Diriliş Ertuğrul’u iki kez seyretmeme rağmen hemen hiç sıkılmadım. Sebebini düşündüğümde ilk aklıma gelenler, alplerin yakışıklılığı, kostümlü anlatıları oldum olası çok sevmem, mevzunun açık havada geçmesi, dilin çocuksuluk derecesinde sadeliği ve hakkında daha az şey bildiğim bir dönemi anlattığı için karşılaştırıp “bu kadar açık yalan ancak resmî kanaldan söylenir” diye öfkelenecek çok az şey bulmamdı. İlk 3-4 bölümden sonra her şeyi bir kenara bırakıp Ertuğrul’a yoldaş olmakta sakınca görmedim. Çünkü Ertuğrul, onu bir propaganda harcına dönüştüren iktidarın ima ve arzu ettiği özdeşliğe sığmayacak kadar evrensel bir karakterdi. Kendi boyunun otonomisini korumaya çalışan, bunun için çoktan çürümüş Selçuklu devletiyle bir yandan mücadele ederken bir yandan aynı devlete adaleti, hakkı, hakikati tebliğ eden Ertuğrul’da en az gördüğüm şey, onu kendi emellerini seslendirsin diye uyandıran siyasi iktidardı. İğne oyası inceliğinde işlenmiş, gerçeklik duygusu alabildiğine yüksek Saadettin Köpek karakteri ile her kahraman kadar abartılı ve kusursuz Ertuğrul arasındaki mücadelede taraf olmanın hiçbir sakıncası yoktu. Tabii ki kahramanın yanında duracak, Saadettin Köpek’in elbet bir gün zeval bulacağını bilecektim. Dizinin 115. bölümünde Ertuğrul’un Köpek karşısındaki nihai zafer sahnesini izlerken bir an bile gözümü ayırmadım ekrandan. O sahneyi herhalde onlarca kez seyrettim, çünkü kafasına geçirdiği süzgeçle ekran karşısına geçmiş göbekli adam formunda temsil edilen Ertuğrul izleyicilerinin diziden koparıp çoğalttıkları bu sahnenin altına neler yazdıklarını merak ediyordum. Herkes pek memnundu. Tarihin ya da talihin değil senaryonun mantıksal sonucu olsa gerek, Köpek’ten sonra Selçuklu da kalmadı. Moğol’un paryası olarak encamını izledik bir müddet. Sonra öldü. Ertuğrul ise Bizans’a ve bir kez daha Moğollar’a karşı vereceği adalet ve otonomi mücadelesini sürdürdü.
Payitaht Abdülhamit’i ise zorlaya zorlaya 25. bölüme kadar izleyebildim, ilki gibi onda da tek bir sahneyi bile kaçırmamaya çalışarak. Fakat çok zordu. İstanbul’a ihanet olsun diye inşa edilmiş film seti yüzünden mi? Hikâyelerin, Abdülhamit’in o çok iyi bilinen tedirginliğini yansıtırcasına kapalı mekânlarda geçmesinden ve agorafobik atmosferinden mi? Görece daha iyi bildiğimiz bir dönemi, aklı başında tüm kaynakları ifsad etmeye yeltenen komplocu dili miydi sebep? O dilin bir dönemin günahlarını aklayıp sevaba dönüştürmek için ahalinin aklıyla insafsızca ve düşüncesizce dalga geçiyor oluşundan mı? Belki de hünkârın sık sık herkesi etrafına toplayıp dakikalarca nutuk çekmesi yüzündendir? Belli ki senaristler saraylılığın ilk şartının hünkârın her söylediğine ilahi lafız muamelesi yapmak ve o lafzı olanca boğuculuğuna rağmen, dizinin izlenirliği için bile olsa kesmemek olduğu kanaatindeler. Gene de eğlendiğim bazı sahneler yok değildi. Abdülhamit’in ne zaman “hürriyet” kelimesini duysa yerinden fırlaması, tiklerinin belirginleşmesi ve ettiği cümlelerin ipe sapa gelmezliğine mahkûm oluşu mesela. İyi oyunculuk diye buna derim.
Diriliş Ertuğrul’u merak ettiğim için izledim. Abdülhamit’i izlememin sebebi ise Youtube’da görüp dehşete düştüğüm bir sahneydi. O sahneyi 25. bölümde bulduktan sonra da artık devam edemedim. Saray bahçesinde Abdülhamit, oğlu Abdülkadir Efendi’ye Mete Han Efsanesi’ni anlatır. İkisinin elinde de tüfek vardır. Atış talimi yapmaktadırlar. Diyalog tam olarak şudur:[1]
Abdülhamit: Sana bir hikâye anlatayım. Mete Han çocukluğunda ok atmaya çok meraklıymış. Büyüdüğünde askerleriyle beraber ava çıkarmış. Kendi icadı olan, Çavuş Oku denilen ıslık çalan oku denermiş. Askerlerine ben oku nereye çevirirsem oraya çevireceksiniz diye emir vermiş. Eğer askerler onun dediğini yapmazsa, Mete okunu ona çevirir, öldürürmüş. Askerler artık Mete’nin hedef seçtiği kişiye okları çevirip onun dediğini yapmaya başlamışlar. Mete’nin babası Teoman, devlet işlerinde zaafa düşmeye başlamış.
Abdülkadir: Niye bu hikâyeyi anlatıyorsunuz hünkârım?
Abdülhamit: Dinle. Babasının artık devlet idaresinde zaafa düştüğünü gören Mete, onunla ava çıkmış. Bir ceylan görmüşler. Mete okunu kaldırmış. Lakin ceylana değil, babasına. Askerlerinin hepsi oklarını hanlarına çevirmişler. Çünkü biliyorlarmış ki, eğer zaafa düşerlerse, Mete onları öldürecek. Mete babasını öldürüp han olmuş. Sana bu hikâyeyi niye anlattığımı merak ediyorsan, söyleyeyim. Eğer taht sevdan varsa, Mete Han’ın yaptığını yapmak zorundasın.
Bu arada Abdülkadir Efendi elindeki tüfeği doldurmaya çalışır ama bir türlü beceremez. Mermi yuvaya girmemektedir. Genç adam iyice ezilmiştir. Abdülhamit tüfeğe el atar, ikisi de silaha tutunmuşlardır. Baba-oğul havaya atılan bir hedefe aynı tüfekle nişan alır ama aslında birbirlerine ateş ederler. Oğul ölür bir bakıma, baba kazanmaması gereken bir düellodan zaferle çıkmıştır.
Abdülkadir: Benim böyle bir sevdam yoktur hünkârım. Lakin anlamadığım her ne kadar acemilik etmiş olsam da vazifeyi Mahmut Efendi’ye vermeniz. Şaşkınım.
Abdülhamit: Niçin şaşkınsın?
Abdülkadir: Mahmut Efendi’nin iş tuttuğu devlet menfaatlerinin tersine çalışan dostları olabilir.
Abdülhamit: İşte ha sen ha Mahmut Efendi. Sen daha emanete sahip çıkamadın.
Abdülkadir: Ben hata ettim hünkârım, ya o bilerek ve isteyerek yaparsa.
Abdülhamit: Bir bildiğiniz mi var?
Abdülkadir: Yok ama.
Abdülhamit: Aması yok Abdülkadir Efendi. Ceb-i Hümayun’dan aldığınız tahsisat kesildi. Saraydan çıkmanız da yasaklandı.
Sahneyi ve hangi bağlamda kurgulandığını aramamın sebebi şu soruydu: Hünkâr bu hikâyeyi niye anlatıyordu? Daha doğrusu, TRT Abdülhamit’in dilinden bize bu hikâyeyi anlatarak ne demek, nereye varmak istiyordu? Şöyle de sorabilirim aynı soruyu: Allah aşkına böyle bir hikâye, hem de babadan oğula, nasıl bir halet-i ruhiyeyle anlatılırdı, o baba yani Ulu Hakan hakkında ne düşünmemizi istiyorlardı acaba? Dizinin “marka konumlandırması”nı nazar-ı dikkate alınca, Mete Han’ın babasını katletme hikâyesinin muhatabının Abdülkadir Efendi’den ibaret olmadığını düşünüyor insan elinde olmadan. Belli ki baba Abdülhamit, oğul Abdülkadir şahsında birine meydan okuyor. Herhalde izleyicidir ya da izleyiciler arasında olduğu hayal edilen biri(leri)dir o meydan okunan. Yoksa niye TRT1 gibi bir devlet kanalından anlatılsın ki Mete Han’ın babasını nasıl katlettiğine dair bu efsane? İyi de bu meydan okuma nereden icap etti? Hem niye onca hikâye arasında bu hikâye? Yok mu, “Evladım, daha elden ayaktan düşmedim. Bugüne kadar verdiğim bütün işleri eline yüzüne bulaştırdın. Hem bakalım o kadar kardeşin arasında taht senin payına mı düşecek?” diyebilmenin başka bir yolu? Bu şekilde izleyiciye, “Malum toplumumuz henüz kendi başının çaresine bakabilecek, bağımsız iradeyle doğru karar verebilecek durumda değil. Bir gün hürriyet gelecek ama durun bekleyin, henüz toplum hazır değil” denilmiş olurdu. Böylesine daha bir alışıktık, değil mi?
Foto: Murat Bergi
Diriliş’in, Payitaht’ın 25. bölümünden (17 Kasım 2017) iki buçuk yıl kadar önce yayımlanan 19. bölümünde (29 Nisan 2015) de dizinin en sevilen karakterlerinden biri olan Deli Demir, bir çadırda etrafına topladığı Kayı’nın evlatlarına Oğuz Kağan Efsanesi’ni anlatmıştı:[2]
Bu gece de nasibimize, yiğitler yiğidi, hakanlar hakanı Oğuz Kağan’ın hikâyesi düştü. Bundan asırlar, asırlar önce, yani yıllar yıllar yıllar yıllar önce biz Türkler daha henüz Ötüken yaylalarında yaşarken hepimizin anası olan Ay Sultan’ın gözüne bir ışık düşmüş. Ve doğum sancıları başlamış. Ve âleme bir yiğit gelmiş. Bu çocuğun yüzü gök gibi parlak, ağzı ateş gibi kızıl, gözleri ela, kaşları karaymış. Güzelliği dillere destan oluvermiş. Bu çocuk anasından sütü bir kez emmiş, bir daha istememiş. Çiğ et ve aş yiyip, kısrak sütü içmiş. Kırk günde büyüyüp dile gelmiş. Yürümüş, oynamış ve iz sürmüş. Beli kurt beli, omuzları samur omuzu, ayağı öküz ayağı, göğsü ayı göğsü gibiymiş. Yılkı güder, ata biner, ava çıkarmış. Günlerden gecelerden sonra, dosta umut, düşmana korku salıveren bir alp oluvermiş. Nice düşmana karşı kılıç çalmış. Nice masuma umut olmuş. Nice çıplağı giydirmiş. Nice açı doğurmuş. Ve nice vakitler geçtikten sonra namı bütün cihana yayılmış. Bir gün tek ve bir olan yaratıcıya yalvarmış evlatlarım. Hani benim hatunum, demiş. Ve bir anda karanlık basmış her yeri. Sonra aydan daha parlak bir ışık inmiş yeryüzüne. Ve dünya güzeli bir kız görmüş. Bu kız güldüğü zaman mavi gök gülüyor, ağladığı zaman mavi gök ağlıyormuş. Oğuz Kağan bu kıza sevdalanmış. Ve evlenmiş. Üç evlatları olmuş. Gün, Ay ve Yıldız. Aradan yıllar yıllar yıllar geçmiş. Oğuz Kağan boyu için çalışmaya devam etmiş. Artık palazlanmış, daha çok pusatı ve atı olmuş. Derken bir gün ava çıkmış. Bir gölün ortasında bir ağaç görmüş, ağacın ortasında bir kovuk, kovuğun içinde dünya güzeli bir kız. Gözü gökten daha güzel. Saçları dere gibi dalgalı. Dişleri inci gibiymiş. Oğuz Kağan onu görmüş ve evlenmiş. Üç evlatları daha olmuş. Gök, Dağ, Deniz. Gün, Ay, Yıldız bir kol, Gök, Dağ, Deniz bir kol olmuş. Oğuz Kağan bir gün toy düzenleyip evlatlarını çağırmış. Ey oğullarım, bu âleme bir tek hükümdar gerek. O da Oğuz neslinde olmalıdır, demiş. Yani, âlem size yar olmalıdır, demiş. Boyumuzun altın yayını gündoğumundan günbatımına kadar uzatın demiş. Daha çok ırmağa, daha çok denize ve daha çok toprağa ilahi muştuyu fısıldayın. Sonra ne mi olmuş? Oğuz Kağan’ın evlatları 24 boya ayrılıp bütün âleme yayılmışlar. Daha çok denize, daha çok ırmağa, o ilahi muştuyu fısıldamışlar. Zalime kılıç çalmışlar, mazlumun yanında olmuşlar. Yani evlatlar, sizin dedeleriniz cihana hükmetmişler. Şimdi ya ecdadımız gibi dirileceğiz ya da yok olacağız. O yüzden evlatlar, dirilmek lazım. Dirilmek. Bugünkü hikâyemizin kıssadan hissesi ve nasibini çıkarmak size kalıyor evlatlarım. Size.
