Türklere Geldik, Evde Yoktular

“Bir yeraltı suyu olarak kalmıştır Mem–û Zin / Doğuda bile çok az kimsenin bildiği / Çünkü Ahmede hani takılıp kalmıştır / Her zaman sıkı bir kimlik kontrolüne...”

Metin Altıok

Kuşların her yıl Doğu’ya ölmeye gittiği savaş biter!... Bir halk kendini tarihin kütüğüne yeni bir söylemle çakmak için yeni cümlelerle ayağa kalkar... Dağlar biter... Dağlar kendini tarihen ve siyaseten temize çekmeye başlar... Gerilla düşlerini bilerek dağlarda, türkülerdeki meskeninde unutur. Dağlar biter ve askerler yazgılarının beş duyusunu nafile dağlarda bırakıp geri dönerler.... Askerler ve gerillalar, birbirlerine ve en çok da seyredenlere, Özdemir Asaf’tan, kıssadan hisse “Bildiri” isimli minik bir şiir okurlar: “Bizler savaş ölüleriyiz; / Bundan böyle karşı–karşıya değiliz; / Bildiririz.” Bu bildirişiiri kaç kişi duyar, nasıl duyar, hangi manalara getirir bilinmez... Ara sıcak bir dönemdir, işaretleri okumak gerekir... İşaretleri okumak için işaretlerle ve onların nedeni olan hallerle karşılaşmak gerekir...

Açıl Doğu açıl, dönemindeyiz... Doğu’ya gidilecektir.... Devletin yol ve yolcu planıyla ya da onun dışındaki bir yolun ve yolcunun planıyla... Devlet gidip devlet gelenler var oralara; devletin turlarıyla, devletin sözlüğünden devşirilmiş sözlerle devlet gibi gelenler var... Onlar zaten barış, kardeşlik muhabbetine hariçler... Ama başka gidenler de var... Bizim mahallede oturanlar ya da bizim mahalleye uzak yakın komşu olan iyilik erbabı... Mesela, kadınlar mor gidip mor geliyorlar... İyi ki gidiyorlar, kadınların karşılaşması daha bir sahici... Savaşın ve zulmün değil, kardeşliğin, barışın rengidir mor demeye getiriyorlar... Bu sahiciliği abartarak azaltan bazı kadın yazarların yazılarına karşı yazılar da yazılıyor... Şairler şiir gidip şiir geliyorlar, gidip geldikçe şiirini ve kendini çoğaltanlar var, azaltanlar var...

Gidilecektir; açıl Doğu açıl dönemi başlamıştır.... İster taktik diyelim, ister strateji, “Güneydoğu nerede? Dağa çıktı!” dönemi bitmiştir.... Gitmek, karşılaşmak muhalifler hem de muhtelifler için tarihin emri siyasetin kavlidir... Gidecekler yüreklerine yeni yorumlar getirir, yeni yüzlerine taşınırlar, yeni cümleler kurmaya başlarlar... Nedense başlarlar... Gitmeden önce, gidilecek halkın, gidilecek suların ve kentlerin yerini işaretlemek için devlet demirbaşı bir harita duvara asılır... Asılır asılmaz ise, “bir uğultudur başlar, halkın sızlayan yarasından...” Anlayana, haldan bilene, kendi ile yüzleşip, kavramlarını ve pratiğini temize çekmek isteyen için ilk karşılaşma budur....

AŞK DA ÇEVREYE UYAR...

