Nuh'un en büyük gemisi: Gezi kalabalığından korona ıssızlığına

ANSIZIN ISSIZ SOKAKLAR

Gezi günlerinde, gece yarıları ansızın fırlanılan sokaklar. Çıktığında mutlaka olağanüstü bir hâl içinde bulduğun yerler ve olağanüstü bir ruh hali içinde bulduğun insanlar. 7 yıl arayla iki bambaşka olağanüstüyü deneyimlememiz çok acayip. 2013’te geceleyin sokağa çıkıyorum çünkü diğerlerini orada bulmak, onlarla olmak istiyorum. 2020’de geceleyin sokağa çıkıyorum çünkü diğerleriyle karşılaşma ihtimalimin daha düşük olduğuna inanıyorum, bunu umuyorum. 2013 gecelerinde bundan sonra hiçbir şeyin aynı olmayacağına inanıyorum, değişim, daha fazla değişim arzuluyorum ve yetersiz bulduğum her değişimden büyük hayal kırıklığına uğruyorum. Hayır, bu kadar değil, daha fazlasına ihtiyacım var! “Bu deri değil, bir diğeri” diyen, bir daha, bir daha deri değiştirmek isteyen mitolojik bir yılan gibiyim. 2020 gecelerinde ise bundan sonra hiçbir şeyin aynı olmaması ihtimalinden korkuyorum. Daha da az, daha da az değişim görmek istiyorum bu kez. Aynı mitolojik hikâyede unutulmuş bir kaya olmak arzusundayım. (Bkz. BÜTÜN BUNLAR GEÇTİĞİNDE ve KAZANILMIŞ BİR KUPA YOK)

BURADALIK

Koronavirüs kaygısıyla kaldırımda karşımdan çekinik geçen insanları, ıssız sokak köşelerini, havada asılı olan genel içe çekilmeyi deneyimlerken kendimi çok yalnız hissetmiştim evet, ancak daha önce hiçbir duyguyu böylesine tüm insanlıkla aynı anda hissetmemiştim galiba. Çok garip bir dünyadalık, buradalık, bu yer ve mekândalık, insandalık duygusu. Ve güçlü de bir aşağıdan perspektif hissi. Baz tümüyle canlı oluş, bedene sahip oluş ve tür. Her şeyi fikirler, ideolojiler, etnisiteler, ırklar, kültürler, sınıflar olarak değil de bir virüsün tanımladığı yaşam formları olarak aynı perspektiften görmek. Gelgelelim, böylesi tahayyül edilebilecek saf bir eşitlik düzlemi kültürlerimiz tarafından hızla sınanıyor. Yüzyıllardır özenle inşa ettiğimiz adaletsizlik sistemleri pratik hayatta tekrar insan olma hâlleri arasında farklar doğurmaya çalışıyor. Sınıflar, ayrıcalıklar, güç ilişkileri sarsılıyor ama kolay yıkılmıyor ve geri iktidar toplamak için mevzileniyor. İnsan-da-olmak, dünya-da-olmak, virüsün hareketlerini izleyince kendi bağlarımızı izleyebilmek, o bağların burada kurduğu insan-öznenin hep birlikte parçası olmak. Öyleyse tam burada olduğun anda öldürülmek de ne!? Viral bir ihanet gibi geliyor kulağa. Acılarımız bir tür yan etki mi, kayıplarımız sivil zayiat mı? Yoksa, burada iken ölmek, yani mutlak değişim, buradalığın sürdürülebilirliği mi? (Bkz. ZAMANSIZLIK ve BU YAZI)

BU YAZI

Bu yazı birbirine link veren birtakım metin parçalarından oluşuyor. Alfabetik olarak sıraya dizdim ama istediğiniz herhangi bir yerden de girip okuyabilirsiniz. Nereden okumaya başlayacağınız, hangi sırayla okuyacağınız sizin kararınız. Her bir paragrafın sonunda sizi başka bir paragrafa yönlendiren linkler var. Dilerseniz o linkleri takip edebilirsiniz veya alfabetik sırayla da okuyabilirsiniz. Ya da şu anda hayal edemediğim başka bir sıralamayla. “Muazzam Oyalanma Reloaded” başlıklı lexia’da [metin bloğu] muazzam oyalanma meselesinin Freud’da nasıl tartışıldığını özetlediğim kısımları “‘Havada Asılı Duramadığını Biliyorum’— Bir Oyalanma Aracı Olarak Güncel Sanat” (Susma 24, 11 Ağustos 2018, http://susma24.com/havada-asili-duramadigini-biliyorum-bir-oyalanma-araci-olarak-guncel-sanat/) başlıklı yazımdan ödünç aldım. “Mesafe” başlıklı metin bloğunda da yakınlık ve mesafe temalarına odaklanan Yakınafrika (Doğan Kitap, 2018) adlı romanımdan alıntılar var. “Meşru Kapatma” metin bloğundaki karantinanın doğasına dair kimi ifadeler 16. Venedik Mimarlık Bienali Türkiye pavyonu finalist projeleri arasında yer alan Karantinamekân başlıklı projeden (haz. Cem Sorguç & Süreyyya Evren, Burak Delier, Mustafa Erdem Özler). Elinizdeki bu yazı ve bu metin blokları şebekesine dayanan format 2013’te, Gezi’nin başlangıcından hemen sonra Temmuz/Ağustos 2013 tarihli Birikim dergisinde, sayı 291-292’de yayımlanan “Benim Parkım Benim Kararım” başlıklı yazıyı kendisine temel alıyor. Aynı yazı daha sonra Kunstforum International dergisinin “Urban Performance” özel sayısında (“Mein Park, Meine Entscheidung”, Ekim-Aralık 2013, sayı 223, s. 80-93) ve Dışarıdan Düşünmek: Deleuze ve Guattari Perspektifinden Felsefe, Siyaset ve Sanat Yazıları (ed. Ömer Faruk, Chiviyazıları, 2016) adlı kitapta da yayımlanmıştı. (bkz. MUAZZAM OYALANMA RELOADED, MESAFE ve MEŞRU KAPATMA)

Sisifos Evden Çalışıyor

Karikatür: Jason Adam Katzenstein

BÜTÜN BUNLAR GEÇTİĞİNDE

Her şey şu tarihte, olmadı bu tarihte normale döner diyen insanları dinlemeye çalışıyorum. Pazartesi en geç işimizin başındayız, olmadı haftaya Pazartesi, olmadı bir ay sonra net! Tekrar rutinlerin kaldığı yerden başlayacağı ânı özlüyorum. Hâlbuki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Her el sıkışmada bileceksin ki şu anda bu küçük jestle bir şeyleri Wuhan’dan alıp Milano’ya taşıyorum, oradan Faroe Adaları’na taşıyacağım. Senegal’dekini Afganistan’a taşıyor da olabilirim, oradan da Liechtenstein’a taşıyacağımdır. Taşıması bedava. Arkadaşların yemeğe gelecek, balıkçıdasın, ne yesek, ne varmış, bakıyorsun tezgâhlara. İyi seç. Yenmeyecek bir şey yeme. Dünyanın öbür ucunda bir torundan ninesini dedesini alabilirsin duygusu içinden geçecek ve hemen kendini rahatlatacaksın: Biz zaten yenmeyecek bir şey yemiyoruz! Belki de işkembe alırken düşüneceksin bunu. Ve yediğini sadece kendi bünyene bir şeyler katmak olarak düşünemeyeceğini bileceksin. Meğerse milyarlarca insandan oluşan devasa bir organizmayı besliyormuşsun. Akşama ne yesek? (Bkz. MASKELER ve İNSAN İNSANIN KURDUDUR)