Abdülhamit aslında Ertuğrul’un bilmemkaç göbek sonraki torunudur. Fakat Payitaht’ta anlatılan Abdülhamit, Diriliş’te anlatılan Ertuğrul’dan yüzyıllarca yaşlıdır sanki. İkisi arasındaki dil ve anlatım farklılıkları anlattıkları dönemler kadar anlatıldıkları dönemlerden de kaynaklanır (15 Temmuz öncesi ve sonrası) sanki. Fakat Diriliş ve Payitaht’ın hiç ortak noktaları olmadığı da söylenemez. İkisi de gerçeküstü ile olağanüstü olanı her fırsatta birbirine karıştırır. Fantastik, mitik olanla dünyevi koşullardan kaynaklanan olağanüstü haller iç içe geçer. Senaryoyu yazanlar bu kasıtlı karışıklıktan, hedef kitleye çeşitli siyasi mesajları ulaştırmak için yararlanırlar. Bugünün siyasetinde uğraşmak zorunda kaldığımız krizleri, zamanı bertaraf ederek geçmişte sahneler, bu yolla zamanaşırı, ezeli ve ebedi, bir trajedinin aktif değil ama reaktif paydaşlarına dönüştürmek isterler hedef kitlelerini. Trajedinin aktif paydaşları aynı ekrandan çeşitli vesilelerle bizlere zaten seslenmektedir. Bunun murat edilmediğinden eminim ama, bir çok açıdan Diriliş ve Payitaht, birbirlerini değilleyerek tamamlayan iki anlatıdır. Bu açıdan, ikisinin eşzamanlı olarak aynı ekrandan yansıtılması, öyle arzu edilmese de, büyük açmazlar yaratır: Ertuğrul, bilmem kaçıncı kuşak torunu Abdülhamit’in oğlu olsaydı akıbeti ne olurdu? Ertuğrul’un gözünden bakınca Abdülhamit, Saadettin Köpek’ten, Tapınakçılardan, Bizans’tan tevarüs eden bir çürümenin temsilcisine dönüşmez miydi? Ertuğrul zamanla bir imparatorluğa evrilen devletin kuruluşunun öncesinde var olan bir potansiyeli, yüce ama müphem bir dava (mefkûre) için serden geçmeyi göze almak koşuluyla hayatta kalma arzusunu temsil eder. Bir teslimiyetle başlar onun macerası: “Bir nefesine bile hükmedemediğimiz bu cihanda…” Abdülhamit ise tıpkı Saadettin Köpek gibi, o potansiyelin bir kez ete kemiğe büründükten sonra nasıl tükendiğinin timsalidir. Tecessüm etmiş mefkûrenin murat almalara doyamadan pörsümüş bedeni. Sarayına kapanmış, görkemine sıkışıp kalmış, kendini sahip olduğu iktidar dolayımıyla kutsamış, dizi aracılığıyla bize kahraman diye yutturulmaya çalışılmasa hiç de göze batmayacak, hayatta ve iktidarda kalma arzusunu mütekebbir bir kudret postuna sığıştırmış bir karakter. Abdülhamit de Ertuğrul kadar evrensel. Ama evrenselliğe ulaştığı yol Ertuğrul’unki değil.
İki dizinin anlatım tekniği açısından ortak bir yönü var. Her ikisi de izleyiciyi davet ettikleri zamandan daha eski ya da başka bir zamana dair menkıbe ve efsaneler anlatmak üzere uzun sayılabilecek boşluklar yaratır hemen her bölümde. Bir an dünya/olaylar durur ve biri, kıssadan hisse çıkarmamızı arzu ettiği bir hikâyeyi anlatır. Bunu ritüel içinde ritüel olarak tarif edebiliriz ya da oyun içinde oyun. Biz dizi izleme ritüelini performe ederken, dizinin karakterleri bizimkine benzer bir ritüel gerçekleştirir ve bize izleme ritüelimizin ne işe yaraması gerektiğini vazederler. Bizim bu dünyadaki ritüelden hangi hisseyi çıkarmamız gerektiği, dizinin içindeki kıssadan hisse ritüeli aracılığıyla vurgulanır. Diriliş’in kıssa, menkıbe ya da destan anlatıcıları ilk sezonlarda İbn Arabi ve Deli Demir’dir. Ardından, bana kalırsa en güzel işlenmiş karakterlerden biri olan Bamsı üstlenir bu rolü. Payitaht’ta uzun uzun hikâye anlatma tekelinin de Abdülhamit’te olduğunu söylememe zannediyorum gerek yok, en azından seyredebildiğim 25. bölüme kadar.
Burada tartışmaya çalıştığım mesele, bu dizilerin neden yapıldığı değil. Türkiye’nin devlet televizyonunun bu minvaldeki ilk işleri de değiller. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz” her dönemde kurucu anlatıyı o günün iktidarının perspektifinden dinleriz. Böylesi kriz dönemlerinde tarih, bugünü temize çekmek üzere yeniden yazılır. Fakat bu kurucu anlatının yeni versiyonlarının, hiçbir yenilik içermedikleri anlamına da gelmez. Diriliş ve Payitaht’ın, 1980’lerde TRT’nin Tarık Buğra’nın Küçük Ağa ve Osmancık romanlarından uyarladığı dizilerden çok farklı bir dile sahip olduklarına kuşku yok. 1980’lerde, darbe sonrası atmosferin tamamlayıcısı olan her iki dizinin yönetmenliğini de, bugünkü iktidarın pek iltifat ettiği Yücel Çakmaklı’nın üstlenmesi herhalde tesadüf değildir. Öte yandan, muhafazakâr ve mukaddesatçı bir yazar olan Tarık Buğra’nın diziye uyarlanan romanları dünyalı öykülerdir. Kahramanlar kendi iradeleri dışında, kaynağı belirsiz birtakım güçler, mesela Aksakallılar, tarafından seçilmiş insanlar değildir. Onların da kötücül düşmanları vardır ama o düşmanlar olağanüstülük derecesinde şeytanlaştırılmaz. Oysa TRT’nin kurucu öyküyü yeniden yazdığı Osmancık’ta izlediğimiz dönemin tarih öncesini anlatan Diriliş ve Küçük Ağa’da anlatılanın tarih öncesini aktaran Payitaht, yalnız mitolojik öyküleri, menkıbe ya da kıssaları değil, komplo teorilerini de bugünün koşullarını ima eden bir anlatının orta yerine patlamaya hazır bombalar gibi yerleştirir. Ertuğrul uzak bir geçmişten peşine takılıp gidebileceğimiz bir kahraman olduğu için bu patlayıcı düzenek çok da sırıtmaz. Ama Payitaht hem konusu hem dili itibariyle, Abdülhamit sonrasındaki bir asrı yok sayarak bugünü yakınsar.[3] Bu yüzden bu diziler aracılığıyla gündelik siyasi tartışmanın orta yerine yerleştirilen bu patlayıcı düzenekler, bir tür zarf atma teşebbüsüne benzer. Alıntılanan mitolojik öyküler, menkıbeler ve komplo teorileriyle donatılarak güncellenen her bir arketip, içinde ne olduğunu bilmediğimiz birer zarf olarak önümüze konur. Zarfın içindekilerden korkacağımız bir atmosferi de ihmal etmez anlatıcı. Amacı bugün başımıza gelenleri bu gerilimin yarattığı müphem loşluk içinden görmemiz ve kararlarımızı ona göre vermemizdir. Zarfı açmamızı değil, aksine, içinden çıkabilecek iyi şeylerin umudu ve kötü şeylerin dehşetiyle kalakalmamızı arzu eder. Böylece ona hareket sahası açılacaktır. Çünkü zarfın içindeki haber, sadece tek tek her birimizden değil, hepimizin toplamından bile büyük, ezeli ve ebedi bir vaziyet hakkındadır. Zarfı atanın bizden beklediği şey, tarif ettiği üst akıllar tepişirken onun kısmetimize düşürdüğü ihtimallerin şerrinden yine ona sığınmamızdır. Peki ya bize söyleneni dinlemez ve zarfı açmaya karar verirsek ne olur, ne bulacağız orada?
Çizim: Gökhan Pahlı
İddiam o ki, atılan bu zarfta, zarfı atanın kendisinden başka bir şey yok. Dahası, o zarf atmosferdeki gerilimin şiddeti oranında boş. “Ecdat” mührüyle kapatılmış bu zarfta, içine atıldığımız ya da içimize atılan gerilim ve stres atmosferinde gark olduğumuz korkular, endişeler ve yenilgilerden başka bir şey yok.
ZARF VE MAZRUF YA DA MİT VE DEVLET
Ernst Cassirer, öldüğünde masasının üzerinde tamamlanmış bir elyazması olarak bulunan ve Türkçeye Devlet Efsanesi[4] diye çevrilen çalışmasının girişinde, çeşitli mit teorilerini gözden geçirip hangisinin, hangi açıdan devlet denilen miti anlatmaya yarayacağını ya da yaramayacağını tartışır. Derken mit ile duygu (emotion) arasındaki ilintiye dikkat çeker:
Mit safi entelektüel bir sürecin ürünü değildir, derin insani duygulardan filizlenir. Öte yandan, mitleri yalnızca bu duygulara dayanarak açıklayan tüm teoriler şu noktayı kaçırır. Mit çıplak duygu olarak tanımlanamaz, çünkü o, bir duygunun ifadesidir. Bir duygunun ifadesi, o duygunun kendisi değil, imgeye dönüşmüş halidir. Bu gerçek, radikal bir değişimi ima eder. O ana (mite dönüşene) kadar belli belirsiz ve muğlak kalan his, mahdut bir şekil alır; (bu yolla onda) edilgin olan, etkinleşir.[5]
Serinin önceki bölümünde hissiyat (affect) kavramını, burada açmaya çalıştığım tartışma özelinde, müşterek, yani eşzamanlı ve birlikte hissedilen, hissedenleri birbirine yaklaştırıp “biz” eden duygular olarak tanımlamış, arketipleri de bu nev’i hissiyatı dile döken öykü örüntüleri[6] olarak görmeyi önermiştim. Cassirer’i izleyerek bu düzeneğe bir de miti ekleyebiliriz. Mit, müştereken ürettiğimiz, içinden geçtiğimiz, birlikte var kılageldiğimiz buna karşılık birlikteliğimizi var kılagelen hissiyatın şekle ve şemaile[7] dönüşmüş halidir. Her mit birkaç arketip arasındaki çatışmayı öykülendirir. Abdülhamit’in anlattığı öyküde, (tamamını anlatsa başka türlü tanıyacağımız) bir baba katili oğul ve maktül baba ile yüzleşiriz. Deli Demir’in anlattığı Oğuz aklımızda olağanüstü bir oğlan çocuğu olarak belirir. Belki de bu kadar olağanüstü olmasa ne çıplakları giydirir ne açları doyurur. Bu arketiplerin her biri, birbiriyle çatışma halinde bir dizi endişe, korku, beklenti ve arzudan mürekkep hissiyat komplekslerinin dinamiklerini ifade eder. Demek ki mitin varlık nedeni, Cassirer’e göre tıpkı ritüel ve dil gibi, içeriğindeki muğlak ve gölgeli maiyi evvela görünür kılmak, ardından insandan insana, geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe sirayet ettirmektir. Tam da dizide kullanıldığı gibi, mitler haber verir, uyarır, nadiren müjdeler. Bir mitin verdiği haberin müjde mi, kara haber mi olduğu anlatana ve dinleyene göre değişir.
Cassirer, insanı (bildiğimiz kadarıyla) diğer canlılardan ayıran en temel özelliğin kendini sembollerle ifade etme yetisi olduğunu ve bu yetinin kültürel etkinliklerin müşterek paydasını oluşturduğunu söyler. Ona göre mit, şiir, dil, sanat, din ve bilim hep bu sembolik ifade istidadının ya da ihtiyacının ürünleridir. Bu etkinlikler birbirlerinden çok farklı gibi görünseler de, der Cassirer, tek bir amaca hizmet ederler: Nesnelleştirme.[8] Ona göre mitik sembolizm de duyguların nesnelleştirilmesinden doğar. İnsan yaptığı ya da parçası olduğu şeylerde anlam aramaya, yani “neden?”, “kaynağı ne?” gibi sorular sormaya başladığında ortaya çıkar mitler. Bu andan sonra, evvelce ad konulmamış tahrik, bir sembolle tecessüm edecek fakat orada da kalmayıp, bir karara ve işe dönüşecek, kimi bağları çözerken kimilerini sıkılaştıracak. Bir an temas edilen hissiyatın kalıcılaşma yolu da bu. Artık o sembolik ifade, yapılmış bir işin, o işi yapmak üzere verilmiş bir kararın, o kararı önceleyen tahrikin inatçı bir tecessümü olarak sirayet edecek bugüne ve geleceğe. Cassirer’e göre tüm mitler “neden ölürüz?” sorusunun ifadesidir. Ama cevap vermez, soruyu sorarlar sadece. Her bir mit, ölüm karşısında duyulan endişenin sembolik öyküsüdür, ölümün suret/hikâyeleridir efsaneler.[9] Özetlersek her bir mit aslında neden öldüğümüz sorusunun tecessümüdür. Bir soru cümlesi olsa da yakıcı bir haber vermektedir: Ölüyoruz a dostlar! Çünkü neden ölürüz sorusuna verilen cevapların hiçbir önemi yoktur. Önemli olan o sualin bir kez akla düşmüş olmasıdır.[10] Geldik mi beka sorununa? Sahi, ölüme çare var mı? Yok, ama bir manası vardır belki.
Şöyle de diyebiliriz, hissiyat en genel anlamıyla tarihsel kültürün psişik içeriğidir; arketipler o içeriği üreten belirsizliklerin şekle ve şemaile bürünmüş avatarları ve mitler de o avatarların kıyasıya, ölesiye ve öldüresiye verdikleri mücadeleler hakkında müşterek öngörülerin/içgörülerin (kehanet desek mi) sembolik ve poetik formları. Sözün kısası, kimse kimseye durduk yerde bir menkıbe, efsane ya da mit anlatmaz. İlle de uyandırmak istediği bir arketip (çağırmak istediği bir ruh), bulaştırmak istediği bir hissiyat (affect), göklerden getirmeye teşebbüs ettiği bir karar vardır.
Diriliş’in İbn Arabi’si Ertuğrul’a sürekli sahabe menkıbeleri anlatarak onu ve onun şahsında ahaliyi (bu toplamın tamamının hayatlarını ve ölümlerini) İslâm’a devşirir. Deli Demir, destanın Oğuz Kağan’ın babasını öldürmesiyle ilgili detayın bulunmadığı Uygur harfli versiyonunu anlatarak Kayı’nın çadırda ve ekran karşısında oturup onu dinleyen çocuklarından dünyayı fethetmeye hazır birer alp yaratmaya girişmiştir.
