Korona Salgını ve Yarınsızlık: Bir Kaygı Toplumu Olarak Türkiye

“Coğrafya kaderdir,” lafı ne kastettiği üzerine pek düşünülmese de Türkiye'de çok sevilir. Bu sevginin altında sözün düz anlamının biraz kaçınılmazlığı anımsatması ve biraz da kendi isteğimiz dışında bu kaderin parçası olduğumuzu ima etmesi yatıyor sanırım. Korona salgını (Covid-19) döneminde kaçınılmazlığı ve kaderi hatırlatacak daha çok neden olduğundan olsa gerek bu sözü daha sık duyar olduk. Oysa İbn-i Haldun, kuramını tarihin kaçınılmazlıkları üzerine kurmaz. Aksine tarihin gelişimini, siyasal topluluğun örgütlenişinin coğrafyayla ilişkisi etrafında şekillenen kuvvetli eğilimlere demirler. Elbet tüm insanlığı etkisi altına alan günümüzdeki gibi salgınların bazen ne yaparsak yapalım kader olduğunu düşünebiliriz; fakat doğayla kurduğumuz hangi yanlış ilişkilerin bizi buraya getirdiğini haklı olarak vurgulayan pek çok yazara katılmıyor olmamız veya geleceğimize hükmedenlerin iktidarlarını bir zorunluluk gibi sunmaları şu gerçeği değiştirmez: coğrafya kader değildir. İnsanlar coğrafyayı siyaset ile kader haline getirirler ve kendilerine onun içerisinde hayatlarına hükmeden bir yönetim dokurlar. Tıpkı uzun zamandır bizlerin bu topraklarda yaptığı ve aylar öncesinden geldiği açık olan bir salgını devlet yetkililerinin görmezden gelmesi gibi. Oysa ne bu yönetim ne de salgından dolayı yaşanan ölümler bu memleketin yoksullarının ve yurttaşlarının kaderi. Birileri, her zamanki gibi güç, yıkım ve zenginleşme üzerine kurulu ikbalini tüm toplumun kaderi haline getirmek için çabalıyor olabilir, ama onlar için kader olan, bizlerin içerisinde ölüme koştuğu bir coğrafya olmak zorunda değil.

Peki neden bu olan biteni bir kader olarak yaşıyoruz? Bizleri bu kaderin eyleyicileri değil de seyircileri haline getiren süreçler hangileri? Bu coğrafyaya aynı bildik kaderi tekrar tekrar yaşatma maharetini gösteren aktörler bunu nasıl başarıyorlar? Daha doğrusu, bu siyasal gücü nereden ve kimden alıyorlar? Bu soruların yanıtının önemli bir kısmı, Türkiye’nin muktedirler tarafından krizler içerisinde çırpınan bir kaygı toplumu olarak inşasıyla ilişkili. Kriz ve ona eşlik eden kaygının kurumsallaştırılması Türkiye’de uzun zamandır yerleşikleşmiş bir yönetim stratejisinin parçası. Bu stratejinin siyasal ve ekonomik dayanaklarını iyi anlamak gerekiyor; çünkü ancak bu dayanakları kavradığımız takdirde kaygıya dayalı genelleşen bir davranış örüntüsünün ve psikolojik yönelimin toplumda nasıl kolayca yerleştirildiğini de anlamak mümkün. Bu nedenle kaygıyı Türkiye toplumunun kaderi haline getiren, uzun süreli ekonomik, siyasal ve toplumsal süreçlere daha yakından bakmamız gerekiyor. Bu süreçlere baktığımızda göreceğimiz gibi, bu kaderin baş aktörleri, ülkenin tüm yurttaşlarını, ama en çok da yoksulları geleceksizleştiren ve güvencesizleştiren, sözün daha doğru bir ifadesiyle yarınsızlaştıran siyasal, ekonomik ve toplumsal süreçlerin sürekli kazananları durumunda. Bugün artık bu süreçlerin ve onların imtiyazlı muktedirlerinin karşımıza rastgele biçimde yaşama ve ölüme karar veren güçler olarak dikiliyor olması, onların uzun zamandır toplumun bir kesiminin yaşamına, onların yurttaş olup olmadığına ya da Hannah Arendt’in deyişiyle “haklara sahip olma hakkı”na sahip olup olmadığına mütemadiyen karar verdikleri gerçeğini değiştirmiyor elbet. Fakat bugün durum artık her zamankinden başka tür bir yıkıcılık ve aciliyet arz ediyor.