ÇOK FAZLA ACI

Koronavirüs, ki her virüs gibi canlı ile cansız arasında bir yerde olduğunu söyleniyor, yarı-canlı diyen var, neye canlı dendiğini yeniden tanımlamak gerek diyen var, can alıyor, can yakıyor. Çok fazla acı getiriyor. Acı tümüyle yönetilemediğinde güçlü bilinmezlik doğuruyor. Acı, literatürde, bir deneyim türü olarak tarif ediliyor. Herkes kendi acısını kendi deneyimliyor, ancak bir yandan da her koyun kendi sürüsünden asılıyor. (Bkz. BURADALIK ve KORKUYORUM, ANNE, GAIA)

DIŞARISI İÇERİSİ

Liderler kötülüğün kaynağı olarak dışarısını ilan etmeye çalıştılar –ölüm dışarıdan geliyordu, ama sonra virüs aşırı hızlı yayılarak bu sınırları geçersizleştirdi, karmaşıklaştırdı. Çin önce kötülüğü yayan oldu, sonra dışarıdan gelenlerden kendini korumaya aldığını açıkladı. Ve başkalarına yardıma soyundu. Ama bu dışarıdan hasta gelenlere hastalığı baştan bulaştıran da kendisiydi, dolayısıyla dışarıdan gelen tam da kendi içinin gelişmiş bir formu veya çoğaltılmış bir versiyonuydu. (Bkz. MESAFE ve YANGIN SENSİN)

EL YIKAMA DAYAĞI

Ignaz Semmelweiss (1818-1865); el yıkamayı “bulan” adam. El yıkamamanın hastalık yayabileceğini keşfettiğinde elinde kanıt yoktu. O yüzden yaşarken hiç ciddiye alınmadı. Dalga geçildi. Doktor meslektaşları alındılar ve onu hor gördüler. Sonunda da akıl hastanesine kapatıldı ve bir bakıcı tarafından tahminlere göre gene el yıkama meselesi yüzünden dövülerek öldürüldü. O günlere göre bugün çok daha ileri bir noktada mıyız? Bilgi anlamında belki. Ancak sorunu kanıtlanmamış iyi fikirlerle ne yapıyoruz diye koyarsak o kadar da değil. Günümüzde el yıkamanın önemi kanıtlanmış durumda ve o kanıtlanmış bilgiye uyuyoruz (hoş, biraz korkmamız da gerekiyor tam uymak için) ama ya kanıtlanmamış bir şey söylerse biri ve bu doğruysa, bunu nasıl anlayacağız, bu riski nasıl alacağız? Eğer kanıtlanmamış ama doğru iddiaları ayırt etmek için bir yol geliştiremediysek Ignaz Semmelweiss çağında ellerimizi yıkamamızı söylediği için alınıyor ve onunla dalga geçiyoruz, bir akıl hastanesinde kafasına kafasına vuruyoruz demektir. (Bkz. BU YAZI ve VİRTÜELLİK)

EYLEMLE PROPAGANDA

Covid-19’un yayılmasını bir tür eylemle propaganda gibi okuma eğilimi ile de karşılaşıyoruz. Sanki insanoğluna bir ders vermek isteyen bir radikal doğa örgütünün terör eylemi gibi. Virüs bize bir ders verdi! Nasıl? Böyle, öldürerek, yararak, hasta ederek! Doğa sanki doğa olduğu için vurmuyor da çevreci bir örgüt olduğu için propaganda amaçlı vuruyor. 1800’lerin sonlarında, 1900’lerin başlarında, eli bombalı anarşist imgesinin doğduğu, anarşist suikastçıların tek başlarına gidip kralları, imparatorları, padişahları indirmeye soyundukları günlerde, evinden öfkeli bir adam olarak çıkan anarşist suikastçı, sorumlu gördüğü bir yöneticiyi tek başına vurmaya gittiğinde yaptığı şeylerin başında yüce firavunun da aslında incinebilir, senin benim gibi bir âdem olduğunu hatırlatmak ve iki insanın hesaplaşmasına sorunu indirgemek, unvanları, titrleri silmek ve iki çıplak hayatı karşı karşıya getirmek geliyordu. Sen ve ben, ya sen ya ben, kurumlar, yapılar, devletler aradan çekilsin ve iki insan kalsın baş başa, ölümün huzurunda. Virüsün bu canlandırılmasında, kişileştirilmesinde, modernist imgelem tümüyle devrede diyebilir miyiz? Bir özne, hem de politik gündemi net bir özne olan virüs, eylemle propagandasını gerçekleştiriyor. Bu imgelemi modernistten pre-moderne kaydırmak da çok kolay, özne eylemi gerçekleştiriyor ama zaten bir yarı-canlı ve aslında bir piyon, bir kukla, kuklacı da Kader veya yüce Tanrı veya bilinmeyen Evren ya da Doğa Ana. Yara alan öznelliğimiz yaralayanın da bir özne olmasını istiyor. Neredesin Albert Camus?! Absürdün tozunun alınmasına gereksinim duyuyoruz burada. Koronavirüsü neoliberal yağmacılığa vs. karşı doğanın bir intikamı olarak düşünenler aynı doğanın yaşamı daha insan ufukta yokken fanerozoik devirde birkaç kez yok ettiğini hatırlıyorlar , veya doğaya son derece saygılı canlılar olan dinozorların soyunu da insanın veya neoliberal yağmacılığın yok etmediğini hatırlatmalı mı? Erken modernist bir doğa imgesine Camusvari absürd müdahale seçeneği neden unutulur böyle durumlarda? Modern imgesiyle evcilleştirilmemiş doğanın kendi absürditesinden neden bu kadar korkulur? (Bkz. ÖZGÜRLÜK, KADER VE İNCİNEBİLİRLİK ve KARŞILIKLI YARDIMLAŞMA)