Düpedüz devletlû bir organizasyon olan anlatıcının amacı, ahaliye bir bilgiyi aktarıp ikna etmek ya da bir inancı tebliğ edip hidayete erdirmek değil; onları saracak, kuşatacak bir hissiyat örüntüsü dokumaktır. Diriliş’in başındaki not titizlikle kurgulanmıştır: “Dizideki hikâye ve karakterlerin ilham kaynağı tarihimizdir.” Anlatılanların hakikatle ilişkisi, bilgi değil, inanç değil, ilham dolayımıyla kurulmuştur; ahaliye aktarılacak olan da bilgi ya da inanç değil, ilham olacaktır. İlham sözcüğünün o cümleye tesadüfen yerleşip yerleşmediğini bilemeyiz. Lakin hem dizideki atmosfer hem de kurucu anlatıyı bu atmosfere büründüren siyasi bağlam ve dil, ilham sözcüğünü dinler tarihinde çokça su götürmüş, henüz çözüldüğü söylenemeyecek bir açmazla ilişkilendirmek için yeterince ipucu verir gibidir. İslâm Ansiklopedisi’nde ilham mefhumu şöyle tarif edilir:
Sözlükte içmek, birden yutma anlamındaki lehm (lehem) kökünden türemiş olan ilham kelimesi “yutturmak” demektir. …Bilgi kaynaklarını kullanmadan insanın zihninde (kalbinde) aniden ortaya çıkması ilhamın esasını teşkil eder.[11]
Payitaht’ın başlangıcında ise ilhamla gerçek arasında daha doğrudan bir ilişki kurar anlatıcı: “Tarihteki gerçek şahsiyetler ve olaylardan ilham alınarak hazırlanmıştır.” Bugüne daha yakın, anlatıcının kendi hikâyesine daha fazla temas eden bir mevzudan bahsediyoruz zira. Şimdi artık Diriliş’teki Oğuz Kağan anlatısının murat ettiği ilhamı anlamak daha mümkün. Peki, Abdülhamit oğluna Mete Han’ın babasını nasıl öldürdüğünü anlatarak kime, neyi ilham ediyor?
DEVLETLÛ BİR AİLE ALBÜMÜ: OĞUZNAME
Bu devlet bize niye anlatıyor bu hikâyeleri? Niye kutlu yolculuklarına babalarını öldürerek başlayan iki kahramanı, idaresi altındaki muhayyel milletin müşterek tarih yolculuğunun en başına yerleştiriyor? Bizi kendi hikâyesine ortak etmeye çalıştığı açık. Karşılığında kendisine bizim hikâyemizde bir yer istiyor. Cassirer’in mit ve ölüm korkusu arasında kurduğu endişe yüklü ilintiden yola çıkarsak, bu varsayım farklı bir veçhe kazanır: Devlet bizi kendisinin beka sorununa iştirak etmeye çağırıyor. Bu derdin devasını bulamayız ama, belki kaynağı yani manası konusunda azıcık fikir yürütebiliriz. Bunu için sorumuzu bir miktar değiştirmemiz gerekir. Devlet bizi kendi beka sorununa iştirak ettirmek isteyebilir, zira devlet şu ya da bu şekilde bizim müştereğimizdir. Peki, ama bu çağrı niye bu efsanelerle yapılır? Devlet bize attığı zarfın içine niye bu mazrufu yerleştirir? O mazruf, bize zarf atan bu zat-ı şahaneleri hakkında ne söyler?
Bu soruya cevap vermek için bakılması gereken yerin Diriliş ya da Payitaht değil, alıntı yaptıkları, referans verdikleri efsaneler olduğunu düşünüyorum. Hem Diriliş hem Payitaht, ama özellikle Diriliş, tarihçilerin, antropologların, halkbilimcilerin ve edebiyatçıların sonradan yazıya geçirilmiş bir sözlü halk edebiyatı türü diye tasnif ettikleri bir devlet geleneğinin devamı gibidir. O geleneğin bir de adı var: Oğuznamecilik. Halk edebiyatının, hatta sözlü edebiyatın yazıya geçmiş ürünleri olarak tasnif edilseler de Oğuznameler, adına kısaca Türkler dediğimiz halkların geliştirdiği devlet mefkûresinin türeyiş metinleri olarak işlevlendirilmişler ve tarih boyunca da çeşitli Türksoylu hanedanlar arasındaki hâkimiyet savaşlarının zemini olarak yeniden ve yeniden yazıya dökülmüşler. Oğuznameleri, Oğuzların[12] tarih sahnesinde ortaya çıkışını Oğuz Kağan’ın doğumuyla başlatan, istisnasız her biri çeşitli hanedanların tarihçilerince yazıya dökülen efsane metinleri olarak tanımlayabiliriz.[13] Bunlara bir de kim tarafından hangi nedenle yazıya geçirildiği ya da tercüme edildiği hakkında yalnızca spekülasyon yapılabilen Kitab-ı Dede Korkut’u ekleyebiliriz.[14] Hem devleti hem de devletin antropomorfik bir ilahı andıran temsillere bürünmüş ezeli ve ebedi muvaffakiyetlerini; onun Zümrüd-ü Anka misali küllerinden doğan fevkaladeliğini; ihanete uğradığında kapıldığı öfkeli kırılganlığını; övülüp göklere çıkartıldığında sergileyebileceği cömertliğini vb. tarih anlatısının orta yerine kutsal/kutlu bir motif olarak yerleştirmek suretiyle aktaran siyasi ve akademik ekol bu metinleri bize bir aile albümü gibi sunuyor.[15] O aile albümünde kendimize bir yer bulmamızı sadece tavsiye etmiyor, özellikle kriz dönemlerinde bu albümde kendine yer bulamayanların şimdiki zamana ve geleceğe ilişkin fotoğrafta da yer bulamayacaklarını şedit yöntemlerle re’sen bildiriyor.[16] Bu albüm, bu tehdit yüklü teklifin sembolik dili haline geliyor. Peki ama, bu albümden dökülen kıssaların hisseleri bize ne türlü bir şemail öneriyor? Diyeceksiniz ki, o çok eski zamanlarda ortaya çıkmış öyküleri bugünün koşullarında mı değerlendireceğiz? Elbette öyle yapacağız. Çünkü anlatıcı bize bu öyküleri ısrarla bugün anlatıyor, hem de güncel siyasi gelişmelerle ilişkilendirerek, onlara dramatik bir derinlik kazandırmak üzere yeniden yorumlayarak. Geçmişin sopasıyla bugün arzu edilen bir şekle girmemiz, bunun için de önümüze konulan aile albümünden hissemize düşeni almamız söyleniyor.
Dergipark’ta “destan”, “mitoloji”, “eğitim” gibi birkaç anahtar kelimeyle şöyle bir tarama yapmak, TRT Avaz’daki programların adlarını ve içeriklerini gözden geçirmek, Youtube’da heyecanlı gençlerin kâh Diriliş’in müziğini kullanarak, kâh Payitaht’tan çekip aldıkları bir fotoğrafın üzerine konuşarak yaptıkları amatör videolara şöyle bir bakmak bile; bu aile albümünün, halihazırda mevcut, bu nedenle somut ve yurttaşlık ve hukuk gibi müştere, bağlayıcı mailerin yerini almak üzere güncellendiğini düşündürür. Yerli ve milli bir harç karılmaktadır orada, mevcudu geçersiz kılan ama henüz karılma işlemi bitmediği için kimin için ne kadar bağlayıcı olduğunu ya da olmadığını bilemediğimiz bir acayip seyyâle… Bu tartışmalara ve arayışa eşlik eden hissiyat sanki bizim hakkımızda bizden saklanan bir şey varmış da, onu bulursak şimdi olduğumuz biz olmaya mahkûmiyetten kurtulacakmışız gibi bir umutsuzluğa benziyor: “Biz biliyoruz, orada geçmişte bir şey var, ama onu bize vermeyecekler, çünkü o şeyi bulunca olacağımız şey olmamızı, yani gerçek bize dönüşmemizi istemiyorlar. Bizi kaynağımıza dair o bilgiden, yani bize dair manadan mahrum bırakarak kendi (manasız) bugünlerini mümkün kılıyorlar. Bilmediğimiz tek şey, neyi bilmediğimiz.” Milliyetçi-mukaddesatçı siyaset ve pedagojinin milletin ve çocuklarının özgüvenini “şanlı tarih” ve “asil kan” söylemiyle tazeleme yöntemi, hiçbir şekilde bu işe yaramadığı gibi, aksine geçmişin görkemli anlatısı ile içinden geçtiğimiz ve bizi her an sakatlayan hakikat arasında vuku bulan tezatın müşterek bir umutsuzluğa ve öfkeye evrilmesine neden oluyor sanki.[17] Bu öfkenin devletlû iradenin gösterdiği hedefe yöneldiği de pek söylenemez. Daha çok elde patlayan bir bombaya benziyor.[18]
DEVLET KURMANIN YA DA BABAYI ÖLDÜRMENİN YOLLARI
Yazının bundan sonraki bölümünde Oğuz Kağan’ın bir devlet kurucu olarak ortaya çıkışının bu metinlerde nasıl aktarıldığını ve bu aktarımların onun kurucu/öncü arketipi olarak tayin edildiği devlet mefkûresinin kimyasındaki muğlaklığı, muammayı, gölgeyi tarif edebilmek için çeşitli Oğuzname versiyonlarından ve Mete Han Destanı’ndan yararlanacağım.[19] Cevap vermeye çalışacağım sorular şunlar: Devlet bize bu destanları bir kez daha niye, ne demeye anlatıyor? Bize ne anlattığının farkında mı? Peki ya biz bu efsanelerden onun murat ettiği şeyleri anlamazsak ne olacak?
Bu sorulara cevap verebilmek için Oğuz Kağan ve Mete Han efsanelerinde yalnızca bir motifin izini süreceğim. Bu yolla, Oğuz Kağan’ın Türk devlet mefkûresinin, Dumrul’la en olgunlaşmış şeklini bulduğunu iddia ettiğim dönüşüm sürecinde ne türlü bir yere tekabül ettiği hakkında fikir yürüteceğim. O motif ise tahmin edileceği üzere Oğuz’un, babasının önce ihanetine uğraması, sonra da onunla öldüresiye bir mücadeleye girmesi etrafında şekilleniyor. Çünkü hem Mete hem Oğuz, yasanın da sahibi olan bir babanın/şanyunun/hanın canından vazgeçtiği, hatta bizzat canlarına kastettiği delikanlılar olarak, yetim, dolayısıyla bağ(ıt)sız ortada bırakılmış olanın serdettiği hissiyatın aktive olmuş, Cassirer’in söylediği gibi, karara ve eyleme dönüşmüş suretleri olarak belirirler bu efsanelerde.[20]
Diriliş’te Deli Demir’in de alıntıladığı Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı’nda baba katli vakası hiç geçmez.[21] Destanın, İslâm-öncesi versiyonu olarak anılan ancak yazıya geçirilişinin en erken 13. yüzyıl olduğu kaydedilen bu metinde olağanüstü bir çocuk olarak doğan Oğuz şöyle anlatılır:
“Yine günlerden bir gün Ay Kağan’ın gözü parlayıp büyüdü (ve bir) erkek çocuk doğurdu. O çocuğun yüzü mavi; ağzı ateş (gibi) kızıl; gözleri kırmızı; saçları (ve) kaşları karaydı. (O çocuk) güzel perilerden daha güzeldi. … annesinin göğsünden ilk sütü içti (ve) bir daha içmedi. Çiğ et, yemek ve kızarmış et istedi. Konuşmaya başladı. Kırk günden sonra (kendisini) büyük saydı, yürüdü (ve) oynadı. Ayak(lar)ı sığır ayağı gibi, beli kurt beli gibi, sırtı samur sırtı gibi, göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudunun tamamı tüylerle kaplıydı.[22] At sürüleri güderdi (ve) atlara binerdi. Vahşi hayvanları avlardı.”[23]
Bu olağanüstü çocuk, halka eziyet eden bir canavarı, avladığı bir geyiği ve ardından bir ayıyı bağladığı ağacın altına çekerek öldürür.[24] Ertesi gün bir doğanın canavarın bağırsaklarını yediğini görür ve onu da öldürür. Bir gün Tanrı’ya yalvarırken, karanlık çöker, gökten mavi bir ışık iner. Işığın içinde yalnız başına bir kız oturmaktadır. Oğuz ondan muradını alır, üç çocukları olur. Adlarını Gün, Ay ve Yıldız kor. Başka bir gün, avlanırken, bir ağacın kovuğunda bir kız daha bulur. Onunla da yatar, üç oğlu daha olur. Onların da adları Gök, Dağ ve Deniz olur.[25] Ardından bir toy düzenler ve ilan eder:[26]
Ben sizlere kağan oldum; yay ve kalkan(lar)ı alalım; damga(mız) bize şans getirsin; bozkurt naramız olsun; demir mızraklar orman (gibi çok) olsun; yabanî atlar ve av yerinde yürüsün; (işte) deniz, işte ırmak; güneş, bayrak; gök, çadır olsun, dedi. Ardından Oğuz Kağan dört bir tarafa emir gönderdi, ferman(lar) yazdı (ve bunları) elçilere verip gönderdi. Bu fermanlarda, ‘Ben Uygurların kağanıyım,[27] (Bundan dolayı aynı zamanda) yeryüzünün de kağanı olmam gerekir[28] yazdı.
Kendisine itaat edenlerin dostu, etmeyenlerin düşmanı olur. Önüne düşen kutlu bir kurdu takip ederek gidebildiği her yeri hakimiyeti altına alır. Ömrünün sonuna geldiğinde halkı toplar, ülkesini oğulları arasında üleştirir ve onlara şöyle hitap eder:
Ey oğullar(ım), ben çok yaşlandım, çok savaş gördüm, mızrak ile çok ok attım, at ile çok yürüdüm, düşmanları ağlattım, dostlarımı güldürdüm. Tanrı’ya (borcumu) ödedim, yurdumu size veriyorum.[29]
Zeki Velidi Togan’ın tercüme ve tahlil ettiği Oğuzname’nin müellifi İlhanlı sarayında vezir, tarihçi ve doktor olarak hizmet veren, ancak taht ve mezhep kavgalarının bitmek bilmediği bir dönemin orta yerinde idam edilen Reşideddin Fazlullah Hamedani’dir (d.1247-ö.1318). Cami’üt Tevarih kitabının ikinci cildinde Tarih-i Oğuzan ve Türkân ve Hikâyet-i Cihangirî-i başlıklı bir bölüm bulunur. Bu versiyonda Oğuz’un hikâyesi Nuh Peygamber’in oğlu Yafes ile başlar. Oğuz, Türklerin Olcay Han dedikleri Yafes’in soyundan gelen Kara Han’ın yine olağanüstü bir çocuk olarak doğan oğludur.
