinde, hayatî bir adım atmıştı. Sadece tüketim kalıpları üzerinden yürüse bile, sokaktaki adam başka tür bir (iktisadî) gerçeklikle yüzyüze gelecekti. Avrupa Birliği’nin aynı zaman içerisinde giderek politik bağlılıkları ve ilkeleri vurgulayan bir birim olarak öznelik konumunu pekiştirmesi, Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerini düzenlemesi konusunda yeni zorlamalar yarattı. 12 Eylül’ün bu açıdan bir “işlevinin” olduğundan bile söz edebiliriz. İşkence, kötü muamele, insan hakları ihlâlleri, anti-demokratik uygulamalar konusunda sık sık Avrupa’dan zılgıt yeme pratiği hem kurumsallaştı hem de Batı’nın bu işlevi devlet katlarında örtük bir meşrûiyet kazandı. Nitekim “işkence” diyenlere, “siz kızılderilileri katlettiniz”, “İnsan hakkı ihlâli” diyenlere “siz Cezayir’de katliamlar tertip ettiniz” karşılıklarını verebilmenin, hem suçu kabullenmek anlamına geldiğini hem de bu tür bir denetime razı olmuşluğu ifade ettiği açıktır. Kendi geçmişiyle övünmeyi ibadet haline getiren ve tarihsel hükümranlığının imgesel hazzını doya doya yaşayan bir toplumun, dünyanın geri kalan kısmıyla böylesi bir ilişkiye razı olmasındaki ruh halini görmezlikten gelsek bile, Türkiye’nin dünya gündeminde yer alışının ya tabiî felâketler dolayısıyla (deprem) ya da kriminal bir vak’a akabinde gerçekleştiğini inkâr edemeyiz. Hattâ Türkiye bizzat kriminal bir vak’a olarak da zaman zaman ehemmiyet kazanmamış değildir. Özetle Türkiye, 1980’lerden başlamak üzere, hem geleneksel moral ekonomisi ve bu ekonominin kurumlarından vazgeçti[3] hem de politik olarak istemeye istemeye “dış dünya” denilen gerçeklikle ilişki kurmaya başladı. Bunun sonuçları üzerinde uzun uzadıya durmak gerekir elbette. Ancak bir noktanın altını çizmek gerekiyor: bu toplum, dışsal (Batı, AB, Amerika) herhangi bir baskı ve zorlama olmaksızın iyi ya da kötü herhangi bir adım atma konusunda isteksiz davranmaktadır. Enflasyondan, işkenceden, mahkûmlarını ölüme terk etmeden, köylülerine dışkı yedirmeden ancak başkaları zorladığında vazgeçmektedir.
12 Eylül’ün depolitizasyon siyaseti, siyasal akımlarla toplumsal olanın bağını birbirinden koparmayı başardı. Daha önceki siyasal bağın çocuksuluğundan dem vurabiliriz, ama yine de bir “bağ” vardı. “Tüketicinin” hemen her sınıfın bağrından koparak süpermarketlere, “center”lara koştuğu bir süreç başladı. Bu sürecin politik karşılığı, Türkiye’deki siyasal iktidarların kendisi dışında var olan daha büyük bir güç koalisyonunun gölgesi olmayı içine sindirmesidir. Tamam, Türkiye’de “politika” denilen şey, aslında toplumun yukarısında bir yerlerde ve genellikle kapalı kapılar ardında bir takım âli menfaatler gözetilerek oluşturulmuş masonik bir işleyişe sahip olmuştur. Ancak günümüzde yaşadığımız ölçüde, siyasal sınıfın kendi varoluş nedenini ortadan kaldıracak bir biçimde asker ve sivil bürokrasiye yamanması, vesayetleri altına girmesi herhalde modern Türkiye tarihinin hiçbir döneminde gerçekleşmemiştir. Türkiye’de siyaset vesayet altındadır; toplum vesayet altındadır; bireyler vesayet altındadır. Bu vesayeti reddetmeye ve kırmaya yönelik bir siyasî hareket veya birikim ortada gözükmemektedir. İstanbul basınında isimleri dönenler, siyaset kurumunun bu türden dönemsel yeniden yapılanmalarında korkulacak bir şey olmadığını hatırlatan bildik isimler. Yine alışıldığı üzere, Türkiye’de bu