HERKES KENDİ OHAL’İNİ İLAN ETSİN

Gezi’de meşhur bir diyalog vardı. Polis gelip eylemciye “Burayı koruma misyonunu size kim verdi?” diye sorar. Eylemci genç de “Herkes birbirine veriyor abi” diye yanıtlar. Burayı kim OHAL ilan etti? Herkes kendi ediyor abi. İlginç olan OHAL’den iktidarın tek anladığı olağanüstü disiplin ve sınırlama, baskılama koşulları. Dolayısıyla herkes kendi kendini baskılayacak diyor otorite. Olağanüstü hâl deyince toplumsal ve kişilerarası ilişkilerdeki olağanüstü hâl anlaşılırsa herkesin kendini ve birbirini ilişkisel biçimde aşağıdan yeniden düzenlemesine varılıyor. Yani aşağıdan sözlerde dedikleri gibi, herkes kendi dayanışmasını ilan edebilir. (Bkz. VİRTÜELLİK ve EL YIKAMA DAYAĞI)

İNSAN İNSANIN KURDUDUR

Günümüzde, 2020’de, kötünün yeri 2013’te olduğu gibi net gelmiyor kimseye. Kimbilir belki 2013’te de gelmemeliydi. Kötünün niyeti bile kötü değil bugün – virüs sadece adapte olmaya çalışıyor bize. Bizimle birlikte yaşamak istiyor. John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ındaki Lenny gibi biraz virüs. Saçımızı okşamaya çalışırken boğuveriyor bizi. Öfkeyi nereye yönelteceğimizi şaşırıyoruz 2020’de. Politik bir eğilimimiz güçlüyse zaten hayat boyu kötü olarak bellediğimiz her neyse şimdi koronavirüs günlerinde de gene onu suçlu buluyoruz. Görünür bir kötü niyeti olmadığı gibi görünür bir kötü tipi de yok. Pis kokmuyor virüs, iğrenç görünmüyor. Pek çok geçmiş salgında olduğu gibi göze görünmezlikle ilerliyor. Görünür hatalarla büyüyor belki evet ama kendi göze görünmüyor. Âdeta kavramsal. Ve bu kavram hızla ispatladığı gibi küresel, ve anladığım kadarıyla türümüze ait – bizden hayvanlara bulaşmıyor mesela. Güncel sanatta sevdiğimiz terimle söylersek antroposenin, yani insan çağının amblematik zirvesi. Bizden geri hayvanlara bulaşsaydı hayvan hakları aktivistleri tavuk fabrikalarına bulaştırırlar mıydı bilerek? Bu bir eylem sayılır mıydı? (Bkz. MASKELER ve YALNIZLIK)

KARANTİNAMIZDA MANGAL YAKTILAR

Karantinadan çıkmanın cezası yüzyıllarca pek çok yerde ölüm olmuş. Tartışılmamış bile bu çoğu kez. Mangal yakanları bırakalım, karantinadan kaçarken yakalananlar veya çıkabilmek için polisle çatışanlar var bugünün Türkiye’sinde. Karantinadan kaçmaya çalışmak da eski bir tema öbür yandan. Gelgelelim karantina günlerinde mangal keyfi sürenlere öfkenin ardında başka şeyler de yatıyor olabilir. Mangalcılık bir boş zaman faaliyeti olduğu ve ortak kentsel alanları kullandığı için de tepki çekiyor. İşlevsiz alt sınıf bütün diğer sınıfları tiksindiriyor. Aristokratlara ait olan boş zaman lüksü –çalışmama– yayılmış oluyor böylece. İşe gidenler, korka korka işe gidenler, gitmek zorunda olanlar bir yanda, hatta evden çalışanlar, zaten her zaman evden çalışmakta olanlar öte yanda, canını dişine takarak sistemin sürmesini sağlamaya çalışanlar, ölümüne tıp hizmeti vermeye çalışanlar, masaya kendi sağlığını pat diye koymuş olanlar tam karşıda iken rekreasyon faaliyetlerinin ağır toplumsal suç gibi hissedilmesi çok değil belki de. Gençleri yaşlılara, yaşlıları gençlere, hastaları sağlıklılara, sağlıklıları hastalara, çalışanları çalışmayanlara, çalışmayanları çalışanlara, yatanları kalkanlara olmak üzere toplumu birbirine düşüren, birleştirdiği büyük organizmayı kendi içinde kaynatan, karıştıran, fokurdatan bir yanı da var virüsün. (Bkz. MEŞRU KAPATMA ve EYLEMLE PROPAGANDA)

KARŞILIKLI YARDIMLAŞMA

Bir yandan Gezivari bir karşılıklı yardımlaşma duygusu devrede. Herkes diğerinin kaybını azaltmak, mümkünse kapatmak için el uzatmak istiyor. Etnik, ulusal, sınıfsal sınırların aşınmış gibi göründüğü anlar doğuyor. Bir yandan da ulus-devletler bencilleşmek için ekstra gerekçelere kavuşmuş gibi hissediyorlar; sertleşmek için, çıkarcılaşmak, suç işlemek, rekabet etmek, tek kelimeyle savaşmak için. Devletler, erk odakları, silaha erişimi olanlar, tümü güçlenmiş ve cüretlerini arttırmış olarak çıkabilirler bu süreçten. Ama burada bir kâğıttan kaplan görme eğilimimiz de artmayacak mı? (Bkz. ÖZGÜRLÜK, KADER VE İNCİNEBİLİRLİK ve MUAZZAM OYALANMALAR RELOADED)

KAZANILMIŞ BİR KUPA YOK

2013’teki o olağanüstü gecelerden sonra gerçekten bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı, belki o günlerde hayal edilen ütopik anlamda değil, ama Türkiye muhalefet kültürü de iktidar kültürü de siyasi kültürü de kırıldı ve yeniden şekillendi. 1968 devriminden sonra da tüm dünyada hiçbir şeyin aynı olmaması gibi. Bir yandan da 68’de kazanılmış somut hiçbir şey yoktur. Somut kazanım dağınık gelir. Zamana ve ihtimallere yayılmış olarak. (Bkz. BÜTÜN BUNLAR GEÇTİĞİNDE ve YALNIZLIK)

KORKUYORUM, ANNE, GAIA

İşte bu noktada herkese sabit gelir ile karantina toplumlarını sakinleştirmeye çalışan hükümetler virüsün Matrix’teki Morpheus’un virüse lafını iade edercesine söylediği “bana hepiniz aynı görünüyorsunuz” cümlesini duyan yaklaşımlar. Sürecin devamında gelişkin adaletsizliklerimizin ve piramidal yapılarımızın, arkasına doğayı ve bilinmezliği almış viral bir gücün türü eşlemesi ile imtihanı da yaşanacaklar arasında yerini almakta gibi. Korkuyorum ve buradaki ben, özne, hiç bu kadar global olmamıştı. (Bkz. ÇOK FAZLA ACI VE BURADALIK)