Üç gün üç gece anasının sütünü emmedi. Anası artık onun hayatından ümidini kesmiş, kederli ve endişeli idi. Bir gece rüyasında oğlunun kendisine bir şeyler söylediğini gördü. “Eğer sütünü emmemi istiyorsan biricik Tanrı’yı ikrar ve itiraf et; üzerine olan hakkını olduğu gibi farz bil.” Kadın üç gece bu hali rüyasında gördü. Bu kavim kâfir dininde olduğu için kadın meseleyi onlara anlatamadı. Kocasından gizli olarak Tanrı’ya iman etti.[30]
Oğuz bir dizi olağanüstülük daha sergiler, “…bir yıl sonra, [aynı İsa Peygamberinki gibi] dili açılıp konuşmaya başladı ve ‘ben bir otağda doğduğum için adımı Oğur koymak gerekir’” der.[31] Bu versiyonda sırasıyla üç amca kızı önerilir Oğuz’a. İlk ikisini tek Tanrı’ya imana davet eder ancak olumsuz cevap alır. Bunun üzerine ilişkisini keser onlarla. Üçüncü kuzin kabul eder. Oğuz’un dinine girmeyi reddeden eşleri, o avdayken babası Kara Han’a durumu anlatırlar. Kara Han der ki:
Oğlum Oğuz çocukluğunda mes’ud, talihli ve padişahlığa istidatlı idi. Şimdi işitiyorum ki, kendi dininden dönmüş ve başka bir Tanrı seçmiş. Bir çocuğun bize ve mabudumuza ihanet edip onu küçümsemesi rezaletine nasıl katlanabiliriz?[32]
Beylerine danışır ve Oğuz’u öldürmeye karar verir. Fakat Oğuz’un üçüncü eşi haberi ona ulaştırır.
…Kendi nökerlerinin başında onlarla çarpıştı. Bu savaş sırasında babası Kara-Han, amcaları Kür-Han ve Küz-Han öldürüldüler. Oğuz yerinde dayandı ve yetmiş beş yıl amcalarının uruğları ile daima çarpıştı. Nihayet onları yenip ezdi. Onların vilayet ve uluslarını ta Karakurum ötelerine kadar kendi idaresine aldı. Kılıç artıkları nihayet onun hakimiyetini kabul ettiler.”[33]
Bundan sonra Oğuz, daha uzak kavimlere elçiler gönderir, vergi ister, reddedenlerin üzerine yürür. Onu tanımayan şehirleri yağmalayarak ve işgal ederek geçirdiği on yıllar sonra ülkesine döner, oğullarını etrafına toplar. İktidarını pay edecektir. Bunun için oğullarının buldukları altın bir yay ile üç altın oktan yararlanır. Üç oğluna yayı verip onları Bozok diye adlandırır, okları verdiği oğulların adı ise Üçoklar olacaktır.
Buyurdu ki, bundan sonra oğullarından kim gelirse beraberce temâcamişi[34] kılsınlar. Biz hepimiz bir soydanız, deyip orduda da kendi yerini ve rütbesini bilsinler… Yay verdiklerinin yeri daha üstte olsun ve orduda sağ kolu teşkil etsinler. Kendilerine ok verdiklerinin yeri daha altta olup sol kolu teşkil etsinler. Zira yay padişah gibi hükmeder; ok ise ona tâbi bir elçidir. …Ben öldükten sonra yerim, tahtım ve yurt, eğer Kün o zaman sağ ise onundur.[35]
Yazıcızade Ali de Reşideddin gibi Oğuz’un hikâyesini Yafes’le başlatır ve Kağan’ın şeceresini hazırlarken yine ona referans verir. Oğuz’un babasının adı bu metinde de Kara Han’dır. Anlatı aşağı yukarı aynı şekilde devam eder. Oğuz babasını bizzat öldürmez, aralarında çıkan şimdi artık din formunu almış yasa savaşında kılıçla yaralanarak ölür Kara Han. Mevzu iktidar devrine geldiğinde II. Murat dönemi[36] Osmanlı Sarayı’nın tarihçisi Yazıcızade, kaynaklarından yalnızca biri olan Reşideddin’den katbekat net ifadelerle aktarır vasiyeti ama belirsizliği tam olarak ortadan kaldır(a)maz.
Padişahlık tahtı ve benüm yirüme han olmak yolı, Bozok kavminündür. Eğer benden sonraki gün benim ulu oğlumdur, hayatta olursa ol padişah olsun ve illa ikinci oğlum olsun, ki adı Ay’dur.[37]
Öldüğünde Gün Han hayattadır, dolayısıyla Ay Han’a sıra gelmez. Oğuz’un öldüğü paragraftan sonra Gün Han ile Oğuz’un da danışmanı olan Irkıl (Arkıl) Hoca oturup damga ve ongunlardan oluşan ünlü boy nizamnamesini oluştururlar. Ardından Oğuz’un vasiyeti detaylandırılır:
Gün, han ola! Anun ardınca oğlı, Kayı han ola. Mâdam ki Kayı soyından han var ola, Bayat han olmaya; meğer kendü boyına beg ola. Kayı han olıcak Bayat sağ kol begler begisi ola. Ve sol kol beglerbegi Bayındur’dur. İşbu terdibce ağa varken ayini ağalık itmeye, ya’ni ulu kardaş var iken kiçi kardaş beg olmaya.[38]
Yazıcızade, tam bu noktada murat ettiği taşı tarihin gediğine koymanın zamanı geldiğini düşünür, bence biraz alelacele mevzuyu Osmanlı’ya bağlar:
Atasından sonra çok zaman Kayı hanlar hanı oldu. Pes bu delil ve erkânca padişah-ı azam seyyid-i selatinü’l Arap ve’l-Acem kayid-i cüyuşi’l-muvahhidin, katili’l-kefereti ve’l-müşrikin sultan bin sultan padişahımız Sultan Murad bin Mehemmed Han ki eşref-i al-i Osman’dandur, padişahlığa ensab ve elyakdur. Oğuz’un kalan hanları uruğından belki Çingiz Hanları uruğından, dahi mecmu’ından ulu aşl ve ulu sünükdür, şer ile dahi, örf ile dahi. Türk hanları dahi kapusına gelüp selam vermiğe ve hizmet itmege layıkdur.[39]
yüzyılın başında, kendisi de Harizm Özbek hanlarının soyundan bir oğul olarak dünyaya gelen, yani kendi şeceresini de Cengiz Han’a ve onun üzerinden Oğuz Kağan’a bağlayan, Ürgenç ve Hive’de han ilan edilen, bu sıfatla büyücek bir Türkmen katliamının da sorumlusu olan Ebulgazi Bahadır Han,[40] daha evvelki Oğuznameleri beğenmeyen Türkmen bilginlerinin, şeyhlerinin ve beylerinin arzusu üzerine yazdığını söylediği Şecere-i Terakime’de Oğuz’un babasını öldürme ve neden sonra inşa ettiği iktidarı oğullarına bırakma meselelerini şöyle aktarır:
Oğuz Han, beni isteyen bana gelsin, babamı isteyen babama gitsin diye halka haber gönderdi. Halkın çoğu Kara Han’a katıldı. Daha azı Oğuz Han’ın yanına gitti. Kara Han’ın kardeşlerinin birçok oğlu vardı. Onların Kara Han’dan ayrılacağı hiç kimsenin aklına gelmezdi. Onların hepsi Oğuz Han’ın yanına geldiler. Oğuz Han onlara Uygur adını verdi. …Kara Han ile Oğuz Han iki saf oluşturup savaştılar. Yüce Tanrı Oğuz Han’a kazandırdı. Kara Han kaçtı. Savaşta Kara Han’ın başına ok değdi. Kimin attığını bilmediler. Kara Han o yaradan öldü. Oğuz Han, babasının tahtına oturdu.[41]
Şimdi ben öldükten sonra Kün Han benim tahtımda otursun, ondan sonra halk, Bozok neslinden kim olabilirse onu padişah yapsın. Dünya son buluncaya kadar Bozok’un iyisi padişah olsun, diğerleri sağda otursunlar. Üçoklar sol(da) olsunlar. …Dünya son buluncaya kadar buyruğumda kalmaya razı olsunlar dedi ve 116 yıl padişahlık yapıp Tanrı’nın rahmetine kavuştu.[42]
Ebulgazi, Gün Han’ın oğlu Kayı Han’ın hanlık dönemini birkaç satırda anlatıp geçtikten sonra Kayıların Oğuz Kağan’ın ayrıcalıklı mirasçısı olduğu kısmı biraz bulanıklaştırır sanki:
…hangisinin (hangi boyun) halkı, soyu sopu çok olursa ondan padişah yaptılar, böylece Kayı’dan bir kişiyi padişah yaparlardı. Kayı, Bayat[43] ve daha beş altı küçük kabile ona katılırdı. Salur’dan[44] bir kişiyi padişah yaparlardı. Salur Soyu, Eymür[45] ve daha birkaç küçük halk ona katılırdı. Yazır’dan[46] bir kişi padişah yaparlardı. Yazır soyu ve daha birkaç küçük halk ona katılırdı. …Soyu geniş boydan padişah yapıp, az soyu sopu olan boyun ona katılmasıyla gâh altı yedi grup, gâh üç dört grup olurlardı ve birbirleriyle düşman olup savaşırlardı, tutsak alırlardı. Kendilerinden artan tutsakları Maveraünnehir tüccarlarına satarlardı.[47]
Hüseyin Namık Orkun’un bulduğu, sonra nasılsa kaybolan Uzunköprü versiyonunda işler daha da karışır. 15. yüzyıla tarihlendirilen ve Yazıcızade’nin Oğuzname’sini görmüş biri tarafından kaleme alındığı düşünülen bu versiyonda Kara Han, Oğuz ve gelinler farklı anlatılır: “Kara Han ulusu bilip (bilerek) düzene koydu, (fakat) Hüda’yı unutup (unutmakla) kötü iş yaptı.”[48]
Kara Han kötü bir devlet adamı değil şu halde, ancak Hüda’yı unutmuş. Daha evvelden biliyor muydu ki? İkinci bir farklılık Oğuz’un ilk eşlerine İslâm’ı tebliğ etme yöntemi ile ilgili. Bu versiyon, Nisa Suresi’nin 34. ayetindeki “daraba” kelimesini şiddetle vurgulamayı tercih eden bir adem tarafından kaleme alınmış gibidir:
Hatunu bu sözü kabul etmedi, Oğuz da ona değer vermedi. Hatun gibi evinde durur, Oğuz girse çıksa onu çokça döver. (ikinci eşle ilgili olarak) Oğuz onu da (eş olarak) aldı, fakat sevmedi, dayaktan onun gözünü açmadı. Eğer bir [olan] Tanrı’ya gerçekten iman edersen, seni candan severim der. Yoksa (aksi halde) şöyle bil ki, sonunda benden boş olacaksın.[49]
İkinci eş Oğuz’a boyundan büyük söz ettiğini, ısrarcı olursa onu Kara Han’a şikâyet edeceğini söyler. Nitekim birinci ve ikinci gelinler Oğuz’un kendilerini “Müslüman” olmaya zorladığını anlatırlar ve baba oğlunu öldürmeye karar verir. Bu versiyonda, Kara Han’ın Oğuz’u öldürmeye karar vermesinden sonra beyler de konuşur ve derler ki: “Oğuz’un işi olmayacak iştir, bu işler içinde çok kişi ölür.”[50] Atalar dinini korumaktan çok, yeni bir dinin ortaya çıkmasıyla başlayacak kardeş kavgasını bertaraf etmektir dertleri. Oğuz olanları haber alır, maiyeti ile birlikte kendisine saldıran babasıyla savaşır. Baba “ciğerpâresine merhametsiz”dir. Ama Oğuz, Yaradan’ın yardımıyla savaşı kazanır. Gözüne bir ok isabet eden Kara Han “cehenneme var”ır.
Mete Han Destanı’na gelince… Bahaeddin Ögel, gerek Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi çalışmasında, gerekse Türk Mitolojisi’nde bu destanı ünlü ve Çinli tarihçi Sima Qian’ın Shi-Ji (Ögel’de, tarihçinin adı Se-Ma Ts’ien) diye anılan kayıtlarından tercüme ederek alıntılar.[51] Buna göre, M.Ö. 3. yüzyılda bizim bugün Hunlar diye bildiğimiz Hsiung-nu (Xiong-nu) devletinin başında Teoman (Tuman ya da Duman, hatta Tümen)[52] namlı bir zat bulunmakta idi. Mete (Maotun, Maodun, Modun ya da Bahadır)[53] bu zatın büyük oğlu ve veliahtı idi. Ancak Tuman’ın sevdiği bir hatunu vardı ve o da kendi oğlunun, yani Mete’nin küçük kardeşinin veliaht olmasını istiyordu.[54] Bunun için Mete’nin ölmesi gerekecekti. Teoman, Mete’yi kendisi öldüremeyeceği için komşu Yüe-çi (Yuezhi) devletine rehine olarak gönderdi ve hemen ardından onlara savaş açtı. Mete’nin ölüm fermanıydı bu. Fakat Mete bir at çalıp kaçtı ve yurduna döndü. Teoman oğlunun bu becerisini ödüllendirmek için Mete’ye 10 bin kişilik bir ordu verdi. Mete ıslıklı ok denilen bir yeni silah icat etti. Askerlerini bugün bildiğimiz onluk sisteme göre düzenledi. Onları disipline etmek için kendisinin nişan aldığı hedefe ok atmalarını emretti. Tereddüt eden canından olacaktı. Çok sevdiği atına nişan aldığında oklarını onunla aynı hedefe atmayanları öldürdü. Bir süre sonra askerlerinin disiplinini karısının üzerinde denedi. Ona nişan almayanları öldürdü. Derken büyük gün geldi:
Mete bir gün de, babası Hakan Tuman’ın (başkanlığında yapılan) bir ava çıkmıştı. Avda (bu defa) ıslıklı okunu, (babası) Tuman’a attı. Mete’nin sağında ve solunda (yer alan kendi adamları da hepsi birden, Mete’nin) ıslıklı okunu izlediler ve Tuman (Han’ı) öldürdüler. Bundan sonra üvey annesi ile küçük kardeşini ve kendisini izlemeyen devlet büyüklerinin hepsini öldürdü. (Böylece) kendisini hakan olarak tahta çıkardı.[55]
Destanın bu kısmında şiirselliğin zirvesine ulaşıyor imge. 10 bin asker, Mete ile aynı anda Teoman’a çeviriyorlar oklarını. Yaylarını bırakıp oklarını Teoman’ın bedenine fırlattıkları anda ve tam da bu yolla kardeş oluyorlar. Aynı babadan/şanyudan olarak değil, o babayı/şanyuyu, yasanın sahibini, yani yasayı öldürerek kurulan bir kardeşlik bu. Canından vazgeçilmiş öksüzün[56] hayatta kalmak için kendini yetim kılma gayreti. Çünkü o baba/yasa varken, öksüz ölümlerden ölüm beğenmek zorunda; ne kadar taltif edilirse edilsin bu kaderden kaçış yok. O halde baba/yasa yaşasın diye değil, hayatta kalmak için savaşacak ve kendisini hayatta tutacak yeni bir yasa kuracak. Onun oğulları o yasanın tekâmülü ile uğraşacaklar ama bilmemkaç göbek sonraki torunları, tekâmül etmiş o yasa artık kendilerine dar geldiği için dedelerinin yolunu tutacaklar.