türden büyük iktisadî krizlerden sonra siyaset alanı yeniden harmanlanır; aktörlerin kendilerine çeki düzen vermeleri istenir, bazıları tasfiye edilir, bazıları cilalanarak tekrar gündeme sürülür, ve nihayet sıklıkla yeni ve “kirlenmemiş” figürler telaffuz edilir. Hemen soralım; siyaset söz konusu olduğunda, şu hususları hemen öne çıkartmak gerekmez mi: kim harmanlıyor, kim çeki düzen vermelerini istiyor ve ne kim regüle ediyor? Türkiye’de her toplumsal cümledeki gizli özneyi keşfettiğimizde, bu regülasyonun sahiplerini de keşfetmiş olacağız. Böylece sistemik güçlere nüfuz eden iktisadî, siyasal, toplumsal ve nihayet meşrûiyet krizinin nedenleri üzerinde de daha fazla bilgi sahibi haline geleceğiz. Türkiye’de rejimin işlemesini sağlıyan otoritaryenizmin sokaktaki insana “değmeyen” bir incelikle işlevselleşmesine karşılık, muhalif güçlerin bu inceliğe tekabül edebilecek bir “beceri” geliştirdiklerini söylemek ne yazık ki mümkün değil. Buna ilave olarak, siyasal aktörlerin Özellikle 28 Şubat sonrasında sergilendiği üzere, siyasetin kendisini gönüllü köleliğe sürükledikten sonra, geri dönebileceği ya da müracaat edebileceği herhangi bir nirengi noktasının kalmaması da bu açıdan anlamlı değil midir?
Bu vasatta iki gelişmeden, biri Kemal Derviş’e diğeri Recep Tayyip Erdoğan’a ve Türkiye’de iki partili bir siyasal düzeneğe geçişi savunan herkesi tatmin etmese de, biri solu diğeri sağı temsil eden iki oluşumun öne çıktığına tanık oluyoruz. Epeydir bu istikâmette bir yapılanmayı istikrarın temel şartı haline getiren TÜSİAD vb. kuruluşların bu oluşumlara hoşgörüyle baktığını görüyoruz. Ancak Türkiye’deki “düzenin” bu konuda ne yapacağı belli olmasa da Derviş ve Erdoğan’ın önümüzdeki dönemin muhtemel iki figürü olacağını kestirebiliriz.
Kemal Derviş’in yeni bir oluşuma öncülük etmesiyle, DSP’nin başına “geçirilmesi” arasında kararsız bir stratejinin sonuçlanmasını beklemekte olduğu açıktır. Ecevit’in durumu ne olursa olsun, DSP içerisinde Kemal Derviş’in tepeden indirilmesine karşı olan bir ekip mutlaka bulunacaktır ve bu ekip Derviş’e karşı olmayı, MHP’nin şimdilerde tutturduğu siyasal üslûpla birleştirebilecektir. Ayrıca yerleşik siyasî pratikleri sürdürmede Bülent/Rahşan Ecevit ikilisinin eğitiminden geçen bir parti yönetiminin ne kadar cevval olabileceğini tahmin edebiliriz; yâni Derviş, DSP merkezli bir projede çok kolay “harcanabilir” ve bunu Derviş’i destekleyenler bile engelleyemezler. Kemal Derviş’in “ülke -IMF- çıkarlarına” bağlılığı, “ekonomiyi siyasetten arındırma” projesini,[4] para işleyenlerinden anlayan birisi olarak inanmasa da sürdürme gayreti, global kapitalist pazarın içerideki en güvenilir temsilcisi olarak temsil ettiği gücün belirli bir siyasal momentum kazanmasına katkıda bulunabilir. Derviş’in çıkmazı, görünürde müşterisi çok bir siyasetin gerçek takipçilerini belirlemedeki güçlükte yatmaktadır. Ayrıca Derviş’in durduğu yer, Özalvâri bir sağcılığa uzak değildir. Bütün bu özelleştirme, globalizasyon, pazar rasyonalitesi vb. konularda ettiği lafların son 20 yıllık sağ ideolojik söylem içerisinde büyük bir yer tuttuğunu herhalde fark etmiş olmalıdır. Dolayısıyla Derviş, daha sağına yönelik bir hareketlenmeyi gerçekleştiremez. Oranın sahipleri vardır ve hep var olacaktır. Daha soluna yönelik girişimi ise, benzer bir tepkiyle karşılanabilir. Üstelik Türk sosyal