MASKELER

2013’te değil, şimdi, yedi yıl sonra, ki yedi sayısı pek çok mitolojik göndermede sonsuz anlamındadır ve insana sonsuz bir döngü hissi de veriyor yedi yıl sonra bir başka olağanüstünün içinde kendini bulmak, 2020’de, bu kez geceleyin gene belki maskeyle, gene belki eldivenle, muhtemelen bu kez az farklı ama gene teçhizatla, donanarak, hazırlanarak fırladığımız sokaktan gene güçlü ama bambaşka duygularla geçiyoruz. Ansızın öteki sırf ahlaki bağ sayesinde sevilebilir olmuştu 2013’te, farklılıklar ilişki kurulabilir görünmüştü. Anlamadığını sevdiğine inanmak mümkündü, yanındakini tümüyle katıksız duymak; birlikte yapabileceğine, değişebileceğine, aşağıdan kurabileceğine emin olmak. 2013’te görünür kötülüklere karşı görünmez bağlarla bağlanan görünür iyiler topluluğunun bir parçası gibi hissediyordu herkes kendini. Ayrıca yanındakine duyduğu sevgi kendini şaşırtacak biçimde o denli gerçekti ki bu durumda onun bana duyduğu sevgi de gerçek olmalı şaşkınlığı eşlik ediyordu. Şu kadarı aynı: 2013’te de maske takarak maskeler indiriliyordu ve birbirimizi görüyorduk 2020’de de maske takarak maskeleri indiriyoruz ve birbirimizi görüyoruz. (Bkz. ANSIZIN ISSIZ SOKAKLAR ve İNSAN İNSANIN KURDUDUR)

MESAFE

Sevdiklerinden uzak durman gerekiyor çünkü belki de yangın sensin. Sevdiğin için sarılmıyor, sevdiğin için mesafeleniyorsun. Bir aşk operası trajedisi gibi. Sinik ve antisosyal bireyler kuralları takmayıp herkese yaklaşıyorlar, sosyal bireyler birbirinden uzak duruyor deniyor. “Yakınlığın ancak mesafe ile mümkün olmasından duyduğum ümitsiz rahatsızlığı” anımsıyorum. Sosyal mesafe kavramı ilk başta özellikle bizimki gibi sıcak temasın önde olduğu toplumlarda insan ilişkilerine bir engel gibi geliyor. Yakınlık özlemi büyük bir özlem ve temas yakınlığı iptal edebilir. Çünkü yakınlık aslında zaten sadece belirli bir mesafede gerçekleşir. Sosyal mesafe tam da uzakta olanla aramdaki mesafeden devşirebileceğim kudretler neler olabilirdi diye sormaya izin verir. Derimle aramda bir mesafe olduğu apaçıkmış gibi geliyor ve bu mesafenin rahatsız edici olmadığını, aksine bir bütünlük hissine katkı yaptığını hissediyorum. Ya bu mesafe yok olsaydı? Kendimi o kadar sevseydim ki ben kendim derime dönüşseydim tümüyle? Seni sevmeye devam edebilmem için sen ve ben arasındaki mesafenin korunması gerekir mesela. İkimiz bir ve aynı varlık haline gelirsek artık seni sevemem. Yakınlık kurmak için iki kişinin (birbirine geçmiş de olsalar) bir olmasının işe yaramayacağını, aksine iki ayrı kişi kalmaları gerektiğini kabullenmek ne demektir? Platonik âşık senin sezilebilir ama görünmez varlığınla arasındaki mesafeyi koruduğu sürece bu varlığın bilgisine yakın kalabilir ve seni sevmeyi sürdürebilir. “Ben senin resmine âşığım,” diyen sevgili o resimle arasındaki mesafeyi kapatamaz, kapatmak da istemez. Başka bir şey yapar – o mesafeden enerji almayı dener. Çocuklar genelde kolay sevinir ve kolay üzülürler. Çocuğun sevinç ile üzüntü arasındaki mesafesi dardır. Bu mesafenin darlığı bizde duyguların da pek üzerinde durulacak şeyler olmadığı izlenimi uyandırır. Bazen olmayacak bir şeye ağlayan bir çocuğun yetişkinleri güldürdüğünü görürsünüz. Yetişkin, bu üzülmeye asla değmeyecek şeye ağlayan çocuğa gülmemek için kendini zor tutmaktadır. Sevinilecek şey ile ağlanacak şey arasındaki mesafe açıldıkça bunların ciddiyeti de artar. Tekrarda da benzer bir mekanizma geçerlidir – sık ağlarsanız ağlamalarınızın ciddiyeti azalır, iki ağlama arasındaki mesafe uzadıkça her birinin anlamının arttığı varsayılır. Mutluluğu ve mutsuzluğu zorlaştırmak mutluluğu da mutsuzluğu da kıymete bindiren bir erdem gibi algılanır. Ne kadar sen değilsem o kadar sana sevgimi ciddiye alabilirim, özetle. Fakat bu bilgide kesif bir yalnızlığın da bilgisi saklı değil mi? Örtbas edilmeye muhtaç bir yalnızlık duygusunun; perdelenesi ve kaşınması tehlikeli bir yalnızlık duygusunun... Mesafe mazgallarla dolu ve bir sürü duygu akıp gidiyor. Yakınlaşmakta ise her zaman biraz teşhircilik ve biraz gözetleme deliği merakı mevcut. Fakat mesafenin mazgallarından duygular akıp giderken ortaya yürünebilir, el ele tutuşulabilir sokaklar çıkıyor. Bu çelişkili gibi gözüken denklemi bir ve bütün olma arzusunu üreten dürtülere (dürtülerse onlar) nasıl izah etmeli? İnzivaya çekilen insanların (pek çok mistik deneyim böyledir) inziva sırasında insanoğluna gündelik hayatta hiç yaklaşamadıkları denli yaklaşma iddiaları ne kadar da dramatik. İnsan ancak insandan kaçınınca bulunabilmekte. Hayatın anlamı için hayatın akışıyla arana bir mesafe koyman gerekmekte. (Bkz. ZİYARET SEBEBİNİZ ve HERKES KENDİ OHAL’İNİ İLAN ETSİN)