Yoksulluk, Yarınsızlaştırma ve Gündelik Şiddet

Korona salgınının yavaş yavaş yayılmasıyla birlikte gündelik hayatımızı derinden etkileyen bir dönüşüme tanıklık ediyor ve bundan sonrasının ne olacağını da haklı olarak merak ediyoruz. Korona salgını, bazı politikalardan vazgeçmez ve onların alternatifini üretemezsek, geleceksiz ve güvencesizliği barındıran, tekinsizlikle yüklü bir bugüne hapsolmaktan menkul kaygı dolu bir yarınsızlık halinin, artık sadece yoksulların değil, kendini koruma araçlarından yoksun olan toplumun diğer kesimlerinin de geleceği olacağını gösteriyor. Yoksulları ise mevcut kaderlerine “terk edilmişliklerinin” gösterdiği gibi, süregelen yarınsızlıklarının daha da derinleşmesi bekliyor. Aslında Türkiye’nin yoksullarına ve emekçilerine uzun zamandır dayatılan, onların yaşamlarını ve geçimlerini gündelikleştirmek üzerine kurulu, tek derdi onları borçlandırarak minnet kapısının önünde kuyruğa dizmek olan ve temelde müesses nizamın milliyetçi ve İslâmcı ilkelerini ezber edindikleri ölçüde onları kıymetli gören düzen, yerini artık muktedirler gözünde hayatlarının “değersizliğini” sokağa adım attıkları ilk anda yoksulların yüzlerine vuran çok daha vahşisine bırakıyor.  

Halihazırda gündelik hayatın her ânında “yavan şiddet”le donanmış bu düzen, bu durumun onların kaçınılmaz kaderi olduğu gerçeğini bir kez de onların ağzından teyit ettirmek için, aksini beyan edeni işsiz, ekmeksiz ve geleceksiz bırakıyor. Kendilerine dayatılan bu kadere karşı yoksullar ve emekçiler, er ya da geç, sadece kendilerinin değil, tüm “yarınsızların yarını” olacak bir yanıt verecek elbet. Tüm modern düşünce tarihi onun üzerini örtmek üzerine kurulu olsa da sadece dünya tarihi değil, Türkiye tarihi de bakmasını ve görmesini bilene bu yanıtlarla dolu. İfade bulduğunda, birilerinde ya da bir siyasi partide bedenlendiğinde bu söz sadece mevcut durumu kendi iktidarını daha da yerleştirmek ve daha da zenginleşmek için bir fırsat olarak görenlere karşı değil, onun alternatifini toplumun siyasal ufkuna bir türlü yerleştiremeyen, biraz da kendi ikbali burada yattığından olsa gerek, Türkiye siyasetinin bildik devletçi kalıpları içerisinde debelenen muhalefete de yönelik olacak. Salgın ve onun yaratmakta olduğu ve de yaratacağı yıkımın büyüklüğü, tüm siyasi aktörler için bu muhasebenin yakın bir zamanda belirme ihtimalini daha da hızlandıracak gibi görünüyor.                  