Batı biter ve günün birinde Doğu başlar... Kültür, sanat, etik, estetik, ev/veya parasal nedenlerle, ve/veya ismini gündemde tutmak amacıyla Doğu’ya gidilmeye başlanır... Doğu bitecek birazdan geç kalma, duygusuyla resmî ve/veya sivil bir telaşla gidilir gelinir, yazılır, çizilir.... Çevreye verdiğimiz geçici yokluktan, görmezlikten dolayı özür dileriz, mealinde anafikri olan yeni Türkçe yazılar, gazete köşelerinde yazılmaya başlanır... Karşılaşmak iyidir, bir halka merhaba demek iyidir, Amed, Dersim sözcüklerini cümle içinde kullanmak iyidir... Ama hiçbir şey, hiçbirimiz kadar da masum değilizdir. Hiçbir aşk o kadar da masum değildir... Belki de bu nedenle, “Aşk da çevreye uyar / Ve kendine parlak bir yalan arar” dizeleri yürürlüktedir... Allah kimseye devletin yokluğunu göstermesin günlerinden, “Aaaaa! Kürtler de varmış!” dönemine geçmek, hele de kendi kişisel toplumsal tarihlerimizle yüzleşmeden geçmek kolay değildir...

Öteki korkusunu yabana atmamak gerekir... Tarihin tanıdığı, coğrafyamızın ise binlerce kez tanıdığı en büyük korkularımızdan biridir. Kürt korkusu, Ermeni korkusu, Rum korkusu, Yahudi korkusu, Süryani korkusu vs. vs... Kim ne diyebilir ki; çiçekleri biçimli ve yalansız tuttuktan sonra, cümleleri devlet gibi kurmadıktan sonra Öteki’ne gitmek iyidir, ötekinde yeni yerler bulmak, birbirimizde yeni yerler bulmak, tarihi, coğrafyayı ve insanı yeniden keşfetmek geç de olsa iyidir... Eski yerlerimizi, eski cümlelerimizi, eski yanılgılarımızı gizlemeden ama... Bu nedenle, birgün tek ya da çok başınıza oraya giderseniz, gözlerinizi ve yüreğinizi devlete teslim etmeyiniz, diyerek eski cümlelerinizi sizlere, bizlere hatırlatan halka kızmayınız.

Onca savaş yılı sürerken, “dumanı lekesiz biri” kaldı mı bu coğrafyada... Geçmişimize ve şimdimize dair, gitmelerimize ve gitmemelerimize dair hep temiz, bütün zamanlarda lekesiz cümleler kurmak nasıl mümkün olabiliyor? Gitmek iyidir, Hakkari’de, Dersim’de, Amed’de kültür sanat festivalleri yapmak iyidir.... Gitmek iyidir, siyaseten gitmek iyidir... ama... Lekesiz bir duman gibi konuşmak, acıdır... Bu nedenle sürekli Doğu’ya gitmek sürekli kendi yanlışını gitmek de olabilir. Oysa sürekli öteki’ne gitmek, kendini bizim kavramlarımızla tanımlamayan bir halka gitmektir.... Kendini verili resmî tarihle ve coğrafya ile tanımlamayan bir halka gitmektir. Yani bir bakıma, eski kendimizin kapısını tıklayıp, eski kendimizi kınamak inceliği, etiği ve estetiğidir... Devletin, tarihin ve coğarafyanın gözü önünde kınamak zahmetidir... Günah çıkarmadan, ucuz bir itiraftan ya da siyasî bir mazoşizmden söz etmiyorum... Açık seçik olarak, içimizdeki devleti kınamak, devletin yüzüne karşı konuşmak geleneğinden söz ediyorum.... Yani demem o ki, yeni bir karşılaşma anında, eski karşılaşmalarımızı, hallerimizi anlama, hatırlama insaniliği ve inceliği... Bu nedenle, bazı seyyahların kabahatinden büyüktür özürü, kurdukları cümlelerinden ötürü, denebilir... Açıl Doğu açıl, dönüşü yok, gereği düşünüldü, bu karşılaşmalar illaki olacak... Devlet dersinde alışılmış ve öğrenilmiş eski kural şuydu, ne kadar gecikirsek, ne kadar görmezsek o kadar iyi... Birazcık gecikmeden bir şey olmaz ki halleri... Cümle içinde devleti daha çok Kürt halkını hiç kullanmama halleri....

BİN GÖR, BİN AH ET...