MEŞRU KAPATMA

Karantina bir kapatma, öte yandan da kapatmaların en meşrusu. Temelde bulaşıcı hastalıklara karşı tedbirler çerçevesinde hastaların ve hasta olduğundan şüphelenilenlerin yalıtılmasına dayanıyor. Karantinaya alınan bir mekân giriş çıkışların en radikal şekilde denetlendiği mekân tasavvurlarına referans veriyor. Karantina, önce insanların, sonra tüm canlıların, giderek giysiler, araçlar ve mektuplar dâhil tüm nesnelerin, yeri geldiğinde suyun ve havanın dahi denetlendiği bir giriş çıkış rejimi imliyor. Karantina alanı tüm kapatılmış mekânlar içinde meşruluğu her daim en yüksek olan çünkü “iyi”lerin “kötü”leri değil, “doğru olan”ların “yanlış olan”ları değil “yaşam”ın “ölüm”ü kapatma girişimi gibi görünüyor. Bir sürü gerekçelendirme rejimi, plan, baskı, denetim ve serbestleştirme seçenekleri hep “yaşam”ın yerini tanımlamaya odaklanıyor. İtalya’da doktorlar kimin hayatının kurtarılacağına karar verme noktasında kendilerini buldular sözünü hepimiz duyduk. Solunum cihazının kendisinden genç bir hastaya takılmasını isteyen İtalyan papaz hayatını kaybetti haberlerini de okuduk ve adı geçen papazın güzel günlerinden birinde motosikletinin üzerinde poz verdiği fotoğrafına baktık. Virüs önce yaşamın ne olduğunu felsefi bir sorgulamaya sürüklüyor, kendi yaşam ile yaşam-olmayan arası varlığıyla, kendi yarış-canlılığıyla. Sonra da insanları yaşamı korumak için ölümü kapatmaya itiyor. Ve hâliyle, yaşamın yerini bir kez daha tespit etmeye. Sözgelimi, yukarıda bahsettiğimiz canını genç hasta için feda eden papaza tam bir kahraman gözüyle bakmakta zorlanıyoruz, çünkü genç bir insanı kurtarmanın etik içindeki yeri tam bu edimi kahramanlığa taşımıyor. Belki de sadece yanlış bir karardır ve genç insan zaten yaşayacaktı, diyebiliyoruz. Ama ya papaz solunum cihazını bir küçük çocuğa verseydi? Gene kem küm eder miydiniz? Yaşamın yeri en çok yaşanmadığında, henüz bir potansiyel olduğunda net galiba. (Bkz. KARŞILIKLI YARDIMLAŞMA ve PUSUDAKİ ABARTIYORCULAR)

MUAZZAM OYALANMALAR RELOADED

Kadere karşı gelmek olarak özgürlük fikri ile tekrar Sigmund Freud’a söz uzanıyor. Ölümün kaçınılmazlığı hızlandığında ne yapacağız? Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu adlı kitabında, ölümün kaçınılmazlığı, yaşamın çekilmezliği, insanın bu kader karşısındaki güçsüzlüğüyle nasıl baş ettiği gibi birtakım temel meselelere değinir. Freud’un bakış açısıyla, mesele tartışmaya yer vermeyecek ölçüde açıktır: Hepimiz öleceğiz, hayattayken hepimiz bu gerçeğin farkındayızdır, bu yüzden yaşamın bir anlamı yoktur ve hepimiz bu gerçeğin de farkındayızdır. Bu yüzden yaşam çekilmezdir. Peki, yaşamı çekilir hâle getirmek için ne yapmalı? Freud, üç yöntem öne sürer: “İnsanın zavallılığını önemsememesini sağlayacak muazzam oyalanmalar, zavallılığı azaltan dolaylı tatminler ve insanı zavallılığına karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler.”

Freud’un önerdiği üç yöntemi yeniden ele alalım:

a) Muazzam oyalanmalar: sanat, bilim, dinî köktencilik, devrim, çevrecilik, hayvan hakları aktivizmi, feminist aktivizm, açlığa ve yoksulluğa son vermek, mucitlik, kâşiflik, vb. Yani ölümün yaklaştığını ve bu konuda yapabileceğiniz hiçbir şey olmadığını düşünmenize engel olabilecek her türlü önlem. Bu türden yüksek amaçlara, büyük, zorlu görevlere, büyük ideallere adanan bir ömür, insanı yaşamın çekilmezliğinden koruyabilir.b) Dolaylı tatminler: Özetle, “iyi bir hayat” olarak düşündüğümüz her şey. Sağlıklı beslenme, para kazanma, sigorta, güvende olma, kendinden emin olma, lüks, olabildiğince uzun ve acısız bir hayat. Ölüme karşı sorgulanmayan bir teslimiyet. Herhangi bir anlam, ideal veya ulvilik arayışında olmamak. Ölümü kabullenme, zamanın sınırlılığını kabullenme ve bunu olabildiğince az acı verecek hale getirmeye çalışma. c) Ve son yöntem de, keyif verici maddelerle geçen bir ömür. Yani her türlü uyuşturucu, tiryakilik, alkolizm, kumar, sağlığınızı tehlikeye atmanızı kolaylaştıran dünyevi keyifler. Bu yöntemle ölüme teslim olmaz, ölüme kafa tutarsınız. Ve ulvîliğe dair ideallere inanmazsınız –ulvîlik tesadüflerde, fantezilerde ve nihilizmdedir.

Muazzam oyalanmalara adanmış bir ömür elbette bir miktar narsisizm içerir. Bu, ölümün zavallılığından daha yüce bir şeylere adanmış bir ömürdür. Ama tek üstünlük taslama tavrı bu değildir. Bir diğeri, ömrünü keyif verici maddelere adamaktır. Bizim bugünkü örneğimizde mangalcılık da bir üstünlük taslama olarak görülüyor. Ölüme kafa tutan bir boş kabadayılık. Boş çünkü kaderi geriletmek için bir şey yapmak yerine kaderi önemsememe jestini yeğliyorsun. Bu yöntem (bohem mangalcılık diyelim, lumpen de olabilir) hem ölüme meydan okur hem de idealleri, büyük fikirleri, ütopyaları, başarıyı hiçe sayar. Dünyayı değiştirme özlemi içeren her türlü fikre ve tavra tepeden bakar. Narsisizmi bu özelliğindedir. Muazzam oyalanmalar, hayatta yaşam ve ölümden çok daha değerli, üstün, asil, yüksek şeyler olduğuna inanmak suretiyle hayatın çekilmezliğinden kurtulmayı hedefler. Bu özelliği bu seçeneği keyif verici maddelere adanmış bir ömürle benzer kılar, zira keyif verici maddelere, kısaca gelip geçiciliğe adanmış ömür de ölümü ve hayatın zavallılığını reddeder. Fakat dolaylı tatminler, ölümü tanıyan bir tavırdır. Artık, “Neden yaşamalı, yaşamaya değer ne var?” soruları yerine “Daha uzun ve daha iyi bir yaşamın sırları” sorgulanır. Bu da kişiyi her şeyin iyisini tercih etmeye yöneltir: İyi tarım, iyi beslenme, iyi cinsellik, iyi spor, iyi sanat… Virüsün yalanladığı söylenen yaşam tercihi de temelde bu. Virüs iyi hayat arayışını boşa çıkardı, anlamsızlaştırdı deniyor.