demokrat hareketi, Derviş konusunda ikna olmuş değildir ve Mümtaz Soysal gibi isimlerin bu konudaki ikna edilebilirlik oranı da düşüktür. Kısaca söylemek gerekirse, Derviş’in şimdiye kadar elde ettiği popülaritenin biraz apolitik ve oportünist bir taban desteğini temsil ettiğini söyliyebilirim. ABD’nin ve IMF’in muteber adamı olmanın garanti etmediği pek çok şey olabilir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği ve FP bakiyesiyle, “merkeze” oynamak arasında karar vermeyi erteleyen hareketin, ne yapabileceği hususunda yazılanlara bakılırsa şimdilik ümidvâr olmak için hiçbir nedenimiz yok. Üstelik bu hareketin daha “yapısal” sorunları da var. Erdoğan’ın, “erdemlilik” vurgusu, Anadolu’yu dolaşarak edinmeye çalıştığı popüler destekle hangi noktalarda kesişecektir? Erdoğan’ın Anadolu gezilerinde üretim, KDV, ihracat vb. terimlerle konuşmayı becerebilen ve siyasal talepleri itibariyle “sert” taşra eşrafına, iktisadî olarak büzülmeyi ve küçülmeyi öne çıkaran, siyasal olarak ılımlılığı öngören bir projeyle çıkamayacağına göre, hem bu türden talepleri genel olarak içerdiği varsayılan hem de daha genel bir seçmen kitlesini ürkütmeyen quasi-liberal bir “paketi” süslemek zorunda kalacaktır ve bu nitelikte gelen bir paketin Türkiye toplumuna söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Erdoğan “genişleme” hareketinin kendisine sağlayacağı yararla, daha sâdık ve ne istediğini bilen bir kitleye “daralmanın” getirisi arasında yalpaladıkça, Fazilet çevrelerinden kendisine yönelik eleştirileri göğüslemesi zorlaşacaktır. Zaten esas olarak Erbakan ve FP’den kopuşunu “açık ve anlaşılır” bir dille anlatabilme, haklılaştırabilme ve Erbakan’a rağmen politika yapabilme Erdoğan’ın bütün başlangıç mesaisini işgâl edecektir. Üstelik, öteden beri FP yönetimiyle kapalı kapılar arasında sürdürdüğü mücadeleyi kamusal alana çıkarmanın tahmin edilebilir sorunlarıyla da boğuşmak zorunda kalacaktır. Hemen belirtelim ki, FP içerisinde “yenilikçi” denilen kanadın bütünüyle Erdoğan hareketine iltihak edeceğini sanmak yanıltıcı olacaktır. Buna karşılık Erdoğan’ın şimdiye kadar içini doldurmaya çalıştığı imgeye saldırmanın FP yönetimi için de sorunlu olacağı açıktır. Sonuçta Erdoğan’ın İstanbul ve küçük sermaye birikimlerinin gerçekleştiği Konya, Çorum, Gaziantep gibi illerde FP’yi gerileteceği açıktır. Ancak bunun muhtemel bir seçimde nasıl bir manzarayı ortaya çıkaracağını söylemek güçtür.
Son olarak şahsi bir ızdırap kaynağından bahsetmeme izin veriniz: Yıllarca Türk Batılılaşması içerisinde bir ülkenin “adamı” olarak var olmuş, o ülkenin çıkarlarını savunmuş ve bunun karşılığında “beslenmiş” yenilikçilerin ahlâkî tutumları konusunda kılı kırk yaran insanların Kemal Derviş ve Recep Tayyip Erdoğan’ın adeta politika yapmasına cevaz veren bağlantıları ve onaylanmaları konusunda suskun kalmalarını anlayabilmiş değilim. Globalizasyonun, dünyanın hemen her yerinde kendi içsel dinamiğine uygun siyasal özneler talep ettiğini biliyorum; Derviş ya da Erdoğan’ın “icazet” aldıkları yerin birörnekleştirici mantığına baktığımızda kendilerini ancak “acenta” olarak kabul etmemizi taleb edebilirler. Nitekim Kemal Derviş, kendisini bir sosyal teknisyen olarak konumlandırıyor, Recep Tayyip Erdoğan bir tür ahlâk gurmesi. Ancak ortada güç ilişkilerine müdahale etmek anlamında “politik” bir iddia yoktur.