ÖKSÜZ/YETİM MİRASI
Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin yazarı Osman Turan’a göre,
Cihângir Oğuz han ile babası Kara-han arasında vuku bulan mücadele, M.Ö. III. asır sonlarında, Kun imparatoru tarihî Mete (Modun) ile babası Tuman arasındaki savaşın destanî bir in’ikasından başka bir şey değildir. Aslında Çin kaynaklarının ilk Türk fatihi olarak gösterdiği Mete hakkındaki kayıtları bile daha Hunlar zamanında bu şahsiyetin destanî bir hüviyet kazandığını gösterir.”[57]
Başta Ziya Gökalp ve Hüseyin Namık Orkun olmak üzere milliyetçi-mukaddesatçı pek çok araştırmacı Turan’la aynı fikirde.[58] Fuzuli Bayat da, “Yazılı kaynaklarda Oğuz Destanı’nın ilk örneğine Çin salnamelerinde rastlıyoruz” diyerek bu görüşü destekler.[59] Aksi minvalde görüş bildiren araştırmacılar da yok değil. Ögel’e göre Oğuz Kağan Destanı, Mete’nin Çin kayıtlarına girişinden çok öncelere dayanır.[60] Karatay, Oğuz Kağan ile Mao-Tun’un (Mete) aynı kişiler olamayacağını; Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı’nda bahsedilen coğrafyanın Hazar Denizi civarı olduğunu iddia eder. Oysa Çin kaynaklarına göre Mete Han’ın öyküsü, bugünkü Moğolistan civarındaki topraklarda başlamıştır.[61]
Burada yaptığım tartışma açısından Mete ve Oğuz’un aynı ya da ayrı kişiler olması değil, ama bu konuda asla çözülemeyecek bir tartışmanın mevcudiyeti önemli. Türk etnisitesine atfedilen efsaneler ve şecereler konusunda geniş kapsamlı araştırmalarıyla tanınan Peter B. Golden, Avrupa’da etnik adların savaşçı seçkinlerin isimlerinden türediğini hatırlatarak, karizmatik liderlerin önderliğindeki muharip grupların etrafında heterojen halkalar oluştuğuna ve bu halkaların kendilerini, iktidarı elinde bulunduran grubun adıyla andıklarına dikkat çeker. Ona göre daha sonra ortaya çıkan şecere kavgalarının da sebebi herkesin bu karışıklığın gayet farkında olmasıdır. Golden, bozkır geleneğinin de bu türlü bir evrimden mahrum kalmış olamayacağını öne sürüyor. Avrupa’da türeyiş mitlerinin büyük oranda Greko-Romen gelenekten kaynaklandığına dikkat çeken Golden bu süreci şöyle özetler:
Roma dünyasına erişebilme endişesiyle yüklü kabile seçkinleri, kendi profillerini, Roma’nın bir toplum nasıl olmalı sorusuna verdiği cevabı göz önünde bulundurarak yeniden şekillendiriyorlardı. Bu kültürel filtreler okur-yazarlığın artmasına paralel olarak Barbarların kendi geçmişlerini, gerçekler ve icat ettikleri motiflerle yorumlayan tarihçilerine de sirayet etti. Kendilerini, Greko-Romen edebi dünyaya kelimeleri ve kategorileriyle anlaşılır kılmanın yolu buydu.[62]
Golden’a göre, Reşideddin Oğuznamesi, böylesi bir sürecin Asya steplerinde de yaşandığının delilidir. Hakikaten de Oğuz, ele geçirdiği ülkelerde karşılaştığı toplulukları onlarla kurduğu ilişkinin niteliği çerçevesinde adlandırır. Golden Mete-Oğuz ilişkisine hiç girmez, ancak onun özetlediği perspektiften bakılınca Oğuz’un Mete ya da Mete’nin Oğuz efsanesinden motifler taşıması hiç de şaşırtıcı değil. Bozkırda asırlarca sürmüş, hâlâ da tamama erdiği söylenemeyecek kapışmalar esnasında birbirinden kaçarak ya da birbirlerini kovalayarak Avrupa’nın ortalarına kadar gelen akraba toplulukların birbirlerinin öykülerini de ganimetten saymış olmaları çok mümkün.
Daha fazla ayrıntıya girmeden bu destanlardaki baba/han/şanyu katli ve iktidar devri motiflerinin, kendini Mete’nin ve Oğuz’un varisi olarak gören bir devleti, nasıl olup da onları bize şimdiki zamanda hatırlatma ihtiyacına sevk ettiği sorusuna dönelim. Pek karmaşık değil aslında. Bu iki motif tuhaf bir biçimde ve ağır bir gerilim yaratarak birbirlerini hem değilliyor hem tamamlıyorlar. Aşina, Ergenekon ve Deli Dumrul’da bu gerilimin ne şekilde azaldığını ve nihayet fevkaladenin fevkinde yöntemlerle bir miktar da olsa bertaraf edildiğini göreceğiz. Ancak henüz oraya gelmeden birbirlerinin İslâm öncesi ve sonrası versiyonları olduğu iddia edilen Mete ve Oğuz anlatıları arasında da değişim, dönüşüm çoktan başlamış durumda. Mete’nin babasını öldürmekte haklı, çünkü Teoman oğlunun hem veliahtlık hem yaşam hakkını ihlal etme teşebbüsünde bulundu. Oğuzname yazarları da baba katlini meşru gösterecek iki argüman geliştiriyorlar: 1) Olağanüstü bir çocuk olan Oğuz olağanüstü bir misyon üstlenmiştir[63] ve elbette olağanüstülüğün yasasınca davranacaktır; 2) Önce babası kasteder onun canına, yani nefs-i müdafaa söz konusudur.
Hikâyeyi bize daha modern zamanlarda anlatan tarihçi, Türkiyatçı ve siyasetçiler de destanların ilk anlatıcıları ve yazıcılarının kaygılarını paylaşır gibidirler. Mesela Bahaeddin Ögel tam olarak şöyle der:
Baba öldürme meselesine gelince, bu, Oğuz destanında da görülen Türk mitolojisinin tanınmış bir motifidir. Sigmund Freud, efsanelerdeki bu motife Ödip-Kompleksi demişti. Ödip, Türk mitolojisinde olduğu gibi büyük bir cihangir ve imparator değildi. Babasını da tesadüfen ve gençliğinde gördüğü rüya icabı öldürmüştü. Mete ile Oğuz-Han ise, babalarını töreye ve örfe uymadıkları için öldürmüşlerdi.[64]
Töreye uymayan kim? Din değiştirerek babasının töresinden cayan Oğuz mu? N’ayır, n’olamaz? Çünkü o “bizim atamız.” Eğer Kara-Han, Basat’ın öldürdüğü Tepegöz ya da Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı’ndaki canavarın soyundan gelmiyorsa, yani ahaliye zulmetmiyorsa, yeni bir yasaya geçebilmek için mevcut yasanın sahibini öldürmek fiilini suç olmaktan çıkarmanın bir yolu var mı? Sanırım bütün bu efsanelere bir aile albümü gibi bakmak o yolun ta kendisi. Paradoksal olarak, söz konusu fiili hem baba/yasa’ya yönelmiş bir tehdit hem canından vazgeçilen oğulların elinde bir imkân ve ihtimal olarak tutmanın da yolu bu.[65] Ama bu iki yol da sürekli yenilenmesi gereken bir dizi tevil mekanizmasını da gerektirir.
Bu açıdan bakınca destanlara, mitolojilere merak saran pek çok araştırmacıyı kendini konumlandırdığı siyasi ekole bağlı olarak büyüleyen ya da hayal kırıklığına uğratıp çıkış yolu aratan motif benzerlikleri anlatının modern tarihyazımıyla nihayet sabitlendiği dönem öncesindeki kardeşlikler kadar düşmanlıkları, kaçış kadar teslim oluşu da haber verebilir. Mitolojiyi ve efsaneyi, kim anlatırsa anlatsın evrensel kılan tarihsel dinamiklerden biri de bu anlatıların tabii çok-yüzlülükleri olsa gerektir. Aynı dinamik, bütün bu tartışmada sözünü ettiğim gölgeli, bulanık “benlik” bilincinin de sebebidir. “Biz kimiz ?” sorusuna bu türlü mitolojik, efsanevi ya da ezoterik kaynaklara (Diriliş ve Payitaht’ta bu üç kaynağa da başvurulur) referans vererek kurulacak cevaplar tam da bu sebeple kolaylıkla anlatıcının kendini ters köşeye düşürmesi ile sonuçlanabilir.
Ögel, Mete ve Oğuz efsanelerindeki baba katli mevzuuna ilişkin Freud’un meşhur Oedipus kompleksine dayanarak yapılacak izahatın “biz”e neden uymadığını, “bizim rüya tabirnamelerimizde, rüyada anne ile cimada bulunmak, iyiliğe ve ferahlığa delil olarak gösterilmiştir” diye izah ettikten sonra, Türklerin yaşadığı coğrafyada anlatılan başka destanlarda da baba öldürme motifinin bulunduğuna dikkat çeker. Kırgızların bir destanında Alman-Bet, Oğuz’unkiyle adaş olan babası Kara Han’ı öldürür. Ögel, bir başka destanda oğul Manas’ın ölümüne baba Yakup Han’ın üzülmediğine dikkat çeker.[66]
Fuzuli Bayat da Ögel gibi yalnız Mete ve Oğuz destanlarında değil, Türklere ait pek çok başka anlatıda karşımıza çıkan baba-oğul mücadelesi motifini Freud’un Oedipus kompleksi teorisi üzerinden açıklamanın “Türk kültür değerlerine ters düştüğünü” söyler. Ona göre bu çatışmanın “biz”im anlatılarımızda üç sebebi vardır, töre, örf ve veraset için mücadele; psikolojik sebepli mücadele ve nihayet kıskançlık veya çekememezlikten kaynaklanan mücadele.