Muazzam oyalanmaların muazzam olmalarının açık nedenleri vardır: Çünkü bu muazzam oyalanmalar, büyük idealler, muhteşem sanat, yaratıcılık, mana, devrim, değişim, gerçek ve tüm diğer güçlü şeylerdir. Fakat yine de bunlar birer oyalanmadır, çünkü hayatın çekilmezliği, yani ölüm hâlâ vardır ve gerçektir. Bu yöntemle hayatın yine de bir anlamı yoktur ve bir fark yaratmak neredeyse imkânsızdır, ancak muazzam oyalanmalara adanmış ömürlere keyif verici maddelere adanmış ömürlere duyduğumuzdan daha çok saygı duyarız (mesela her akşam saat 9’da alkışlarız, onaylarız ve destansı bir yan bulmaya uzak değilizdir) çünkü, Freud’un da dediği gibi, hem keyif verici maddelere bir ömür adamak çokça enerji gerektirir (sözgelimi mangalcılık için de bir sürü uğraş gerekir – heyhat, ama ne için!) hem de muazzam oyalanmalar bazen başkalarının hayatlarında gerçekten bir şeyleri değiştirebilir. Gerçekten de bir biçimde, bir faydaları dokunabilir – hayvanlara, çevreye, insanlığın geleceğine vs. (Virüs, bu ihtimali son derece elle tutulur hâle getirdiği için muazzam oyalanmalar reloaded diyorum). Ölümü reddetmekteki asıl sorun, bunun aynı zamanda yaşamı da reddetmek manasına gelmesinden kaynaklanır. Eğer mutlak ölüm o kadar kötüyse, yaşam kesinlikle bir ıstıraptır. Yaşamı kabul etmek için, ölümü kabul etmek zorundasınızdır. Bu yüzdendir ki, sanatı hayatla birleştirmeyi hedefleyen sanatçılar ve kavramları hayatla birleştirmeyi hedefleyen filozoflar, geçip giden zaman yerine hep âna odaklanmışlardır. Sonsuz ânı gözlemişlerdir. Böylelikle yaşamda ölümden daha büyük bir mana arayışı ihtiyacı bir kenara bırakılır. Bu, Gilles Deleuze’ün önerdiği gibi, hayatı anlamak yerine hayatı yakalamayı hedefleyen bir felsefedir. Sanatın, felsefenin veya düşüncelerin amacı zamanın doğrusal [akışını] duraksatmak haline gelirse ve ardından elan vital’i [yaşam coşkusunu] onaylayan bir yaşam imkânı doğarsa, o zaman hayatı anlamaya çalışmaksızın yakalama şansı olur. Oyalanma, bu noktada devreye girer. Oyalanmak, çok sayıda hedef olmaksızın bir yol sunar. Ânı dahi önemsemeye gerek yoktur, bekleyebildiğiniz kadar bekler, oyalanırsınız.

Koronavirüs günlerinde iyi hayat peşinde koşmak ile muhteşem oyalanmanın karıştığı birtakım durumlar da doğmuyor değil. Muazzam oyalanmalar, koronavirüs gelmeden önce, büyük bir krizdeydi. Ölüme dur diyemiyoruz ve dolayısıyla ölüme dur deme çabaları hep nafile gibi oluyor ve oyalanmadan sayılıyor nihayetinde ölümü yenemediğin sürece. Fakat gelişen teknolojiler ve bilim sayesinde/yüzünden ölümü geriletmek ve insanın hayatta kalma oranını arttırmak ve ortalama insan ömrünü uzatmak hem doğanın sonunu hızlandırıyor hem de insan yaşamını toplumsal anlamda olumsuz etkiliyor. Dolayısıyla ölümü geriletecek bilimsel bir buluş veya yaşamı uzatacak bir gelişme kendinde iyi statüsünde olmaktan çıkmıştı koronavirüs öncesi. Her şey bir yana doğa için iyi değil ve insan için iyi olanla doğa için iyi olan çeliştiğinde iyi olanın yeni yeri neresidir tartışması doğuyor, insanmerkezcilik bir mesele haline geliyor, oraya düşülüyordu. Ama bütün bu çıkmaz, insanın doğa üzerinde hâkimiyeti çok güçlü ve sarsılmaz göründüğünde, insan doğayı köşeye sıkıştırmış gibi durduğunda ortaya çıkıyor – tabii kendi ölümünü çözememesi hariç. Fakat ne zaman ki doğa insanı köşeye sıkıştırıyor, René Dubos deyişiyle tekrar vuruyor, eziyor, zorluyor, acıtıyor, kaderini belirliyor, o zaman doğaya karşı çıkmak tekrar modern dönemlerdeki gibi anlamlı ve özgürleştirici görünüyor. Çünkü Rocco Ronchi’nin dediği gibi bir kadere direnmenin özgürlük doğuruculuğu söz konusudur artık. Bu aslında Georgio Agamben’in1 (“Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali” başlıklı yazısında) meseleyi bağladığı ve pek ikna edici gözükmeyen mantığı geri çağırmaya da bir vesile. Özgürlük, koronavirüsü ile bütün bu kötü dayatmacı kaderle mücadele çağında kaderin bize yapmaya çalıştıklarına karşı bir şey yapmaksa, özgürlük sonuçta çıplak hayata varmak için demektir ve sadece budur, bundan ibarettir, zavallı çok büyütülen özgürlük, ancak bir hayatta kalma ile kendini meşrulaştırabilmektedir ve bir kez bu özgürlüğe varılıp yer sağlamlaştırıldıktan sonra –iyi hayat arayışına gömülmüş sıradan bir modern hayat veya sıradan bir feodal hayat– kader artık bize eninde sonunda gelecek ölüm dışında bir şey dayatamaz noktaya geriletildiğinde –en azından öyle inanıldığında ve sosyal düzenlemeler de ona göre yapıldığında– ne özgürlüğün ne de muazzam oyalanmaların pek bir anlamı kalmamış gibidir ve muazzam oyalanmaların böyle boşa düştüğü koşullar altında filozoftan iyi hayat için debelenmeyi yüceltmesini elbet bekleyemeyiz. Filozof, daha çok özgürlüğe ihtiyaç duyar, duymaktadır, ama kaderle mücadelesini ne kaybetmiş ne de kazanmış bir özgürlüğe. Filozof için öyleyse ideal özgürlük insanı kader mahkûmluğundan ne kurtaran ne de yenilmesine izin veren, absürd bir Sisifos tırmanışını sonsuza kadar tekrarlayan özgürlüktür. Bunu söyleyince de aklıma koronavirüs karantinası günlerinde The New Yorker çizerlerinden Jason Adam Katzenstein’ın yaptığı evden çalışan Sisifos karikatürü geliyor. (Bkz. DIŞARISI İÇERİSİ ve YANGIN SENSİN)