Eksik ve yetersiz salgın karşıtı politikaların sonucu ortaya çıkan bu durum, memleketin yoksullarının belirsizlikle ne ilk ne de son karşılaşması. Şu anda deneyimlediğimiz koşullar, sadece yoksulların dünyasında hâkim olan ve yaşamlarını tehdit eden katmanlı belirsizliği şiddetlendirmekle kalmıyor, onun adaletsizliğini bir kez daha gözler önüne sererek, bu belirsizliğin sembolik şiddetini, ona maruz kalanların nezdinde daha da artırıyor. Hem bu yavanlaşmış gündelik şiddetin hem de özellikle son kırk yıl içinde amaçlı bir şekilde yoksulların hayatına zerk edilen bu belirsizliğin pek çok boyutu var. Yurttaşlık eksenli sosyal politika uygulamalarının reddedilmesi, yerellerde dayanışma örüntülerinin çökertilerek İslâmi cemaatlere alan açılması, yoksulların siyasal iktidar ve güç sahipleri karşısında muhtaçlaştırılması, çalışma hayatının güvensizleştirilmesi ve alternatif bir dünya tahayyülünün yoksulların gündelik hayatından çekilip çıkarılması, bu belirsizliği şiddetlendiren nedenlerden sadece birkaçı. Yoksulların dünyasında belirsizlik, insanın benliğinin bütünlüğünü ve çevresiyle kurduğu ilişkinin sürekliliğini doğrudan hedef alan “ontolojik bir güvensizliğin”, kasıtlı bir şekilde yoksullara dayatılmasından oluşuyor.[1] Yoksulları yönetilebilir ve sömürülebilir kılmak için, temelde insan haysiyetini yaralayarak baskı altına almaya çalışan, yaşamın sürdürülmesini, geçimin sağlanmasını ve insanın çevresiyle kurduğu ilişkilerin sürekliliğini güvencesizleştiren ve geleceksizleştiren ekonomik ve siyasal politikalar, bu “ontolojik güvensizliği” yoksulların gündelik hayatına ve benliğine perçinlemeyi amaçlıyor. Şimdi, salgın ve salgını yavaşlatmaya dönük politikaların eksik ve yetersiz uygulanması vasıtasıyla, doğrudan yaşamın tehdit altına girmesine ve bu “ontolojik güvensizliğin”, yoksulların dünyasında daha da derinleşirken, bir nevi yarınsızlaşmanın görece daha korunaklı olanları da içine çekmesine tanıklık ediyoruz. İşte bu yarınsızlaşma, beraberinde hepimizin yaşamını, hayat ile ölümün arasındaki kararın başkaları tarafında kolayca verilebileceği bir tür eşiğe konumlandırma tehlikesini de getiriyor. Aslında bu durum, bizler açısından yeni olmakla beraber, mevcut bazı uygulamaların farklı bir biçim içerisinde genelleşmesinden ibaret.

Korona salgını toplum içinde yerleşikleşmiş eşitsizlikleri daha da fazla gün yüzüne çıkardı. Virüsün zengin ülkelerde hızla yayılması ve özellikle de bu ülkelerde üst gelir grubu arasında yaygınlık göstermesi virüsün sınırları ortadan kaldıran etkisinin sonucu olarak yorumlandı. Oysa kısa sürede görüldüğü gibi, salgın sadece eski toplumsal sınırların teyidine ve görünürleşmesine değil, şiddet yüklü yeni eşiklerin ihdas edilmesine de yol açıyor. Hasta olma ihtimali yüksek olanlar ve olmayanlar, toplumun devamı için çalışmak zorunda olanlar ve olmayanlar, gözetim altında olması gerekenler ve gerekmeyenler gibi pek çok sınır, toplumsal aktörler ve onların eylemleri söz konusu olduğunda, bu aktörlerin yönetimi, gözetimi ve yaşamlarının güvenliği için iktidar tarafından devreye sokuluyor. Yoksullar açısından ise onları yarınsızlıkla yaşamaya mahkûm eden mevcut sınırların pekişmesi ve bu sınırların artık yaşam ile ölüm arasındaki ayrımı belirsizleştiren başka eşiklerle kesişmesiyle karşı karşıyayız.  

Türkiye’de yoksullar uzun süredir kendilerini sadece asgari geçimlerini sağlamak için çalışmaya, siyasal iktidara açıktan rıza vermeye ve olan bitene boyun eğmeye zorlayan kentsel, toplumsal ve idari eşiklerde ikamet etmeye zorlanıyorlar. Aradaki kazalar yüzünden hayal kırıklıklarıyla dolu olsa da müreffeh bir hayat idealine koşmak üzerine kurulu olan orta sınıf hayatının aksine, Türkiye yoksullarının gündelik hayatı, hayatta kalmak için onları biteviye çabalamaya iten, bitimsiz bir koridor gibi yapılanmış ve tek başarısı onları ve ailelerini sadece sonraki gün için hayatta tutmak olan yaşam ve geçim mücadelesiyle geçiyor. Bir anlamda, emekçilerin hayatını idame ettirme arzusunu sürekli tehdit altında olan ya da ekonomik ve siyasal olarak kolayca tehdit edilebilir bir zemine demirlemek vasıtasıyla, insanın en temel arzusu olan hayatta kalma arzusunu baştan teslim almayı ve bu arzuyu minimum geçim koşullarını sağlayacak olan siyasal iktidara itaate tahvil etmeyi hedefleyen politikalar, bu koridorun her köşe taşına sermaye ve devlet işbirliğiyle halihazırda itinayla işlenmiş durumda.[2]   

