Belarus: Silah Bir Diktatörün Elindeki Son Çare mi?

1994’ten beri Belarus devlet başkanı olan Aleksandr Lukaşenko, Sovyet devrinde bir kolektif çiftlik şefiydi ve başkanlık koltuğuna ilk oturduğunda vaadi, Sovyetler’in yıkılmasını izleyen kaosu bitirip, “istikrar”ı sağlamaktı. Sovyetler’in yıkılmasıyla bir bir devrilen vassal devletlerin aksine KGB tarzı kurumların post-Sovyetik dönemde Belarus’ta varlığını sürdürmesinden Lukaşenko rahatsızlık duymamıştı. İçeride bir polis devleti kurarken dışarıda Belarus’un Batı ile Rusya arasındaki kaygan konumunu bir koz ve manevra alanı olarak kullanıp, altı dönem üst üste başkan olmayı başardı. Bu başarısında, Rusya’nın da mali desteğiyle yürütülen ve en başta emeklileri korumayı hedef alan bir sosyal politika, devlete ait otuz civarında büyük sanayi işletmesinin yarattığı istihdam ve zaman zaman yumuşayan, aşırı bir şiddete dönüşmeyen otoriter uygulamalar vardı. İktidara karşı çıkmanın bedeli kamu sektörü, hatta özel sektörde işini kaybetmekti.

Belarus halkında elbette yönetime karşı bir memnuniyetsizlik vardı. 2010 seçim sonuçları açıklandığında kırk bin civarında Belarusyalı ilan edilen sonuçların şaibeli olduğu iddiasıyla başkent Minsk’te sokakta yürümüşler ve gösterileri takiben bütün rakip adaylar tutuklanmıştı. O zaman Avrupa Birliği birkaç yıldır devam eden Belarus ile olan işbirliği görüşmelerine son vermiş, Rusya ise bu eski SSCB parçasını yeniden ekonomik ve siyasal olarak entegre etme politikasını hızlandırmıştı. 2017’de Lukaşenko’nun yürürlüğe soktuğu “parazitlere karşı vergi”, yani yılda altı aydan daha az çalışanlara getirilen özel bir vergi, ülkenin bütün kentlerine hızla yayılan protesto gösterilerinin ardından geri çekilmişti. Yıllardır şaibeli ve usulsüz seçimlerle anılan Belarus’ta, 9 Ağustos’taki başkanlık seçimleri bardağı taşıran son damla oldu. Bundan önceki üç seçimde ilan edilen yüzde 80 ve daha üzeri oy oranı, gerçeği yansıtmasa da, gözlemciler seçimleri çok daha düşük bir oy oranı ile Lukaşenko’nun kazanmış olacağını genellikle kabul ediyorlardı. Ama bu sefer durum öyle değildi. Ülke çapında tanınmış bir “vlogger” olan kocası Sergei Tikhanovski’nin yarış dışı bırakılıp hapse atılmasından sonra hiçbir siyasi deneyimi olmayan, eski bir İngilizce öğretmeni ve tercüman olan ev kadını 37 yaşındaki Svetlana Tikhanovski’in adaylığı, en başta Lukaşenko’nun beklemediği bir şekilde gelişti. Lukaşenko, dışarıya Belarus’ta demokratik bir yarış olduğu izlenimi vermek için, Tikhanovski’yi zararsız bir aday olarak görmüş ve adaylığını engellememişti. Ama Svetlana Tikhanovski seçim kampanyasında beklenmedik bir ilgi gördü. Muhalefet güçlenebilmek için bir siyasi liderden ziyade bir sembole ihtiyaç duyuyordu ve Tikhanovski bu sembolik konuma oturmuştu. Tek vaadi demokrasi ve altı ay içinde yeniden temiz ve namuslu seçimlerdi.

Seçimlerde aday olmaya teşebbüs ettikleri için biri sonunda Rusya’ya kaçmak zorunda kalan, diğeri hapsedilen iki kişiyi temsilen, birinin karısı, diğerinin kampanya sorumlusu iki kadın da Svetlana Tikhanovski’nin yanında yer aldı. Bu kadın üçlüsü bir anda muhalefeti canlandırdı. Ülkedeki kesif baskı atmosferinin üstüne Covid-19’un binmesi ve Lukaşenko’nun votka, sıcak banyo ve traktörle salgını önlemek gibi uçuk kaçık önerileri dile getirip, salgının varlığını inkâr etmesi, bunun kasıtlı bir toplumsal psikoz yaratma stratejisi olduğunu iddia etmesiyle sinirleri iyice gerilen Belarus halkının Tikhanovski’ye yönelen desteğinin boyutları doğru hesaplanamadı. Rus siyasetbilimci Ekaterina Schulmann, bu hesap hatasını şöyle değerlendiriyor: “Yaşlanan otokrasilerde böyle kazalara rastlanır. Otokratlar muhtemel rakiplerini devre dışı bırakmak isterken gözlerini daima kendilerine benzeyen figürlere ve elitlere dikerler.”1 Lukaşenko’nun bir taşla iki kuş vurma hesabı beklenmedik bir toplumsal tepkiye toslamıştı.