Açıl Doğu açıl, dönemi başladı... Devletin kurucu ilan ettiği cümlelerden başlarımızı kaldırarak, onun tarihsel ve güncel türevi olan üniter medya cümlelelerinden başlarımızı kaldırarak Doğu’ya, bir halka yatıya gitmek, düşlerini, gülüşlerini anlamaya çalışmak iyidir... Çocuğumuza oradan rengarenk esvaplar almak da iyidir... Kendimizi beyaz kadın, beyaz adam gibi hissetmek, iyi ya da kötünün ötesinde, bir olgudur ve anlaşılabilir bir şeydir... Ama bütün bu gitmeler, tarifler ve tasvirler az ya da çok bir yüzleşmenin ürünü değilse, binlerce of çeksek de, yüzbinlerce ah çeksek de, küçük ya da büyük devletleri yeniden üreten dağlarımız yıkılmaz ki...

Açıl Doğu açıl, dönemi başladı... Batı’da (siz bunu AB olarak da okuyun...) Doğu için yol haritaları çiziliyor... Yol haritası kadar yolcuların da haritası önemli... Eski yolun ve eski yolcunun bilgisi ve bilinciyle, gidilen yol sorunludur... “Yol bir kafiye arar ve bulur / Dönemeçlerin benzerliğinde” diye yüreklerimize dizeler serpsek de sorunludur.

Açıl Doğu, açıl, döneminin başlaması, bir halkın, bir coğrafyanın gözlerimizin önünden hızla geçtiği zamanları unutturmamamalı... Bin dereden bir kendini getiren bir halkı unutmak da, hatırlamak da bizim işimiz değil miydi? Savaş deyince ortaya çıkan, barış deyince yine ortaya çıkan bir halkı görmeye çalışmak iyidir... Yanlış ya da eksik olan, gören gözün, giden ayağın kendi sızısını tarif ederken, “suyun sızısını” görmezliğidir...

DAĞLAR SENİ PEKMEZ İLE KARARIM

Açıl Doğu açıl, zamanı başladı ya, o coğrafyanın sempatizanları çoğaldı... Şimdilerde gül satan esmer Kürt çocuğa daha sıcak ve ilgili bakıyoruz... Her iki tarafı da şaşırtan bir bakışma ve karşılaşma bu... Taksim sokaklarında kağıt mendil satan Kürt çocuklarıyla daha çok ilişki kurmak için daha sık nezle oluyoruz... Aramızda Dicle ve Fırat’ı evlat edinmek isteyenlere bile rastlanıyor... Ahmed Arif daha sık okunsa da, “Bir yeraltı suyu olarak kalmıştır Mem-û Zin’in neden bir yeraltı suyu olarak kaldığı ya da, Ahmede Hani’nin neden Doğu’da sıkı bir kimlik kontrolüne takıldığını düşünenimiz çok az...

Açıl Doğu açıl, dönemi başladı... Doğuya gitmek için ya harçlık biriktiriyoruz, ya da sanat–kültür organizasyonlarına damlayan paraların kolaylaştırıcılığında değişik niyetlerle yollara düşüyoruz... Pek çoğumuz düşünsel merkezlerimizi taşıyarak, merkezde biriktirilmiş hikmetinden sual olunmaz kavramlarımızla onları tanıştırarak Doğu’nun aydınlanacağına inanan, Avrupa ve/veya İstanbul/Ankara merkezli bir tarih teorisine sahibiz.... Taşranın ve de Doğu’nun öyleliği ile ilgilenen yok, merkez karşısında taşranın, Batı karşısında Doğu’nun da bir tarih ve aydınlama olduğunu düşünmek bizi tedirgin ediyor...

Açıl Doğu açıl, dönemi başladı ya... Yalan deri değiştiriyor, tanımına uyanlar var.... İyi kalpli kötülükler için sözümüz meclisten dışarı.... ama... Batı merkezli, üniter bir ulus-devlet düşünceyle Batı’dan Doğu’ya sürekli giderseniz yolunuz sürekli devlete çıkar... Çok söyledim yine söylüyorum, su uyur devlet uyumaz.... “Dağlar sizi pekmez ile kararım” diyen şairin dizelerini, “Doğu seni devlet ile kararım” sözleri ile karıştırmak, sözcüklerin cinnetidir... Ve yolun, yolculuğun sonudur...