Şimdi hayatın kendisi ölüm ve yaşam arasında bir eşik, bir nevi koridor haline dönüşürken, kapının ardındaki ve iktidarın tepesindekilerin selameti için, yoksullar da siyasal iktidar tarafından kapının üstlerine kilitlenmesi vasıtasıyla, tüm çıplaklığıyla bu şiddet dolu koridora bir kez daha hapsediliyorlar. Şimdi bu kapının ne kadar süre yoksullar için kilitli kalacağını belirleyecek olan en temel etken, yoksulların bu süreçte hem siyasal iktidarla hem de muhalif yapılarla kurduğu ilişkinin, bu gerçekten sonra ne yönde değişeceğidir. Erdoğan ve müttefikleri bu gerçeğin çok iyi farkında olduğundan, yoksulların önüne güvenebilecekleri tek alternatif olarak, her zamanki gibi kendini sunmaya çabalıyor. Bu yolda kitle seferberliği yaratmak ve taraftar kitleleriyle kurmuş oldukları ve bir süredir erozyona uğrayan güven ilişkilerini yeniden tesis etmek için, sosyal yardım ve milliyetçi hamaset gibi bildik araçları vakit kaybetmeden devreye sokmuş durumdalar. Yaşanması kuvvetle muhtemel yıkımın boyutları gözetildiğinde, bu sefer bu araçların işe yarayacağından çok emin değilim. Fakat unutmamak gerekiyor ki bu sürecin nasıl ilerleyeceği, aynı zamanda yoksullara ve tüm yurttaşlara güven verecek bir alternatifin, dayanışmayı, adaleti ve özgürlüğü temel alan moral-entelektüel bir liderliğin bu yıkıcı alacakaranlık kuşağında filizlenmesiyle de ilişkili. Bu önderliğin ilk köşe taşı ise zaman kaybetmeden yaşamı savunmaktan, gerekli önlemlerin acilen alınmasını sağlamaktan ve yanlış politikalarla “yaşanmaya değer bir yaşamı” olmadığı yüzlerine vurulanların yanında saf tutmaktan geçiyor.

Son yirmi yılda memlekette olan bitenin yeni bir göstergesi olan korona salgını karşıtı politikanın tek amacı, minimum gerekliliklerin karşılanmasının dışında, temelde salgın tehlikesi altında olanları suçlu ve durumdan sorumlu haline getirmekten, meseleyi yeni rejimin işlediğinin göstergesi olarak sunmaktan ve bu yolda yapılan şovlardan ibaret. İktidar bloğu bu siyaseti şimdiye kadar başarıyla hayata geçirdi ve süreç ağırlaştıkça söz konusu stratejiyi daha da derinleştirecek gibi görünüyor. Ölüyorlar çünkü hastalar, ölüyorlar çünkü yaşlılar mesajı vermek üzerine kurulu, ölenlerin ısrarla sadece 60 yaş üstü ve kronik hastalığa sahip olanlar olarak vurgulanmasının, gecenin bir yarısı tamamen anlamsız iki günlük sokağa çıkma yasağı ilan etmenin ardında da bu var. Krizi, baskı üzerine kurulu rejimi pekiştirerek atlatmak için, AKP artık ezber edindiği tüm yönetim stratejilerini birbiri peşi sıra hayata geçiriyor: gerçekleri karartma, komplo teorilerini dolaşıma sokma, bilinmezlik karsısında yükselen kaygıyı ve korkuyu bildik düşmanlara yönelik öfkeye çevirmeye çalışma, kitle hareketliliği yaratmak için milliyetçi hamasete sarılma, çarklar dönsün diye emekçileri ateşin önüne atma, sorunu olduğundan önemsiz göstermeye çabalamak gibi. Aslında hepsi bir o kadar tanıdık ve bir o kadar da yavanlaşmış durumda. Reddettikleri ise çok açık: insanların can güvenliğini, sağlıklarını ve geçimlerini güvence altına almak için gerekli olan siyaseti uzmanlarla işbirliği içinde üretmek. Söylemeye gerek yok ama reddediyorlar, çünkü bu tür bir siyasetin şu anda mevcut iktidar bloğuna kazandıracağı hemen hiçbir şey yok. Sürecin gösterdiği gibi, bunun altından kalkacak ne sağlık sistemi ne bütçe ne de toplumsal beraberlik duygusu bırakmış durumdalar. O yüzden, temelde bugüne kadar muhafaza etmeyi başardıkları güven ilişkilerini elde tutmaya odaklanan bir siyasal strateji izliyorlar.   