ÖZGÜRLÜK, KADER VE İNCİNEBİLİRLİK

Başarıya, uzun yaşamaya, güce, iktidara, paraya, kariyere, hazza, fiyakaya ve diğerlerine odaklı hayatlarımızın bir sarsıntı geçirdiği ve çıplak hayatı korumaya geri çekildiği söylenince hemen ardından korona pandemisini mevcut hayatlarımızın bir yalanlaması olarak okuma eğilimi doğuyor. Olup bitende eski anlam çerçevelerine geri dönüş için bir uyarı aranıyor. Lirik olana, mistik olana, yaşamsal anlamıyla temel olana – yani her türden pre-modern anlam çerçevesine. Hani neredeyse postmodern bir virüs aygıtı eliyle doğa modern dünyayı romantik bir eleştiri eşliğinde pre-modern hizaya getirmeye çalışıyor denecek. Rocco Ronchi’ye bağlanıyorum bu noktada, özellikle “incinebilirliğimizin zaten farkındaydık, medya unutmuş olabilir, biz hiç unutmadık ki” dediği yerden. “Virüs insan hayatının kırılganlığını hatırlatmıyor, bu gerçek gözümüzün önünden zaten hiç gitmedi, ama özgürlüğün yerini yeniden düşündürüyor” diyor Ronchi “Virüsün Erdemleri” adlı yazısında.2 “Virüs daha çok bizim ve diğerlerinin varoluşunu kader olarak ifade edişiyle öne çıkıyor. Ansızın bizden çok daha güçlü bir şey tarafından sürükleniyoruz, organlarımızın işi bitiriliyor, irademiz hiçe sayılıyor.” Bu noktada özgürlük nedir diye soruyor. Özgürlük kesinlikle rekreasyonda değil. Mangalcılıkta değil. Mangalcılara o yüzden de kızıyorduk belki – kadere teslim oldukları, özgürlüğü terk ettikleri ve bizim özgürlüğümüzü de tehlikeye attıkları için. Çünkü virüsün desteklediği özgürlük kavrayışı “kaderin bize yaptıkları karşısında sessiz kalmamaya, direnmeye, bu konuda bir şeyler yapmaya dayanan bir özgürlük.” Zaten virüsle mücadelede kadercilikle mücadelenin önemli bir yer tutması da bundan diyebiliriz. Ronchi şunu söylüyor:

Özgür olmak demek belirli bir durumda yapılması gerekeni yaparak kadere bir dur demektir. Ve bu bir felsefi soyutlama değil. Enfeksiyonun yayılmasını engellemek için her gün büyük adanmışlıkla ve ciddiyetle canını dişine takarak mücadele eden binlerce insanın çabasında somutlanan bir şey sadece.

Tekrar düşünüyorum söylediğini. Özgür olmak belirli bir durumda yapılması gerekeni yapmaktır. Virüsün erdemleri arasında saymış bunu hatırlatışını. Kaderin bize yaptıklarına karşı bir şey yapmanın doğurduğu, içerdiği özgürlük ve bundan dolayı özgürlüğün yapılması gerekeni yapmakta yatması, istediğin gibi sokakta gezmekte değil de. (Bkz. MUAZZAM OYALANMALAR RELOADED ve DIŞARISI İÇERİSİ)

PUSUDAKİ ABARTILIYORCULAR

Abartılıyor bu koronavirüsü düşüncesi bir ara çok kolay ve sık dillendiriliyordu. Her sene gripten daha çok kişi ölüyor deniyor, rakamlar veriliyordu. Trafik kazasından daha çok insan ölüyor, bir şey yapıyor musunuz Allah aşkına?! Covid-19’un toplamda kaç kişi öldüreceğini bilemiyoruz aslında, bugüne dek kaç kişi öldürdüğünü de tam biliyor sayılmayız. Ama küresel ve benzersiz etkisini biliyoruz. Ve bu bir abartı ise bu abartıya pabuç bırakmayıp direnmeye çalışan çok kurum, lider, düşünür, işyeri, park sakini olduğunu da. Korona galebe çaldı ve herkesi etkiledi diye abartılıyorcuların tümüyle ikna olduklarını söyleyemeyiz. Bir tür pusudalar. Abartıldığının sonradan ortaya çıkacağı ânı bekliyorlar. Her türlü fantezi düşünsel tablo için uygun bir sıradışı tablo var karşımızda. Komploların önü açık. Daha da açılacaktır. İncinebilir insan olma üzerinden tüm küre birleştiğimizden tüm küreyi kapsayan hikâyeler, kurgular, komplolar, anlatılar, teoriler, bu tür büyük resmi görme denemeleri için de apaçık bir fırsat var ve pusudaki abartılıyorcuların devreye gireceklerini hayal edebiliriz böyle bir durumda. Bu tür büyük açıklamaların tüm büyüklenmecilikleriyle biz aşağıdaki, zemindeki tek tek insanlara güçsüzlük hissi verdikleri, bizi piyon olarak kendimizi konumlandırmaya alıştırdıkları söylenebilir. (Bkz. EYLEMLE PROPOGANDA ve MEŞRU KAPATMA)

SERT ÇARESİZLİK

Bir diğerine yardım edememekten doğan çaresizlikler sert çaresizlikler. Sosyal mesafelenmeden çok daha büyük bir uzaktalık duygusu bu. Yardım çağıramama, yardım verememe, dayanışmayı alışkın olduğumuz fiili kanallardan sürdürememe. Birinden bir metre ötede yemek yemek belki biraz tuhaf ama sorun değil. Birinin başına bir şey gelebilecekken yardımcı olamamak, her tarafta yalıtılmışlıkların yardım kanalları üzerinde tam otoriteye sahip olması konusunda uzlaşmış olmak, özgürlüğün, dayanışmanın tam da bu demek olması ve giderek tam da yardım edememen, yardım alamaman, yardım etmemen, sana yardım etmemeleri demek olması. Bazen bir şişe suyu bir kapıdan öbür kapıya geçirmekte bile. (Bkz. EL YIKAMA DAYAĞI ve YUVADA KALDI)

SUSURLUK’A İNDİM

Her akşam saat 9’da pencerelerden doktorların alkışlanması Türkiye için garip bir durum kuşkusuz. Sonuçta doktorlara dönük bir hıncın iktidar tarafından beslenen bir ateş olduğu izlenimi yaygınken şimdi tersine doktor kahramanlarımız var. Bu kayganlık, konjonktürel yüceltme ve konjonktürel ötekileştirme aslında her şeyde kurala dönüyor. Asker en rezil düşman ve en büyük dost peş peşe olabiliyor, doktor da öyle. Doktorlara camlardan alkış nedense Gezi günlerine değil de daha geriye, camlardan Susurluk protestolarına götürdü beni. 1990’lara. CHP de 2015’te, “Milletçe Alkışlıyoruz” sloganlı bir seçim kampanyası yapmıştı. Duvarlara stensıllarla alkışlayan eller çizilmişti. Orada alkışlamak istihza içeriyordu. Eleştiri amaçlıydı. Susurluk’taki tencere tava gürültüsü de öyle, Gezi’de de camlarda alkış isyandı. Buradaki, doktorlar için her akşam saat 9’da yapılan, destek ve övgü amaçlı, eleştiri veya istihza içermiyor. Muhalif cephe tarafından (aslında gerçekten de doktorlara sahip çıkmak ve doktor karşıtı uygulamalara karşı çıkmak için) başlatılıp iktidarca rekupere girişimine maruz kalan bir protesto jesti aslında. Ama şimdi, giderek, hayatta kalmayı, hayatta tutmayı ve hayatı tutmayı desteklemeye dönük, kimden geldiği kime hizmet ettiği önemsizleşmiş bir eylem gibi. O yüzden coşkusu dalgalı. Anlamı zamanla oturmaya açık… (Bkz. MEŞRU KAPATMA ve ZAMANSIZLIK)