Bu türden bir iddianın, toplumun marjinal kesimlerinden gelebileceğini, siyasal olarak kendisini en dışarıda hisseden güçlerin gerçekten anlamlı ve işlevsel olabilecek bir tavrı temsil edebileceklerini biliyoruz. Ancak bu marjinal kesimlerin, topluma gerçekten ve oldukça “marjinal” kaldıklarını, “dışarıdalık” hissine duçâr olanların herhangi bir toplumsal etkileşimi mümkün kılan bütün aracıları ve araçları ortadan kaldıran bir kayıtsızlığa taptıklarını, dolayısıyla ümitlenmemek için bir yığın sebebimizin bulunduğunu ve sonuçta Türkiye’nin kendisi için, kendi insanları için bir cehennem olmayı sürdüreceğini söyleyebiliriz.
[1] Akman, geçen sayıdaki yazısında, krizin salt adsal bir şey olmadığını ve bu 20 yıllık sürece yayılan çeşitli krizlerimizin olduğunu belirtmektedir. Sırasıyla 1981 Krizi, 1983 Banker Krizi, 1988 Borsa ve Döviz Krizi, 1991 Körfez Krizi, 1994 Çiller Krizi, 1998 Uzak Doğu Krizi, Kasım 2000 Krizi ve 21 Şubat 2001 Krizi gibi olayların geniş kitleler açısından dramatik sonuçlar doğurduğunu söylemeye gerek var mı? Bu kadar “yapısal reform” lafı ettikten sonra, bu sayıda ve mahiyette krizle karşılaşmak, asker ve sivil bürokrasiyi, burjuvaziyi, yönetici elitleri kendi yapıp ettikleri hususunda herhangi bir kuşkuya sevketmiyor mu? Ve toplum, halk, millet, ulus... ne diyorsanız, bu kadar şeye maruz kaldıktan sonra, söyler misiniz, neden ses çıkarmamakta ısrarlı? Yok, öyle büyük politik bir direnç filan beklemiyorum, “ah!” desin yeter. Tabiatıyla, can alıcı şu soruyu kendime sormadan edemiyorum: Belki de bu “ah!” sesini işitemiyorum, bu sesi duyabilecek kadar sahibine yakın değilim.. Emin değilim Her ikisi de doğru olabilir.
[2] Sadece 1980’le 2000 arasında Türkiye’nin toplam dış borç miktarının dramatik artışı bile bu açıdan trajiktir. Bkz., Cüneyt Akman, “ Devletin ‘Borç Çukuru”, Birikim, s: 145, 2001, 32-45.
[3] Bu konuyu özellikle vurgulayan kişi olarak Ayşe Buğra’yı anmak isterim. Ancak burada bu moral ekonominin muhafazakâr araçsallaştırılımına ve bir tür “kerim devlet” devletçiliğine izin veren bir şekilde yorumlanmasından uzak kalmak gerekiyor.
[4] Şubat krizinden bu yana ekonomi/siyaset ikilisini birbirinden ayırdetmeyi, neredeyse bir vahy mertebesinde savunan insanların izansızlığı çıldırtıcıdır. Elbette, kamusal kaynakların irrasyonel bir devlet aracılığıyla kötüye kullanılmasını kimse savunamaz, ancak hâlâ siyaseti dolayısıyla toplumu ve somut bireyleri dıştalayan bir iktisadî süreç tasarımına goygoyculuk yapmak üzere insanların ortaya çıkmasına esef etmemek elde değildir. Bu kadarını sanırım katışıksız bir liberal tahayyül bile beklemiyordur.