Mete ve Oğuz destanları ilk sebeple, yani töre, örf ve veraset için mücadele kategorisindedir:
Türk töresine göre, hakan olma hakkı büyük oğula aittir. Küçük oğul ise ocağın devamı için önemliydi. Küçük oğul kesinlikle hakimiyet için hak iddia etmezdi. Bunu değiştirmek isteyen töreyi ve örfü yıkmış sayılırdı. O bakımdan Çin yıllıklarının Mete ve babası arasındaki mücadeleyi yansıtan bilgileri veraset prensibinin bozulması, törenin ihlal edilmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Mete’nin babası Tuman, hakimiyeti büyük oğluna vermeyi istemez. Bu motif, devleti idare etme kanununun ve varislik prensibinin bozulmasının destana yansımasıdır.[67]
Küçük oğul “ocağın devamı” için önemli ama hakimiyet için hak iddia edemez… İşlerin yalnız şimdi değil uzun hem de çok uzun yüzyıllar boyunca karıştığı nokta tam da burası. Neumann ve Wigen, yeni sayılabilecek çalışmalarında bozkır geleneğinde anne ve babadan en küçük erkek çocuğun sorumlu olduklarını ve ocak mirasını, yani baba ocağını devraldıklarını anlatıyorlar. Buna karşılık, daha çok Avrupa’da uygulanan büyük erkek kardeşin büyük payı ve babanın yerini devraldığı miras hukuku da geçersiz değil bozkırda. Mete’nin babasından devraldığı Hsing-nu bağlamında ise mevzuya bir de babanın büyük kardeşi dahil oluyor. Bu üç birbiriyle temelden çatışan veraset sisteminin de geçerli olması, aslında tahtın/iktidarın nasıl devredileceği konusunda verili ve herkesin üzerinde söz birliği ettiği bir hukukun var olmadığı anlamına geliyor. Zaten Neumann ve Wigen de Hsing-nu’da en sonunda tahtın hanedanın en yetenekli erkek üyesine kaldığı bir karma sistemin geçerli olduğunu ifade ediyorlar.[68] Bu da bitmek bilmez taht kavgaları demek. Sanıyorum bu karışıklık Mete’nin neden yalnız babasını öldürmekle yetinmediğini, üvey annesini, kardeşini, onun hakimiyetini tanımayan amcaları ile devletin ileri gelenlerini de öldürdüğünü[69] açıklar. Oğuz da öldürür amcalarını. Ögel de Bayat da haklılar, bu efsanelerde anlatılan hikâye hiç de Oedipus’un tanımadığı babasını öldürmesine ve annesi olduğunu bilmediği kadınla yatağa girmesine benzemiyor. Ayrıca Oedipus bir şekilde cezasını bulur. Mete Han ve Oğuz Kağan ise cihanşümûl imparatorlukların kurucuları olarak yazdıracaklardır adlarını tarihe.[70]
Tam bu noktada kısacık bir metin olmasına rağmen, baba-oğul çatışmasına bir tür dünyevileşme ya da dünyalaşma anlamı veren bir başka yorumdan söz etmekte fayda var. Onur Alp Kayabaşı, yukarıda Ögel’in sözünü ettiği Alman-Bet ile Oğuz Kağan’ın babalarının aynı adı taşımalarından yola çıkarak şu sonuca varıyor:
Oğuz-Han ile Alman-Bet’in, her ikisinin de babasının adının Kara-Han olması, çok önemli bir noktadır. Ayrıca Mete’nin babası Tuman’ın isminin de kara ile ilgili olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu da göstermektedir ki Türk mitolojisinde Tengri Kayra (Kara) Han’la[71] başlayarak, Mete ile devam eden, Oğuz ve Alman-Bet’te kendisini bulan baba-oğul çatışması Türk düşüncesinde yerini korumaktadır ve kendisini “kara” rengiyle göstermektedir. Türkler kara kelimesine Kara Deniz, karayel vb. (Türklerde kara kuzeyi temsil eder) gibi yön bildiren bir kavramdan; kara yağız, kara sevda, kara kış gibi güç ve kuvvet anlamına; kara giymek, karalara bürünmek vb. gibi ölüm ve yasla ilgili terimlerden; kara gün, kara yazı, kara haber vb. gibi hem olumlu hem de olumsuz özellikler yüklemişlerdir.[72]
Kayabaşı söyleyip geçiyor ama Kara Han’ı öldürmek, Tanrı’ya, onun insan evladına biçtiği kadere meydan okumak gibi görünüyor bu yoldan gidince. Böyle olunca da bu suç/günah yepyeni ve ferah bir anlam kazanıyor doğrusu: İnsan/Erkek/Oğuz/Mete kendi kaderini yaşayabilmek için öldürüyor babasını. Bayat da, Uygur harfli versiyonda Oğuz’un canavarı, Basat’ın Tepegöz’ü öldürdükten sonra dünya hükümranlığı kurmasının yaratılış mitinin destan okunuşu olduğu görüşünde.[73] O zaman sanki o cinayet suç olmaktan da çıkıyor mu, ne dersiniz? Günah mı oluyor? Oysa, bir eylemin günah olması için o günahı mazur gösterebilmek için bile olsa gene, belki de yeni bir dinin çerçevesinden bakmak lazım. Bir suçun günaha dönüşmesi, hele fail hükümdarsa, cezanın öte dünyaya ertelenmesi anlamına gelebilir ki, bence bu, yeme de yanında yat cinsinden bir imkândır. Ercilasun, aynı meseleyi ele aldığı bir yazısında, “Türk halk vicdanı, oğulun babasını öldürmesine razı olamamış ve işi tatlıya bağlamıştır” diyor.[74] Keşke. Yazık ki, mevzu, “devlet bize bu hikâyeleri neden anlatıyor ?” şeklinde bir soruyla ele alınınca tatlıya bağlanır gibi görünmüyor.
DÖNÜŞÜMLER: METE’DEN BİR TEOMAN, OĞUZ’DAN BİR KARA HAN
Kadir-i mutlak ve müstebit Abdülhamit donuna girmiş Kara Han, diline hürriyet düşürmüş oğluna, “benim yerime ancak beni öldürerek, beni öldürmek için işbirliği edecek şerikler, gözünü kırpmadan senin belirlediğin hedefi, yani beni oklayacak asker/kardaşlar bulduğunda geçebilirsin” diye hem meydan okuyor hem nasihat ediyor ve Ceb-i Hümayun ödeneğini kesip kendi sarayında rehin alarak onu iyice yasanın köşesine sıkıştırıyor, bir nevi hadım ediyor. Deli Demir’in gönlü rahat, çünkü yerleşik bir iktidarın sesiyle konuşmak zorunda değil. Zuhur etmemiş, sureti belirginleşmemiş, bedeni bir ordu dolusu alpin oklarına hedef olması henüz mümkün olmayan, tecessüm etmediği için Tepegöz mü yoksa Zümrüd-ü Anka mı (devletlû bir kuştur) olduğunu henüz bilmediğimiz bir varlığa işaret ediyor. Nasıl isterse öyle anlatır hikâyeyi göçebe Kayı’nın henüz devletlû olmamış evlatlarına. İşi demircilik, payesi delilik Demir, budunun vicdanı ve hayal gücü. İktidar, onun anlatacağı hikâyede kim olduğunu seçme hakkına sahip değil ve bu yüzden ille de kendini önce ona anlatmak zorunda. Ama ya anlatacağı hikâyenin çok da makbul olmadığının kendisi de farkındaysa?
Eli mahkûm, gene de anlatmak zorunda. Devlet bize bu hikâyeleri anlatmaya ne zaman başlasa emin olacağımız tek şey var. O şeyi, Cassirer, II. Dünya Savaşı öncesi Almanya bağlamında siyasi mitlerin nasıl ve ne türlü işlevlendirilerek hissiyat piyasasına sürüldüğü bahsini tartışırken şöyle özetliyor:
Enflasyon ve işsizliğin alabildiğine arttığı bir ortamda Almanya’nın tüm sosyal ve ekonomik sistemi mutlak bir çöküş tehdidi altındaydı. Normal kaynaklar tamamen tükenmiş görünüyordu. Siyasi mitlerin yeniden ortaya çıkıp beslendiği tabii toprak böylece şekillendi.[75]
Hülasa, başka çaresi kalmadığı için. Çünkü mitolojide ve hakikatle alışverişi efsanelerden çok daha zayıf gibi görünen dünyevi siyasi hayatta da kahramanların ortalarda fazla dolaşmaya başlaması içinden normal, sıradan, fani insanların çıkamayacakları bir vaziyetin yaşandığının işaretidir. Hayat olması gerektiği kadar sıkıcı ve tekdüze akamaz olmuştur artık. Gelip kocaman bir baraja takılmıştır. Eldeki kaynaklar bir gelecek talep etmeye ve kurmaya yetmiyordur. Kurulmuş köprüler hatta şimdi kurulmakta olanlar adeta dökülüyordur. O zaman olağanüstü birilerinin çıkıp, bu darboğazı bertaraf etmeleri gerekir. Devlet bize bu hikâyeleri hatırlatarak, bizatihi mevcut suretiyle kendisinin; içinden geçtiğimiz krizli koşulların, bitmiş yakıtımızın, birbirimizin boğazına sarılmışlığımızın, dört bir yanımızın düşmanlarla çevrilmiş oluşunun üstesinden gelecek olağanüstü bir “evlat” olduğunu iddia eder. Bizim Mete’miz, Oğuz’umuz, Ertuğrul’umuz olmayı vaat etmektedir. Bir bakıma mevcut ve “kaka” olağanüstülüğü tarif ederek kendisinin teşebbüs edeceği “cici” olağanüstü işlere rıza göstermemizi ister. Tazelenmek, yeniden hayat bulmak için mevcut yasadan vazgeçmemizi salık verir. Biz Mete’nin, Oğuz’un, Ertuğrul’un bu pek sevimli vaadine eyvallah dediğimiz anda ve hızla Mete Teoman’a, Oğuz Kara Han’a ve Ertuğrul Abdülhamit’e irca eder. Devletin bu Schmittyan önermeyi, ecdadın ölmüş ruhunu muazzep etmek pahasına göklerden gelen bir karar telakki edip işe dönüştürmesi, o civarda bu nev’i teknikler üzerine kafa yoran insanların varlığına da işaret eder.[76]
Üzerine ne kadar düşünmüş olursa olsun, kendi bulduğu anlatım tekniğinin büyüsüne kapılmaktan kurtulamayan mevcut suret-i devlet, meseldeki yerini de kendisinin tespit edebileceği yanılgısıyla sakatlanmış gibi. Babasının (ana)yasasını değiştirmiş, dedelerinin topraklarını yeniden kazanma iddiasıyla türlü-çeşit seferlere çıkmış, ülkenin adını da “Yeni Türkiye” diye ilan etmiş bir oğul bize, “ben Oğuz olarak üzerime düşeni yaptım, siz de benim Uygurlarım olacaksınız” diyor.[77] Ama ya oğulların ve kızların kulakları bu çağrıyı, “evladım seni komşuya rehin olarak gönderiyorum, git ve kaderine razı ol” denmiş gibi işitiyorsa? Teoman’a dönüşmüş Mete’nin, Kara Han’a dönüşmüş Oğuz’un ve Abdülhamit’e dönüşmüş Ertuğrul’un önümüze atıverdiği bu zarfta ne kalmıştır sizce? Babalarının canı öyle istediği için ölüme gönderilen çocuklar, kaderlerine razı olmaktan vazgeçip hayatta kalmaya karar verdiklerinde, önlerine konulan aile albümünden hangi hisseyi devşirirler?
[1] (2) Eğer Taht Sevdan Varsa Mete Han’ın Yaptığını Yapmak Zorundasın! - YouTube. Erişim Tarihi 20 Şubat 2020. https://www.youtube.com/watch?v=bbd5tCUBaUo.
[2] (2) Diriliş Ertuğrul-Deli Demir’den Oğuz Kağan Hikâyesi (19.Bölüm) - YouTube.” Erişim Tarihi: 20 Şubat 2020. https://www.youtube.com/watch?v=1BHl1YkaNus.
[3] Fizikte ve matematikte iki nesne arasındaki açıklığın sonsuz küçülerek ama kesişmeksizin bir noktaya, bir sınıra doğru yaklaşması. Kavuşamadan buluşma gibi. Bu kavramdan doğan bir uluslararası iktisat teorisi var. İletişim bilimlerinde, farklı iletişim araçlarında yaptığımız işlerin tek bir araçta gerçekleşebilmesi durumuna verilen ad.
[4] Çeviri: Necla Arat, Say Yayınları, 2005. Çeviri kitap elimde yoktu, buradaki çevirinin sorumlusu benim.
[5] Cassirer, Ernst. The Myth of the State. Yale University Press, 1946, s. 43.
[6] Arketip biri gibi görünse de, karmaşık bir hissiyat kompleksini işaret etmek üzere var kılınmıştır.
[7] Arapça bir kelime olan şemail hem dış görünüş, hem de huy, tabiat, seciye ve ahlak anlamına gelir. M. Yaşar Karademir, “Şemail”, TDV İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/semail.
[8] “Objectification” der Cassirer, nesnelleştirme kestirme bir karşılık olmakla birlikte yeterli değil. Tecessüm ettirme, görünür kılma, ortaya dökme, zuhur ettirme gibi anlamlarını da eklemek lazım. Bu içeriği hatırlanırsa, tecessüm ettirilenle ettiren arasındaki gerilim de ihmal edilmemiş olur. O gerilimin nadide tasvirlerinden biri, Bakara Suresi’nin 31-33’ncü ayetlerinde zuhur eder: “Ve (Allah) Adem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip, ‘sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi. ‘Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin’ cevabını verdiler. ‘Ey Adem! Bunların isimlerini onlara bildir’ dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de, ‘Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim, yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim, demedim mi?’ buyurdu.” Diyanet İşleri Başkanlığı meali, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/38/31-33-ayet-tefsiri.
[9] Cassirer, a.g.e., s. 49.
[10] Cassirer, a.g.e., s. 46.
[11] Yavuz, Yusuf Şevki, “İlham,” TDV, Diyanet Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ilham. İslâm tarihinde ulemanın ilhamın dini bilginin kaynağı olarak görülüp görülemeyeceği tartışmasını özetledikten sonra Yavuz, ilham-bilgi çelişkisini şöyle ifade eder: “…ilhamî bilgiyi öne çıkarıp bütün gayretini buna ulaşmak için harcamak, akıl ilkelerinin yanı sıra duyu verilerine dayanan bilgileri ihmal etmek gibi bir sonuç doğurur. Gerçeğe ilhamî bilgiyle ulaşılabileceğini savunanların akıl ve duyu verilerine güvenmedikleri, hatta böyle bir çabayı terk etmeyi tavsiye ettikleri bilinmektedir. “
[12] Oğuzların kim olduğu, Türk adı altında biraz zoraki “toplanan” halklarla Oğuzlar arasında nasıl bir ilişkinin bulunduğu ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin neden Oğuz anlatısını kendi türeyiş miti olarak ele aldığı meselesi hayli karışık ve burada tartışılamayacak kadar uzun. Hem Osmanlı’nın hem Cumhuriyet’in resmi tarih anlatıları bize Oğuzların her iki devletin de kurucuları olduğunu vazediyor. Fakat bu teorinin Osmanlı tarih anlatısına da hayli geç bir dönemde yine hanedanın siyasi meşruiyetine ilişkin mücadeleler babında girdiğini de hatırda tutmakta fayda var. İnalcık, Halil. “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi.” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi 14, no. 1 (1959): 69-94. Bir de Imber, Colin. “The Ottoman Dynastic Myth.” Turcica 19 (1987): 7–27. Oğuzlar ve Oğuz Kağan vurgulu anlatılar, dünyaya Türkler adına (İslâm adına kısmı bundan daha karışık) hakim olma hakkına kimin sahip olduğu sorusuna ya da sorununa cevap aramak üzere çatılmış, tüm efsaneler gibi eklektik öyküler. Bu konuda şu makale mevcut “aile albümü” bakış açısını altüst edebilecek bir dizi soru soruyor ve cevapların aşağı yukarı zaten bilindiğini ancak üzerinde fazla durulmadığını, bu kasıtlı ihmalin sebeplerini ve cevabı bilinmeyen sorular için bakılabilecek kaynakları da listeliyor. Yıldırım, Dursun. “‘Kitab-ı Dedem Qorqud’ Metinleri Hangi Yaratıcılık Ortamından Geliyor?” Turkbilig Turkoloji Arastirmalari Dergisi 2002/3 (2002): 130–171.
[13] Bu metinlerin tam bir dökümünü buraya yazmak hayli yer tutar. En güncel listeyi Ahmet Bican Ercilasun’un şu köşe yazısında bulabilirsiniz. “Yine Oğuzname.” Yeniçağ gazetesi, 21 Temmuz 2019, https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yine-oguzname-52666yy.htm. Bazı Oğuznamelerin, kopyası çıkarıldıktan ya da baskıya hazırlandıktan sonra kaybolduğuna dikkatinizi çekerim.