Salgın, Kurumsallaşan Kaygı ve Güvensizlik

Bu tür büyük kriz anlarında insanlar gerek kaygıdan gerekse hayatta kalma çabasından, siyasal iktidara yönelik desteklerini elbette bir gecede çekmezler, tam aksine salgın gibi durumlar kısa vadede insanların siyasal iktidara duyduğu güvenin artmasına neden olur. İzlediği yanlış politikalar açık olmakla beraber Trump gibi liderlerin bile onay oranının artması bunun bir işareti aslında. Fakat salgının daha da ilerlemesi ve onun yıkıcı sonuçlarının ortaya çıkmasıyla birlikte bu durumun değişme olasılığı da güç kazanacak. Şu anda önemli olan, bu yıkıcı sonuçlar ortaya çıkmadan iktidarın gerekli adımları atmaya zorlanması. Salgın bize Türkiye’nin bundan sonra her krizinin bir rejim krizi olarak tecessüm edeceğini bir kez daha gösterdi. Bu nedenle, mesele doğru politikaların hayata geçirilmesini talep etmekten daha fazlasını içermek zorunda. Salgını yavaşlatabilmek ve insanların hayatını muhafaza edebilmek için, doğru kamu politikalarını hayata geçirecek kolektif bir akıl ve eylemin yanında, salgına karşı etkili bir politikayı yürütecek demokratik bir siyasal otoritenin ve bu otoritenin dayanacağı güven ilişkilerinin de vakit kaybetmeksizin toplumun tüm üyeleri arasında yeniden tesisi gerekiyor. AKP ise krizin bir rejim krizine dönüşümünün üzerini örtmek için, muhalefetin elindeki büyük şehir belediyelerine karşı yürüttüğü siyasetle de ortaya koyduğu gibi, durumu yoksullarla arasındaki kırılgan güven ilişkisini pekiştirmenin ve muhalif olarak addettiği herkese karşı da güvensizlik aşılamanın bir aracına dönüştürmeye çalışıyor. Bu tür bir araçsallaştırma ve durumu kendi otoriter hedeflerini gerçekleştirmek için operasyonelleştirme, yukarıda vurguladığım gibi arzuladıkları sonucu bu sefer vermeyebilir.  

Türkiye’de, aşırı yıpranmış güven ilişkileri açısından durumu daha kırılgan hale getiren, şiddetli bir ekonomik krizin kendini göstermeye başlamış olması, düşmanlık etrafında yaratılan kutuplaşmanın toplumda yarattığı yıpranma, muhalif seslerin zor yoluyla bastırılmasının sınırına gelinmesi gibi başka etkenler de var. Tüm bu etkenler topluma hâkim olan kaygıyı katmanlaştırarak yoğunlaştırıyor. Aslında kaygının bir yönetim aracı olarak kurumsallaşması için bizzat devlet tarafından uzun süredir mücadele veriliyor. Sadece kötü giden ekonomik krizden dolayı değil, ülkeyi krizlerle yönetme ve rejimi mevcut haliyle kurumsallaştırma stratejisinden dolayı da Türkiye bir kaygı ve kriz toplumuna dönüştürülmüş durumda. Kaygının kurumsallaştığı bu ortamda devlet ve lider, hayatın genel gidişatının istikrarını güvence altına alacak tek odak olarak mütemadiyen ileri sürüyor. Kaygının kurumsallaştırılmasının niyet edilen toplumsal sonuçlarından bir diğeri ise, toplum içinde yurttaşlığa, beraberliğe ve eşitliğe dayalı her tür güven ilişkisini aşındırmak, onun yerine de lider, siyasal iktidar, cemaatler ya da siyasal grup temelli, varlığı kendinden menkul olan, hiyerarşik ve sorgulanamayan ilişkilerini geçirmek. Sürekli pusuda bekleyen bir düşman korkusu üstüne inşa edilmiş bir siyasal topluluk fikri, “bizden” olmayana dair devamlı işlenen aşırı şüphe, içine doğduğu dünyanın kendisine düşman olduğu düşüncesiyle biçimlenmiş bir İslâmi ve milliyetçi kimlik, memleketimizde hem kaygının hem de güvensizliğin en önemli kültürel ve siyasal dayanakları arasında. Temel hedefleri de taşıyıcılarına “kendinden olmayana” yönelik güvensizlik ve kaygı yanında, güven ve istikrar sağlayıcı otoriter tek bir odağa “gönüllü itaat” aşılamak.  