Sizce dönek midir dağlar... Sizce/bizce dönek midir zaman... Hiç unutmam adına sözler bastırırdı devlet o zaman... Yakın zamanda devlet, kendi adına üniter insan tipleri, gazeteciler, köşe yazarları, tarihçiler bastırırdı... Nasıl unuturum; “güle narh koyanlar”, “bir gülü senetle değiştirenler”, bir halkı devletle, devletin sözcükleriyle, devletin anafikriyle tanırlar ve tanımlarlardı. Çok kişilik devlet ve tek kişilik devletler, yağmurun yerini doğru işaretlemeye çalışan, kuşlarını doğru uçurmaya çalışan bir halkın aleyhine, sözcüklerden kurşunlar bastırırdı...

Dağlar biter.... Açıl Doğu açıl dönemi başlar... Dağlar, eşyanın tabiatına uygun olarak, barışa dahil olmak için kentlere kayıt olur. Savaşın barışa, gerillanın ve askerin sivile kayıt olmaya çalıştığı duyurulur ve duyulur... Caddelerde, sokaklarda dağlara rastlanır, selam verilip selam alınır... Ama halin nicedir dağ kardeş diye sorulmaz...

Karşılaşmak eylemi aslında yeni bir şey, başka türlü bir şey kurmaktır. Başımız her dara düştüğünde kendimize kaçmak, ya da, kurtarıcılardan medet ummak ve devlete kayıtlanmak yerine, kendimizden caymadan öteki ile karşılaşmak ve tarihi oradan çalışmaya başlamaktır... Bu nedenle muhaliflerin Doğu ile eski ve yeni karşılaşması tarihi, kendimizi ve ötekini yeniden çalışmaktır. En çok da kendimizle, kendi sol resmî tarihlerimizle karşılaşma. En çok da kendimizle yüzleşme ve ötekini bahane etmeden kendimizi açıklama ve tertemize çekmek... Temize çıkarmak asla değil, aşkta, devrimde, halklar bahsinde, azınlıklar sorununda, politikada, şiirde imla hatasını en aza indirmenin olanağı olarak tertemize çekmek... Eğer böyle bir karşılaşma gerçekleşmeyecekse, muhalif olmak, devrimci olmak, insan olmak, Doğu’ya yatıya gitmek, Kürt giysileri giymek, Kürtçe ezgiler eşliğinde halaya durmak bir şeye yarar ama neye yarar? Belki de bu nedenle Doğu ve Kürtlerle karşılaşmak, devletle, düşlerimiz arasında bir ara bölgede rol icabı bir rastlaşma değildir. İnsan ile insan arasındaki karşılaşmanın insaniliği ve güzelliği, sözcüklere dökülünce azalıyorsa, bir sorun var demektir... Bu coğrafyada hiçbir düş hiçbir düşe, hiçbir muhalif hiçbir muhalife yakışmıyorsa, şair şiirine, şiiri şairine, Batı Doğu’ya yakışmıyorsa, yolculuklar ve gitmeler kimi yolculara yakışmıyorsa bir nedeni olmalı... Zulüm hariç her şeyin geç geldiği (1929 dünya ekonomik bunalımı bile geç gelmişti!) bir ülkenin erkenci çocukları, “Bense çekiyorum çilesini/ İğneye geçmiş bir ipliğin” diyen halkla ilişkilerini daha sık düşünmeli...