[14] Kitab-ı Dede Korkut hakkında, bu serinin dördüncü bölümünde daha ayrıntılı bilgi aktaracağım. Şimdilik bu metinlerin 19’uncu yüzyıl başından beri bilindiklerini ve 14. yüzyılın sonu ya da 15. yüzyılın başı gibi yazıya geçirildiklerinin tahmin edildiğini akılda tutmakta fayda var.
[15] Bu ekolün temsilcilerini burada listelemeyeceğim ama aşağıda kimilerinin alıntılandığını göreceksiniz.
[16] Son yıllarda çıkan ve devletin bizi bu aile albümüyle ilişkilendirme yolları hakkında kafa yoran iki çok iyi kitabı anmadan olmaz: Atalay, Onur. Türk'e Tapmak: Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm. İletişim Yayınları, 2018. Ünlü, Barış. Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi. Dipnot Yayınları, 2018.
[17] Şu videonun altındaki yorumlara şöyle bir bakmanızı öneririm: “Çindeki ‘“TÜRK Piramitlerine” Girildi”| Ayyıldız, Kurtbaşı ve 2023 ‘ “SIRRI”’ - YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=p18VD4PhaNI&t=1592s.
[18] Erdoğan’ın Hülagü’nün Bağdat’a girişini, Moğol karşıtı bir söylemle aktardığı anekdotun altında Erdoğan’a yapılan muhalefetin Arap düşmanlığına bürünerek dile geldiği yorumlara bakınız: “Cengiz Han’ın Torunu Hülagü Han Hikâye Recep Tayyip Erdoğan - YouTube.” https://www.youtube.com/watch?v=fg3rBzTTgFc&t=2s.
[19] Mete Han’ın tek anlatıcısının Payitaht’ın Abdülhamit’i olmadığını, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti ordusunun Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihinin Mete Han’ın tahta çıkış, babasını öldürüş tarihi olan M.Ö. 209 olarak tayin edildiğini hatırlatmama bilmem gerek var mı?
[20] Devletleşme arzusunda/eğiliminde olan ya da nihayet devlet olup önce kendi benzerlerini ardından bütün dünyayı hakimiyeti altına alma uğraşı veren beyler arasında Oğuz Kağan’ın kimin atası olduğu konusunda bitmek bilmez kanlı bir çekişmenin hem Oğuzname versiyonlarının içeriğini belirlediği, hem de modern Oğuzname araştırmacılarına miras kaldığı anlaşılıyor. Bkz. Ali̇zade, Rövşen. “Moğol-Türkmen Siyasi Karşıtlığı Bağlamında Oğuznameler ve Ergenekon Destanı.” Aydın Türklük Bilgisi 2, no. 2 (1 Mayıs 2016): 13-31. Bana kalırsa Oğuznameler, adı Oğuzlar olan bir halkın değil, bir asker/yönetici sınıfın hikâyesini anlatıyor ve bu nedenle o sınıfın inşa ettiği dair bir arketip teşkil ediyorlar. S.G. Agacanov bu yönetici sınıfa “Oğuz ve Türkmen boy-aristokrasisi” diyor: Oğuzlar. Selenge, 2013, s. 168-173. Ayrıca Oğuzname versiyonları arasındaki ilişkiler, çelişkiler ve tarih sayılabilecek bilgilerin niteliği ve niceliği konusunda da Agacanov’un bu kitapta yaptığı karşılaştırmalı analizi okumanızı öneririm.
[21] Ercilasun haklı olarak bu destan metninin eksikliğine ve baba katli mevzuunu sahiden içerip içermediğini bilmediğimize dikkat çekiyor; ”Türk Destanlarında Baba-Oğul Mücadelesi." Makaleler: Dil, Destan, Tarih, Edebiyat içinde, yay. haz. Ekrem Arıkoğlu, Akçağ, 2. bs. 2014, s. 486-489.
[22] Vücudu tüylerle kaplı insan motifi Türklere isnat edilen türeyiş efsanelerinin hemen tamamında var ve ilk insanın şeytanla temas etmeden önceki günahsızlığını temsil ediyor. Pek çok versiyonu olan bu motif, koruyucu tüyler ya da bir kabukla kaplı insan bedeninin, şeytanın müdahalesiyle hem tüylerinden hem yaratıcının koruyuculuğundan mahrum kalışını resmediyor. Harva, Uno. Altay Panteonu: Mitler, Ritüeller, Inançlar ve Tanrılar. Çev. Ömer Suveren. İstanbul: Doğu Kütüphanesi, 2014, s. 90-100.
[23] Ağca, Ferruh. Uygur Harfli Oğuz Kagan Destanı-Metin, Aktarma, Notlar, Dizin, Tıpkıbasım. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 2016, s. 105.
[24] Belki de bu versiyonda Oğuz’un öldürdüğü bu zalim canavar, Oğuz’un diğer versiyonlarda katlettiği babadan başkası değildir, kimbilir… Oğuz, canavardan geriye hiçbir şey kalmamasını ister sanki. Benzer köklü temizlik arzusunun daha sonra Mete’nin yalnız babasını değil, üvey annesini ve kardeşini ve Oğuz’un amcalarını öldürmesinde tecessüm ettiğini göreceğiz. Oğuz, destanın çeşitli versiyonlarında amcalarının çocuklarıyla kâh savaşır kâh kendisine ram olmaları karşılığında onları yeniden adlandırır; aralarındaki akrabalık ilişkisini bertaraf etmenin bir yolu da kanımca budur. İki halde de Oğuz ve Mete kendi devletlû öykülerinin bağsız ve bağıtsız, kimseye borcu olmayan, herhangi bir döl yatağından bir benzeri gelemeyecek, öksüz/yetim kahramanı olarak tek başınadırlar. Yasa bu doğmuş, doğurulmuş ama kendisinden vazgeçilmiş bu öksüz/yetim kahramanın hayatta kalma arzusunun tezahürüdür.
[25] Benzer bir hikâye Diriliş’in ilk bölümünde de resmedilir. Ertuğrul ormanda avlanırken bir ceylanın peşine düşer. Ceylan onu Tapınak Şovalyelerinin esiri olan üç kişilik bir aileyi kurtaracağı yere götürür. Baba Selçuklu şehzadesidir. Ama bunu saklarlar. Ertuğrul onları kollar, gözetir ve şehzadenin kızı Halime’ye gönlünü kaptırır. Zamanla baba ve erkek kardeş öldürülürler. Halime Ertuğrul’un çocuklarının yani Osman(lı’n)ın annesi olacaktır. Osmanlı’yı Selçuklu’nun meşru çocuğu ve mirasçısı yapan da budur.
[26] Olağanüstü bir kadınla cima hikâyesi Kitab-ı Dede Korkut’taki Tepegöz’de de geçer. Sarı Çoban, bir pınarın başında oynaşan Peri Kızlarını görür, üzerlerine kepeneğini atar, birini yakalar. Neden sonra bir Peri Kızı, Sarı Çoban’a, “bende bir emanetin var” diye oğlu Tepegöz’ü verir. Kimsenin istemediği bütün bedeni Oğuz gibi tüylerle kaplı (aslında masum ve ilksel) ancak tek gözlü Tepegöz’e ilerde onu öldürecek olan Basat’ın babası Aruz Koca sahip çıkar ve bir nevi babalık eder. Tepegöz, Peri Kızı’nın ona verdiği yüzük sayesinde derisine ok ya da kılıç işlemeyen bir haramiye dönüşür. Ahali çareyi onunla anlaşmakta bulur. Her evden çocuklar ve hayvanlar verilir karnı doysun diye. Artık kimsede hal kalmayınca Basat üzerine gider ve intihara benzer bir jestle koruyucu yüzüğünü çıkartan Tepegöz’ü öldürür. Tepegöz’ü devlet değil de tek gözlü, çirkin ama tüm bedeni tüylerle kaplı bir harami yapan, babasının sıradan bir çoban olması mıdır, yoksa Peri Kızı’nın Tepegöz’ün rahme düştüğü birleşmeye rızasının olmayışı mı? Belki de Tepegöz haramilikle devletlû iktidar arasındaki kıldan ince kılıçtan keskin farkın suretidir. Yüzyıllar sonra Orhan Seyfi Orhon, 1919’da yazdığı Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi adlı bir şiirde bu defa Oğuzhan’a, sevgiliyken birbirine darılmış bir periyle bir çoban arasında çöpçatanlık yaptıracaktır.
[27] Osman Karatay, destanda Oğuz Kağan’ın “ben Uygurların kağanıyım” demesine karşılık, hiçbir Uygur dokümanında Oğuz Kağan adına rastlanmamasına dikkat çeker; “Oğuz Han’ın Kimliği ve Tarihi Kişiliği Üzerine.” Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı içinde ed: Ali Rıza Özdemir, 5. s., 21-36. Ankara: Kripto, 2019. Zaten, destanın İslamileşmiş, İlhanlılaşmış ve Osmanlılaşmış versiyonlarında Oğuz Kağan artık Uygurların kağanı olarak anılmaz; Uygur, ondan önce de var olan bir kavmin ismi olmaktan çıkar, ona tabi olan topluluklara verdiği ad olur.
[28] Ağca, a.g.e., s. 109-110.
[29] Ağca, a.g.e., s. 123.
[30] Togan, Zeki Velidi. Oğuz Destanı: Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili. İkinci Baskı. İstanbul: Enderun, 1982, s. 17.
[31] Togan, a.g.e., s. 18. Ebulgazi ve Yazıcıoğlu versiyonlarında Oğuz, adını yine kendisi seçip alacaktır. Türklerde erkeklerin ancak bir yararlılık, kahramanlık gösterdikten sonra ad aldıklarına dair bir gelenek olduğu söylenir. Eğer doğruysa, Oğuz, olağanüstülüğü sayesinde ya da olağanüstülüğüne dayanarak bu geleneği de bertaraf etmiş gibidir. Ögel “oğur” sözcüğünün Kaşgarlı’da hayır, bereket ve devlet anlamına geldiğini hatırlatıyor, a.g.e., s. 82. Fakat bu kelimenin, motifi zenginleştirip kimi başka anlatılara bağlayan birkaç anlamı daha var. Elimdeki kitapta Arap alfabesiyle yazımları bulunmadığından ve sonuçta bu sözlük Türkiye Türkçesi ile sınırlı olduğundan emin olamasam da Andreas Tietze, oğur’un “1. nehir yatağı, 2. zaman, 3. ineklerin çiftleşme isteme durumu” anlamları da olduğunu örneklerle gösterir: Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugati. C. 6. Ankara: TÜBA, 2018. Destanın bağlamı göz önünde bulundurulduğunda oğur’un uğur’la da ilgili olduğunu düşünmekten yanayım. Bu yolla uğur’un kut’la da ilişkisi kurulmuş olur. Kut, kabaca devlet kurduran talih diye tanımlanabilir, bunu daha sonra tartışacağım. Ayrıca uğur kelimesinin nehir yatağı ve zaman anlamlarına da gelmesi anlatının poetik içeriğini iyiden iyiye derinleştirir. Oğur adlı bu oğlan vakti gelmiş düşünce ya da eninde sonunda yatağını bulacak su gibidir.
[32] Togan, a.g.e., s. 19.
[33] Togan, a.g.e., s. 19. Oğuz akrabalarını, amcaoğullarını hükümranlığı altında toplar, toplanmayanları ortadan kaldırır ya da uzak diyarlara sürerken onları yeniden adlandırır. İlk elde kendisinden yana olanlara Uygur, karşı olanlara Muval der. Faruk Sümer’e göre Uygur, uyan, tabi olan anlamına gelir, Muval ise bunlu, saf, zavallı. Sümer, Faruk. “Oğuzlara Ait Destani Mahiyette Eserler 1: Reşîdüddîn Oğuznâmesi.” Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi 17, no. 1–2 (1959): 359–455, s. 361.
[34] Bu sözcük iktidarın devri meselesiyle ilgili muğlaklığı iyiden iyiye belirsizleştiriyor. Togan, “temâcamiş” kelimesini “bir iş için mücadele, isyan, çekişme” diye tanımlıyor dipnotlarında, a.g.e., s. 85. Oğuz, büyük oğlu Gün’ü veliaht ilan ederken, bir yandan da altı oğluna iktidar için rekabet etmelerini mi söylüyor? İlk başta bu mantıksız gibi duruyor, ancak “Türk töresi”nde iktidarın devri konusunda hâlâ da çözülmüş sayılamayacak belirsizliği göz önünde tutunca, kim bilir belki de, oğullarına kendisinin hedef tahtasında olmayacağı bir iktidar mücadelesi vazediyordur bu vasiyet/yasa ile. Bu versiyonun yazarı Reşideddin’in İlhanlı Sarayı’nda patlak veren Şii-Sünni kavgasında, Şiiliği benimseyen Olcaytu’yu öldürmekle suçlanarak oğluyla birlikte idam edildiğini hatırlayınca, iktidarın devri mevzuunun bu şekilde ortada bırakılması manidar bir jeste dönüşür.
[35] Togan, a.g.e., s. 48.