Peki bireysel düzeyde bizleri harekete geçmeye sevk etse de hayatı paralize eden kaygının toplumu kurucu bir ruh hali düzeyine ulaşması, toplum olmak ve yurttaş-devlet ilişkilerinin biçimi açısından aslında bize ne ifade ediyor? Franz L. Neumann’ın “Kaygı ve Siyaset” isimli makalesi, bu sorunun yanıtını düşünmek için bizlere mükemmel bir başlangıç sunuyor.[3] Kaygının lider ile kitleler arasındaki özdeşleşmeyi güçlendirdiğini söylediği çalışmasında Neumann, Freud’un izinden giderek dışsal tehditlerden kaynaklı gerçek kaygı ile daha çok içsel kaynaklardan beslenen ve ego tarafında üretilen nevrotik kaygıyı ayrıştırıyor. Bu ayrım ilk bakışta fazla basit görünebilir; çünkü nevrotik-zulmedici kaygının kurumsallaşması, nesnesiyle arasındaki muğlak ilişkinin teşviki, bilinçsizce organize olmuş bir korku durumunu toplumun genelleşen bir ruh hali düzeyine getirme çabası ve gerçek kaygı ile nevrotik-zulmedici kaygı arasındaki ayrımı sürekli belirsizleştirme stratejisi üzerine kuruludur. Bu ikisinin buluştuğu ve iç içe geçtiği anlarda, özneye zulmeden, çok daha şiddetli, bir tür depresif ya da zulmedici kaygı durumunun ortaya çıkması da kaçınılmazdır. Neumann’a göre, liderle kitleler arasındaki özdeşleşme ve bireyin durumundan başkalarını sorumlu tutmasını sağlayan tarih görüşü de zulmedici kaygının vazgeçilmez parçasıdır. Kendi deyimiyle, “bu tarih görüşüyle birlikte, gerçek çıkarları kitleninkiyle özdeşleşmeyen lider ve onun kliğinin çıkarı için, savaş, yoksunluk, açlık, [salgın] ve anarşinin ürünü olan gerçek kaygı, nevrotik kaygıya dönüştürülür ve ego’nun bütünsel teslimi üzerine kurulu olan demagog liderle özdeşleşme aracılığıyla, bu kaygının üstesinden gelinir” (Neumann, 2017: 619).

Neumann’ın yerinde bir şekilde vurguladığı gibi, lider ile kitleler arasındaki özdeşleşmeyi garanti altına alan ve toplumu bir arada tutan bağ olarak kaygı, istikrarsız bir çimentodur ve tam da bu nedenle onun kurumsallaştırılması gerekir. Fakat kaygının kurumsallaştırılma seviyesi ile beraber, kitle, lider, ulus, devlet ya da parti için sürekli fedakârlık talep eden, bu yolda bireye suçluluk enjekte eden ve onun arzularını, bastırılmayı arzulama arzusu etrafında tahakküm altına alan reaksiyoner duyguların toplumdaki düzeyi ve etkinliği de artar. Nevrotik-zulmedici kaygının canlılığı, sürekli bir kitlesel hareketliliği teşvik eden reaksiyoner duygusal ve psikolojik etkenlere doğrudan dayalıdır. Bireyin kendini özdeşleştirdiği ulus, devlet, parti, lider gibi asli bir varlığın sürekli tehdit altında olduğu hissinden kaynaklı korku ve panik, bireyin kendisi tarafından kendisine eziyetinden doğan ve nedenleri dışa yansıtılan öfke ve bu yolda başına gelenlerin asli sorumlusu olarak gördüğü “düşmanın” cezalandırılmasından kaynaklı coşku gibi etkenler, bu reaksiyoner duygular arasında belirleyicidir. Devlete, millete, lidere, yüce ideallere çok fazla yer olan böyle bir kaygı kıskacında kendine yer bulamayan şey, güven, beraberlik, ortaklık, özgürlük, yurttaşlık, birey ve eşitliktir.    