VİRTÜELLİK

Koronavirüs karantinasının tüm dünyada yaşattığı eşzamanlı yalnızlık duygusu, birbirimizle güçlü bağ hissinin bir yanında da internet duruyor. İnternet ütopik başladı, distopik devam etti, deniyor. Ama belki de ütopik ve distopik olanı birlikte yürütüyordur. Günümüzde biriyle eposta üzerinden tanıştırıldığınızda ‘“e-tanışma da olsa tanıştığımıza memnun oldum’ demeyin artık’” diyordu okuduğum bir dijital dünyaya öğüt metni. Çünkü, e-tanışma tanışmadır. (Bkz. YUVADA KALDI ve MESAFE)

YALNIZLIK

2020’de, teçhizatımla hızlı hızlı bir gece yarısı fırladığım sokakta yürürken hissettiğim ilk şey yalnız olduğum. Ama hissettiğim ikinci şey de ışıklarını gördüğüm, görmediğim tüm noktalardaki tüm insanların benimle bu yalnızlığı bildiğim, bilmediğim dillerde paylaştığı. Evde oturmuş birinden haber almaya çalışıyorum. Müzik dinliyorum. Kasetten veya plaktan değil, internetten. İnternet dışarlıklı bir şey gibi değil, bedenimizin bir uzvu gibi. Bir duyu organı. Koronavirüsten sakınmamız gerektiğini, tedbirlere uymamız gerektiğini bize anlatan ve biraz da doğru davranmamızı garantiye almak için korkutmaya çalışan pek çok mesajda koronavirüs yüzünden ölürsek cenazemize kimsenin gelemeyeceği, bir ceset torbasıyla (hani rengi de berbat olan) kimseler olmadan gömüleceğimiz söyleniyor. Yapayalnız ölmemek için biraz yalnızlığa katlanın! Bunda hiçbiriniz yalnız değilsiniz. Bunda hepimiz, bu kez kelimenin tam anlamıyla, aynı geminin içindeyiz. Nuh’un en büyük gemisi kendi OHAL’lerini değil kendi dayanışmalarını ilan etmiş yalnızlarla dolu. (Bkz. ÇOK FAZLA ACI ve KAZANILMIŞ BİR KUPA YOK)

YANGIN SENSİN

Sokakta gezerken, özellikle eczaneye girdiğinde, güvenlik şeridi olay yerinin hangi taraf olduğu net değilse de çekilmiş, eczacı kalfalarının elleri eldivenli, yüzleri maskeli, sen ödemeni yaptıktan sonra POS cihazını dezenfekte ediyorlar ânında ve kendinde birilerine yardım etmeye çalışan, bir felakette kurtarıcı rolünü almaya çalışan birinin tonunu hafif hisseder gibi oluyorsun. Yalayıp geçiyor. Hani sanki yangına kova kova, elden ele, Gezi’deki elden ele zincirleri gibi, su taşıyan, barikata tuğla taşıyan biri gibi. Ancak derken şunu fark ediyorsun, iyi de belki o anda eczanedeki yangın sensin, tuğlalarla korunmaya çalıştığımız kolluk kuvveti belki sensin, virüsü yayan sen olabilirsin! Sen yangını söndürmeye çalışırken birileri de adım attığın her yere su döküyor. (Bkz. MESAFE ve ZİYARET SEBEBİNİZ)

YUVADA KALDI

Herkes için bir şey yapmak olarak hiçbir şey yapmamak – Marina Abramovic’in Artist is Present performansına zamanla evrilecek kıpırdamadan iki insanın karşılıklı uzun süre oturması performansını hatırlatıyor. Sanatçıların Bulduğu Altın (Gold Found by the Artists) koymuşlardı Ulay ile bu performanslarının adını. Avustralya’nın iç kesimlerinde Aborjinler’in yanında geçirdikleri aylardan sonra oluşturdukları bu performansın ana mottosu “hiçbir şey yapma, hiçbir şey yeme, hiçbir şey konuşma” idi. (Bkz. SERT ÇARESİZLİK ve ZİYARET SEBEBİNİZ).

ZAMANSIZLIK

COVID-19 hissi bazen öyle yatay ki zamansızlık da doğuruyor. 500 yıl önce vebadan korkan bir köydeyiz de hepimiz. 300 yıl sonra, yaşam sürdüğü sürece yaşamın sahip olacağı incinebilirliklerin yeni formlarına maruz kalabilecek kuşakları dahi el eriminde hissediyoruz. Bir başka yataylık hissi de Gezi Kütüphanesi’nin kimbilir kaç kişiye verdiği kitap değiş tokuşuna dayanan organik bağ duygusuydu. Gezi Kütüphanesi’nde toplam kaç yüz bin kitabın el değiştirdiğini bilmiyoruz, belki de milyonla ölçmek gerekir, ama o kitapların her birinin hâlâ insanları birbirine bağlamayı ve bir nevi bir bedende bir seviyede tuttuğunu, belki biraz romantizmle, söylemek mümkün. İşte orada, Gezi Kütüphanesi’nde Edward Marriott’ın Veba (Plague: A Story of Science, Rivalry, and the Scourge That Won’t Go Away [New York: Metropolitan Books, 2003]) kitabını almışım. Yedi yıl da hiç okunmadan ama Gezi’yi hatırlatmayı sürdürerek beklemiş. Şimdi açıyorum sayfalarını. Bir alıntı ile açılıyor. René Dubos: “İnsanın kaderi bir kumar olarak kalmaya mahkûm, çünkü öngörülemez bir zaman sonra ve önden bilinemeyecek bir şekilde, doğa bir kez daha vuracak.” (Bkz. SUSURLUK’A İNDİM ve KARANTİNAMIZDA MANGAL YAKTILAR)

ZİYARET SEBEBİNİZ

Filozofun çok da gönülleri fethetmiş görünmeyen sorusu şu: Kimseyi kucaklamayacaksam, kimseyle el sıkışmayacak, güvenle yan yana sohbet etmeyeceksem insan ömrünü ne için uzatmaya çalışıyorum? Sırf yaşamak için, salt yaşamayı sürdürmek için hayatta kalmaya çalışmak doğru mudur, çabalamak için gerekçemiz nedir? Herkes bunu sormayabilir ama filozofa neden sordun da denemez. Ama bu sorunun şu anki kadere karşı özgürlük mücadelesinin önüne geçmesini de filozof herhalde beklememelidir. (Bkz. SERT ÇARESİZLİK ve VİRTÜELLİK)


1 Bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/03/14/dusunurlerin-covid-19la-imtihani/

2 Bkz. https://www.journal-psychoanalysis.eu/coronavirus-and-philosophers