[36] Halil İnalcık, Yıldırım Bayezid’in, Mısır’daki Abbasi halifesinden, daha evvel Selçuklu sultanlarına verilen Sultanu’r-Rum unvanını istediğini hatırlattıktan sonra, Yıldırım’ın torunu II. Murat’ın saltanat yıllarında meydana çıkan tarihî terkiplerde devletin kurucusu Osman’dan Oğuz’a uzanan bir şecere çıkarılmaya başlandığına dikkat çeker. “O kadar ki, ilk defa olarak II. Murad, paraları üzerine Kayı Boyu’nun damgasını bastırmağa başlamıştır. Bu cereyan, romantik bir hareket olarak vasıflandırılmamalıdır. Esas gaye, Timur ve oğullarının iddia ve tehditleri karşısında Osmanlı hanedanının durumunu kuvvetlendirmekten ibaret görünmektedir ve bir dereceye kadar da Uç’larda Türkmen boyları arasında hakim ananevi telakkiye bir dönüşü ifade etmektedir.” "Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi." Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi 14, no. 1 (1959): 69-94, s. 78-9. Mevzuya bugünden bakınca devamı şöyle gelir: II. Murat’ın oğlu II. Mehmet, Yıldırım’ın halifeden alamadığı Sultanu’r-Rum unvanını fiili olarak İstanbul’la birlikte zapteder. Nihayet II. Mehmet’in torunu Yavuz, Memlukları ortadan kaldıracak, Osmanlı sarayını hilafetin de merkezi haline getirecektir. Zira, gayrımüslim taht sahiplerine karşı verilen “gaza”nın meşruiyete ihtiyacı yoktur, ancak Müslim, hele hem Müslim hem Türk soylu hanedanlara verilen savaşın ille de izah edilmesi gerekir. Osmanlıların, Memlukları ortadan kaldırıp hilafeti ele geçirmeleri, sonunda haksız olanın kazandığı bir kardeş kavgası olarak çağdaş Mısır edebiyatında görülen temalardan biridir. Bkz. Sung, Il Kwang. "Representations of the Mamluks in History Books and Periodicals." Mamluks in the Modern Egyptian Mind içinde, s. 123-215. Palgrave Macmillan, New York, 2017. En iyi örneklerinden biri de Necip Mahfuz’un manevi oğlu ve edebi mirasçısı olarak da bilinen Jamal Ghitani’in Türkçe’ye Kahire’nin Mücevheri adıyla çevrilen Zayni Barakat’idir (çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2004). Türkiye’nin neo-Osmanlı düşlerle süslü bir dış siyaset izlemesine tepki olarak pahalı bir yapımla Arapça konuşan halklara sunulan ve hayli popülerleşen Kingdoms of Fire (Ateş Krallıkları) adlı dizi de bu temayı işler. II. Tumanbay (yoksa bu ad Mete Han’ın babası Teoman’dan mı gelir?) ülkesini, halkını ve esir alınmış İslâm halifesini Osmanlı zulmünden kurtarmak için mücadele ederken esir düşüp idam edilen adil bir hükümdar olarak resmedilir bu dizide. Bu tarihsel kavganın sürüp gittiği günlerde, Boğaz’a inşa edilen üçüncü köprünün adının II. Tumanbay’ı ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim konması elbette tesadüftür. Gene de insanın aklına tarihe geçmiş her “ışık”lı hükümdârın upuzun gölgeleri olduğu hakikatini düşürmeye yeter.
[37] Bakır, Abdullah. “Yazıcızade Ali’nin Selçuk-Name İsimli Eserinin Edisyon Kritiği: Giriş-Metin-Dizin.” PhD, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2008, s. 17.
[38] Bakır, a.g.e., s. 23.
[39] Bakır, a.g.e., s. 24. Özetle, II. Murat Kayı’nın soyundandır, yalnız şeceresi itibariyle değil şer’en ve örfen de hanlık onun hakkıdır, diğer hanlara layık olan da onun kapısında hizmetkâr olmaktır, diyor.
[40] Kafalı, Mustafa. “Ebulgazi Bahadır Han - TDV İslâm Ansiklopedisi.” https://islamansiklopedisi.org.tr/ebulgazi-bahadir-han. Bir ziyafet düzenleyip davet ettiği 2000 kadar Türkmen beyini öldürür. Şecere-i Terakime’yi gayet olaylı ve savaşlı geçen hayatının son döneminde, oğlu lehine tahttan vazgeçmeden 7 yıl önce, 1659’da bitirir.
[41] Ebulgazi Bahadır Han. Şecere-i Terâkime (Türkmenlerin Soykütüğü). (ed.) Zuhal Kargı Ölmez. Ankara: Simurg, 1996, s. 237.
[42] Ebulgazi Bahadır Han, a.g.e., s. 244.
[43] Gün Han’ın ikinci oğlunun soyundan gelenler.
[44] Dağ Han’ın büyük oğlunun soyundan gelenler.
[45] Dağ Han’ın ikinci oğlunun soyundan gelenler.
[46] Ay Han’ın soyundan gelenler.
[47] Ebulgazi Bahadır Han, a.g.e., s. 250
[48] Eraslan, Kemal. “Manzum Oğuzname.” Türkiyat Mecmuası, no. 18 (1976): 169-244, s. 177.
[49] Eraslan, a.g.e., s. 181.
[50] Eraslan, a.g.e.., s. 187.
[51] Sima Qian (Ögel’de Se-Ma Ts’ien) ile ilgili olarak şöyle der: “Tarih ve mitoloji, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Mete’nin gençlik yıllarını saran, siyah bir perdedir. Çinliler de bu karanlık yıllar ile ilgili, ne öğrenmişlerse bize fazlası ile vermişlerdir. …Gerçekten Çinliler, hiçbir yabancı hükümdar için, böyle güzel bir edebiyat yapmamışlardır. Bizce şöyle demek daha doğru olur: Tarihçi Se-ma Ts’ien, kitabına şiir halinde yazılmış bir destanı aktarmış olabilirdi. Çince metin, gerçekten bir yarı-şiir görünümündedir.” Ögel, Bahaeddin. Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi 1. Ankara: Kültür Bakanlığı, 1981, s. 216.
[52] Gömeç, Saadettin. “Oğuz Kağan’ın kimliği, Oğuzlar ve Oğuz Kağan Destanları Üzerine bir-iki söz.” Tarih Araştırmaları Dergisi 22, no. 35 (2004): 113-21.
[53] Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi 1. 5. bs. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2010, s. 5
[54] Sima Qian’ın Shi-Ji’sinin İngilizce çevirisi Mete’nin veliahtlığı mevzuunda Ögel kadar kesin bir dil kullanmıyor: “Touman’s oldest son, the heir apparent to his position, was named Maodun, but the Shanyu also had a younger son by another consort whom he had taken later and was very fond of. He decided that he wanted to get rid of Maodun and set up his younger son as heir instead, and he therefore sent Maodun as hostage to the Yuezhi nation.” Sima Qian. Records of the Grand Historian: Han Dynasty 2. çeviri: Burton Watson, gözden geçirilmiş 2. bs, Colombia University Press, 1993, s. 134. “Teoman’ın büyük oğlu, belli ki veliahtı” diye bahsediyor Mete’den. Ancak cümlenin ikinci yarısında, yani Teoman’ın küçük oğlunu veliaht ilan edebilmek için Mete’yi öldürmeye kalkıştığı bilgisinden sonra, Mete’nin veliahtlığının mutlak olduğundan emin oluyoruz. Sima Qian’ın bıraktığı boşluk, hikâyenin özellikle şimdilerde anlatılan versiyonlarında, Teoman’ın ikinci eşinin, yani Mete’nin üvey annesinin Çinli olduğu, onun aklını Mete’nin kağan olmak için babasının ölümünü beklemeyeceği gibi düşüncelerle doldurduğu yönünde tahminlerle de doldurulur. (mesela. “Savaşın Efsaneleri 6. Bölüm | Mete Han”, https://www.youtube.com/watch?v=RLATbJltn90.) TRT Belgesel kanalında yayımlanıp YouTube’a yüklenen bu yapım, yalnızca altı ayda 1 milyon 300 bin kişi tarafından izlenmiş. Bu modern versiyonda üvey anne, Oidipus hikâyesindeki Oracle’ı andırır. Ne dersiniz, Golden haklı gibi galiba, zayıf anlatı güçlü olandan motifler alarak kendini ona yakınsıyor.
[55] Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, s. 217.
[56] Destanda Mete’nin kendi annesini görmüyoruz, eğer sözü edilen kadın öz anne ise bile, ikinci oğlu için ilkinin canından vazgeçmiş. Oğuz’un onu emziren bir anası var ama bir kereliğe mahsus emzirme işi bittikten sonra ortadan kayboluyor. Kara Han’ın Oğuz’u öldürme kararı verdiği toyda da ondan iz yok. Hülasa Mete’nin ve Oğuz’un analarına da can ya da vefa borcu yok.
[57] Turan, Osman. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi: Türk Dünya Nizamının Milli, İslami ve İnsani Esasları, Cilt: 1. İstanbul: Turan Neşriyat Yurdu, 1969, s. 78.
[58] Şu makalede Oğuz ve Mete’nin bir olduğu düşüncesinin temsilcilerinin kimler olduğu ve dayanakları ayrıntılı olarak aktarılıyor. Onay, İbrahim. “Türk kültür tarihi bakımından Oğuz Kağan destanı ve önemi.” Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi 171, no. 171 (2013): 29-44. https://doi.org/10.20296/tsad.64751.
[59] Bayat, Fuzuli. "Oğuz Kağan Destanı üzerine yeni düşünceler." Türkler, c. 3 (2002).
[60] Ögel, Türk Mitolojisi 1, s. 11.
[61] Karatay, a.g.e.. s. 25.
[62] Golden, Peter B. “Ethnogenesis in the Tribal Zone The Shaping of the Turks.” Studies on the Peoples and Cultures of the Eurasian Steppes içinde, 17-64, 2011.
[63] Oğuz’un Zülkarneyn Peygamber ve hatta uzaylı olduğu konusunda da çeşitli iddialar olduğunu hatırlamakta fayda var.
[64] Ögel, Türk Mitolojisi 1, s. 8
[65] Tam bu noktada Mustafa Kemal’in her sınıfta kara tahtanın hemen üstüne asılı Gençliğe Hitabesi geldi aklıma: “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.”
[66] Ögel, Türk Mitolojisi 1, s. 10.
[67] Bayat, Fuzuli. “Mitolojik Zıtlık Paradigmasında Baba-Oğul Mücadelesi.” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 2, no. 6 (2009): 63-70.
[68] Neumann, Iver B., ve Einar Wigen. The Steppe Tradition in International Relations: Russians, Turks and European State Building 4000 BCE–2017 CE. Cambridge University Press, 2018. s. 85-6.
[69] Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, c. 1, 218-9.
[70] Tam da yeri olduğu ve sözünü ettiğim belirsizliği iyice derinleştireceği için minik bir ayrıntı daha: Mete, babasını öldürüp iktidarı ele geçirdikten bir süre sonra, hemen yanı başındaki Donghu (Türkçe kaynaklarda Tunghu ya da Tunguz) adlı proto-Moğol göçebe ittifakına sefer düzenleyerek ikiye bölünmelerine sebep olur. Efsanenin devamında bu savaş, Mete’nin kendi çıkarları ile devletin çıkarlarını nasıl da ilkeli bir biçimde ayrıştırdığının, dolayısıyla uğruna babasını öldürdüğü töreye bağlılığının ifadesi olarak da ele alınır. Donghu ondan atını ister. Mete etrafına beylerini alıp sorar. Olmaz, derler, şanyu’nun atı verilmez. Komşumla kavga etmektense veririm, der Mete. Donghu bu defa ondan karısını ister. Beyler gene, olmaz, derler, mümkün değil. Bunun için savaşa girip askerlerimi öldürtmem, diye cevap verir Mete. Ve nihayet Donghu ortak sınırlarındaki küçük, değersiz, verimsiz bir araziyi ister Mete’den. Beyler, atı verdin, karını verdin, bunu mu esirgeyeceksin, demeye getirirler. Bunu diyenleri öldürdükten sonra Donghu’ya sefere çıkar. Mete için vatan toprağı, attan da eşten de kıymetlidir, zira devletin zeminidir o toprak. Efsanede bu kadar önemli yer tutan Donghu’nun bir parçası olan Xianbei (Türkçe kaynaklarda Sienpiler) yaklaşık M.S. 87’de Mete’nin torunlarını yener ve topraklarını ele geçirirler. Çinli tarihçiler kısa zaman sonra parçalanacak bu halkın adetlerinden ve hukukundan bahsederken şu notu düşerler: “Onların yasalarına göre biri hükümdarın sözüne karşı gelirse cezası ölümdür. Bunun dışındaki eşkıyalık ve cinayet vakalarında kabile üyeleri tazminat yolunu seçer, eğer anlaşamazlarsa hükümdar re’sen ölenin canına karşılık at, öküz ve koyun verilmesine karar verir. Babayı ya da ağabeyi öldürmek suç değildir. İsyana kalkışan biri obadan kovulur ve çölün ortasında yaşanması imkânsız bir yere bırakılır.” Han Hanedanlığı’nın geç dönemini (miladi 6-189 yılları arasını) anlatan Hou Han Shu kitabından aktaran Duthie, Nina. “The Nature of the Hu: Wuhuan and Xianbei Ethnography in the San Guo Zhi and Hou Han Shu.” Early Medieval China 2019, no. 25 (2019): 23–41. s. 34. Duthie, Çinli tarihçilerin kuzey sınırlarının ötesinde yaşayan halkların tamamına Hu (胡) adını verdiklerini hatırlatıyor, sözcük Han-olmayan anlamına gelmiyor, yani bütün ötekiler.
[71] Altay mitolojisinde yaratıcı Tanrı, Gök Tanrı’dan sonra gelen en büyük ilah. Kara sözcüğünün aynı zamanda toprak anlamına gelmesini de sanırım kendisine borçluyuz.
[72] Kayabaşı, Onur Alp. “Türk Destanlarında Baba-Oğul Çatışması.” Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic 11, no. 4 (2016): 505-16, s. 513.
[73] Bayat, “Mitolojik Zıtlık Paradigmasında Baba-Oğul Mücadelesi,” s. 69.
[74] Ercilasun, “Türk Destanlarında Baba-Oğul Mücadelesi.” s. 487.
[75] Cassirer, a.g.e., s. 278.
[76] İşin Carl Schmitt’in “istisna” kavramıyla ilgili tarafını Dumrul’la birlikte tartışacağım. Ergenekon’dan çıkıp Dumrul’un köprüsüne varan yolda, Oğuz’un hikâyesinde kapısı ardına kadar açılan olağanüstü halin sınırlarını Dumrul test edecek zira. Maalesef o esnada II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Almanya’da tiranlığını yeniden ilan eden uğultulu tanrı Wotan’a da kulak vermek zorunda kalacağız.
[77] Oğuz’un mirasçısı olduğunu söyleyenlerin hâkimi oldukları devletin, tam bu esnada Çin’in toplama kamplarında dize getirilmeye çalışılan Uygurların çağrısına sessiz kalması da mevzuyu delirtici bir başka çağrışım zincirine daha bağlıyor.