Bir yönetim stratejisi olarak kaygıyı kurumsallaştırmanın bu topraklarda derin bir tarihi var. Yukarıda belirttiğim gibi Türkiye’de ulus ve devlet düşüncesi nevrotik-zulmedici bir kaygının diri tutulmasına, “ontolojik bir güvensizliğin” topluma empoze edilmesine, bu bağlamda devlet ya da onu sembolize eden odaklar ile bireyler arasındaki özdeşleşmeyi sekteye uğratacak alternatif güven ilişkilerinin şiddetle bertaraf edilmesine derinden bağlı. Kapitalizmin en vahşi biçimlerinden birinin Türkiye’de yaşanıyor olması bu kaygıya dayalı siyasal ilişkileri daha da derinleştirerek katmanlaştırıyor ayrıca. Bu kaygı odaklarına eşlik eden, gayrimüslimlere, Alevilere, Kürtlere, hâkim Türk-İslâm anlayışının dışına düşenlere yönelik zulümden beslenen, yürütülen aşırı devletçi ve milliyetçi propagandanın ve politikaların sonucu olarak toplum içinde giderek kökleşen ve devlet tarafından aile-devlet ittifakıyla etkileri kontrol altına alınmaya çalışılan bir toplumsal yabancılaşma da var. Bu toplumsal yabancılaşma, yerel bağları çözen kentleşme, yoksullaşma, dayanışma ilişkilerinin aşınması, düşmanlaştırma gibi başka süreçlerle de iç içe geçtikçe, toplumu oluşturan bireyler arasında güvensizliğin siyaseten yerleştirilmesini daha da güçlendiriyor. Fakat bireyler arasındaki bu güvensizliğin asli kurucusunun ve teşvik edicisinin devlet olduğunu göz ardı etmememiz lazım; çünkü ancak alternatif ve daha eşitlikçi güven ilişkileri çözüldüğü müddetçe devlet kendini bir güven ve istikrar odağı olarak kurabiliyor ve tehdit altında olan ümmet, millet, halk, parti, lider fikrini rahatça yerleştirebiliyor. Gündelik geçim ve yaşam koşullarıyla daha da şiddetlenen bitimsiz bir kaygı da bu sürecin en önemli çimentosu ve besleyicisi.  

Erdoğan ile müttefikleri, çok iyi farkında oldukları bu etkenler üzerinden, kendi taraftar kitlesi arasında karşı kampa dair güvensizliği aşılamayı uzun süredir temel hedef olarak gördü. Şimdi, tesis etmeye çalıştıkları güven ilişkilerini sarsan, propaganda aygıtlarıyla ürettikleri bu tahayyülün içindeki hayalî düşmandan daha kuvvetli, ekonomik, siyasal ve yaşamsal gerçeklerle karşı karşıyalar. Fakat yukarıda da belirttiğim gibi, bu denklemin işler tutulmasını sağlayan en önemli etken muhalefetin etkisizleştirilmesi ve güvenilemez bir aktör olarak toplumun nezdinde bir kez daha inşası. Bu güvenilmez kılma edimi, aynı zamanda düşmanlaştırmayı, karşıtını bir nevi insan olmaktan çıkarmayı, muhalif olanı bu ideolojiyi benimseyenin gözünde otomatlaştırmayı da barındırıyor. Kuşku yok ki bu tür bir siyasal bakış her şeyden önce onu içselleştiren özneyi tahrip ediyor. Yitirilen güven ve öznelliğin sadece AKP taraftarları değil, tüm toplum nezdinde komplo teorileriyle ikame edilmeye çalışılması bu bağlamda son derece anlaşılır. Bireyin çevresiyle kurduğu ilişkilerin tümüyle güvensizleştirilmesi üzerine kurulu bu çerçeve içerisinde komplo teorilerine tutunmak, temelde altta yatan kontrol arzusunun ifadesi ve bu teorileri içselleştirene, durumun anlaşılırlığına dair sahte bir somut açıklayıcı çerçeve sunuyor. Salgın dönemi, bu siyasal bakış açısının kırılganlığını muhtemelen daha da artıracak. AKP’nin, kendi siyasal grupları dışındaki herkesi tehdit olarak görmelerini sağlamak suretiyle öncelikle taraftarlarının yaşamlarını yoksullaştıran, memleketin yoksullarına da “yaşadığının hissetmeden yaşamak” için her gün ölümle yüzleşmeyi dayatan politikaları, artık her gün, sadece zor ve şiddetle genişletilebilecek nihai sınırlarına çarpıyor.  