Gitmek çok acıdır, yüzleşmeye kapı aralar... Gitmemek daha çok acıdır yüzleşmemeye kapı aralar... “Ben, çok acıdır/ Biz, zaten acıdır”, ama daha da acısı var, utancı bilerek yaşatmak ya da utancı bilerek yaşatmak daha da acı... Mahpusunu kıskanan bir gardiyanı, mahpusunu kıskanan bir devleti, gördük bunları görüyoruz... Doğu’ya gitmek, Kürtleri cümle içinde kullanmak günün etiği ise, (moda; inciltici bir sözcük) geçmişte kullandığımız hangi cümlelerimizin öldüğünü de açık etmeliyiz yazılarımızda.... Çünkü.. oralarda kimliksiz ölüler gören Metin Altıok, “Cevapsız sorunun / Boynu büküktür; / Hemen anlar / Yetim olduğunu...” diyor... Kulak vermeli... Ve Doğu’ya her giden bunun siyasî, etik, insanî gerekçesini, “ham bir hümanizm”in ötesinde dillendirmeli... Komşuya gaz–tuz almaya gitmenin bir anlamı olduğu düşünüldüğünde, barışın, kimliklerimizin, özgürlük ve eşitlik gibi cümlelerin anlamları üzerinde de komşuluklar yapılmalı... Aksi halde komşuya iyilik almaya giden, onurlu bir barış için yollara düşen bir halkın başına gelenleri anlamak daha da zorlaşır...

BATI İLE DOĞU’NUN YANLIŞ İLİKLENMESİ

Açıl Doğu açıl döneminde yolculuğa çıkanlar, “Kirletip çevremi yoz oyunlarıyla/ Beni bir garip leke yaptılar/ Tertemiz bir zamandan kalma./ Şimdi üstümü tinerle siliyorlar/ Durmadan bozaran utançlarıyla...” dizelerinin etik, estetik ve siyasî anlamları üzerine de düşünmeli... Doğu’ya gidenler eylemlerine kenar süsü olarak duygu yüklüyorlar... Güzel... Ama yine de her yolcu, Doğu’ya ilişkin geçmiş cümlesiyle şimdiki cümlesi arasında bir kuş uçurmalı... Dün ile bugün, Doğu ile Batı, Kürt ile Türk, şair ile şiir, sanat ile politika, ben ile öteki, öteki ile öteki tarihte ve coğrafyada yanlış ilişkileniyorsa bir gariplik var demektir... Bu “Yanlış iliklenmiş bir gömlekte/bir düğmeyle iliğin gülünç çaresizliği”ne benzer bir durumdur. Bu tartışmaya “Daha önceleri nerelerdeydiniz?” şarkısıyla katılıp, gidenleri kınamak, bir şeyin altını çizse de birazcık ham bir göndermedir... Orada bir çocuk yıllarca asilendi ve aksilendi, dillendi ve direndi... Tarih diyor ki, bakıp da görmediniz... Coğrafya diyor ki, Doğu’yu bir biletle yüzlerce kişinin girdiği sinema alanı gibi görmenin yanıltıcılığı vurgulanmalıdır... Sorun, gidenlere geçmiş kabahatlerini hatırlatmak değil... İnsanların ideolojik, siyasî manileri vardı, yine de olabilir... ama.. Bu manilerimizi anlatmaya başladığımız anda, yeni bir iyiliğin kapısını aralıyoruz demektir... Kendimizle ve ötekiyle yüzleşmek bir iyilik halidir çünkü...

Açıl Doğu açıl, dönemi başladı... Sıkça yollara düşenlerimiz var... Gidiyoruz gitmesine de... Onlar galiba evde yoklar... Biz onları evde var zannediyoruz.... Gidenler onları elde var zannediyor... Kürtler bizim kapımızı çaldığında bizler çoğu kez evde yoktuk... Kapılarımızı çalan Kürtler’in, “geldik, barış ve kardeşlik için geldik... ama... her zaman olduğu gibi sizleri evde bulamadık... Kapınızı çalmamızın anısına kanıt olarak eşiğe ‘evde bulamadık dalcığı’ bırakıyoruz“ notu hâlâ kapılarımızın önünde görülmeyi bekliyor... Açıl Doğu açıl, döneminin seyyahlarına duyurulur...