Bu gerçekler ortadayken, giderek yayılan salgının, artan ölümlerin ve yaklaşan yıkımın şimdi bize kuvvetle söylediği tek bir gerçek var: boş lafları, iç çekişmeleri, bireysel tatminden başka bir şeyi hedeflemeyen ironiyi ve bu sürecin mağduru olan insanları suçlamayı bırakıp vakit kaybetmeden herkes için kapsamlı bir karantinayı olanaklı kılacak ve risk grubu öncelikli olmak üzere herkesin sağlığını ve geçimini güvence altına alacak önlemlerin hayata geçirilmesini bulunduğumuz her alanda savunmamız gerekiyor. Türkiye'yi bir kaygı ve kriz toplumuna çevirenler, bu gerçeği ifade edecek tüm kanalları her zaman olduğu gibi bastırmak istiyor olabilir. Fakat söz konusu olan sadece sevdiklerimizin değil, aynı kaderi, coğrafyayı, umudu ve kederi paylaştığımız binlerce insanın hayatı. Bu hayata şimdi hep birlikte ve her zamankinden daha kuvvetli biçimde sahip çıkmak zorundayız. Tüm zorlamalara rağmen mevcut iktidar bunu yapmaya yanaşmayacak, muhtemelen muhalefet de onun alternatifini memleketin siyasal ufkuna koymakta ve kendine çizilen sınırların dışına çıkmakta bir kez daha imtina edecek.  Kaygı yüklü hayatlarımıza hükmeden muktedirlere ve olan bitenin yıkıcılığına karşı öfkemizin gücünü daha adil bir gelecek için saklı tutalım. Sadece bizim kaderimizi değil, bu ülkenin kaderini de yıllardır adaletsizliğe uğrayanların ve daha da zenginleşmek için kolayca yaşamlarının değersizliğine hüküm verilenlerin içinde biriktirdiği bu öfke ile ne yapacağı belirleyecek diye düşünüyorum; çünkü Walter Benjamin’in belirttiği gibi, “ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız 'olağanüstü hal' istisna değil kuraldır” ve açlık, zulüm ve ölümün kader kılındığı bir coğrafyada, “gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir”.[4] Eşit ve özgürce yaşayacağımız ve yarınsızların yarını olacak bir cumhuriyet, işte bu öfkenin, “yaşanmaya değer bir yaşam”ın koşullarını vakit kaybetmeksizin herkes için oluşturmamız gerektiği gerçeği üzerine inşa edilmiş bir umutla buluştuğu yerde filizlenecek.     


[1] Kavram için bkz., R. D. Lang, Bölünmüş Benlik, çev. Ergün Akça, İstanbul: Pinhan Yayınları, 2012.

[2] Bu meseleyi Yoksulları Ne Yapmalı’da etraflıca ele aldım. Bkz. Zafer Yılmaz, Yoksulları Ne Yapmalı? Sosyal Sorunun Yönetimi, Belirsizliğin Keşfi ve Yarınsızlık, Ankara: Dipnot Yayınları, 2012.

[3] Bkz. Franz L. Neumann, “Anxiety and Politics”, tripleC, 15(2), 2017, s. 612-636.

[4] Bkz. Walter Benjamin, “Tarih Üzerine Tezler”, Son Bakışta Aşk, yayına hazırlayan: Nurdan Gürbilek, İstanbul: Metis, 2018.