9 Ağustos’taki seçimin ardından yapılan ilk tahminler Tikhanovski’nin oyunun yüzde 70 civarında olduğuna işaret ediyordu. Belarus Seçim Kurulu’nun açıkladığı nihai sonuca göre ise Lukaşenko oyların yüzde 80,8’ini alıp yeniden başkan olmuştu. Zaten seçim sırasında gözlemcilere her türlü zorluk çıkarılmıştı. Seçimde hile yapıldığı söylentisi hızla yayılırken, Belarus şehirlerinde başlayan protestolara sadece başkent Minsk’te iki yüz binden fazla gösterici katıldı. Hiçbir şey olmamış gibi, dördüncü kez aynı seçim sonucunun açıklanmasını Belarus halkı açıkça aşağılanmak olarak algılıyordu. Bu arada Belarus’un göstermelik seçimlerle yönetilen keyfî bir otokrasi olduğunu kanıtlayan bir olay yaşandı. Seçim sonuçlarına itiraz etmek için Seçim Kurulu’na giden Svetlana Tikhanovski önce Lukaşenko’ya bağlı güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındı, ardından bir video çekimiyle şu açıklamayı yapmaya zorlandı: “Sevgili Belaruslular ben Svetlana Tikhanovski, Belarus halkı seçimde tercihini yaptı… Artık sokaklara çıkmamanızı ve polise mukavemet etmemenizi rica ediyorum.” Hemen ardından Tikhanovski Litvanya’ya kaçtı ve Tikhanovski’nin seçim kampanyasında görev yapan birçok kişi sokaklara çıkan altı bin göstericiyle birlikte tutuklandı. Bu da toplumsal tepkinin daha da kabarmasına yol açtı. Sadece “Git” ve “Yeter” sloganlarının atıldığı gösteriler, hiçbir şiddet ve taşkınlığa yer vermeyen bir haysiyet ayaklanmasına dönüştü. Tikhanavoski Litvanya’dan kendinin seçildiğini ilan ederken, Belarus’ta kalan kadın üçlüsünün üçüncü ayağı Maria Kolesnikova, birçok işyerinde başlayan grevleri veya toplanan forumları ziyaret edip, direniş çağrısında bulunmaya başladı. İşçilerin talepleri ise seçimlerin yeniden yapılması ve siyasal tutukluların serbest bırakılması.

9 Ağustos’taki seçim öncesinde Belarus’taki 33 Rusya vatandaşı seçimleri sabote etmeye hazırlandıkları gerekçesiyle tutuklanmıştı. Seçimden önce Lukaşenko esas olarak Rusya’dan şüpheleniyordu. Kremlin ile Minsk’in arası bir süredir limoni idi. Seçim sonuçlarının ardından protesto eylemlerinin bir iki gün devam edip sönümleneceğini bekleyen Lukaşenko, gidişat beklediği gibi olmayınca yüzünü bu kez Putin’e döndü. Putin de, Belarus’taki gösterilerin etkinliği ve yaygınlığı karşısında Rusya’nın “şimdilik ihtiyaç duymasa da gerektiğinde Belarus’a asker gönderebileceğini” açıkladı. Rusya’nın bu tavrı Litvanya’ya geçtikten hemen sonra seçim sonuçlarının tanınmaması için çağrı yapan Tikhanovski’nin Batı kamuoyunda yarattığı etkiye karşı bir önlemdi. Ardından Rus dışişleri bakanı Sergey Lavrov, Belarus’a yabancı güçlerin olası müdahalesi karşısında Rusya’nın teyakkuzda olduğunu açıkladı ve Rusya Federal Güvenlik Servisi (FSB) Başkanı Aleksandr Bortnikov’un protestolar sürerken Minsk’te olduğu ortaya çıktı. Lukaşenko da göstericilerin arkasında Batılı güçler ve NATO’nun olduğunu, ABD’den para aldıklarını iddia etmeye başladı. Diğer taraftan muhalefetin kurduğu “koordinasyon komitesi” üyeleri hakkında savcılık soruşturma başlattı.

Belarus’ta göstericiler tutuklanıp internet yasaklarına rağmen şiddet ve işkence görüntüleri yayılırken, 2014’te Ukrayna ve Kırım’da olanların bir tekrarının Belarus’ta da yaşanma ihtimali konuşuluyor. Putin’in Belarusya’ya doğrudan bir askeri müdahale yapması ihtimali şimdilik zayıf. Belarusya’da durum Ukrayna ve Kırım’dan farklı. Halk AB’ye üyelik veya Rusya’ya ilhak diye ikiye ayrılmış değil. Putin’in eski SSCB’nin üç Slav ülkesini birleştirme hayali Belarusya’da ciddi bir yankı uyandırmıyor ama ülkenin Rusya’ya olan iktisadi bağımlılığının da herkes farkında. Petrol ve gaz fiyatlarının büyük düşüşünün ardından mali sıkıntı içinde olan Rusya için, askerî müdahalenin hem Belarusya’da hem Batı dünyasında yaratacağı tepkilerin bedeli yüksek olabilir. Bu nedenle Putin’in, bir yandan Lukaşenko’nun düşüşünü geciktirerek muhalefetin birliğinin bozulmasını ve bu arada Batı devletleriyle Belarusya’nın arasının açılmasını beklemesi, diğer yandan devlet televizyonundaki greve katılan gazetecilerin yerine Rusya’dan gazeteci yollaması gibi girişimlerle rejime dolaylı bir destek vermesi, gösterilerin devamı durumunda da, Lukaşenko sonrası geçiş döneminde Rusya’yla uyumlu birinin seçilmesine ihtimam göstermesi ihtimali daha güçlü. Şimdilik, büyük ölçüde kendiliğinden gelişen bu toplumsal hareketin yorulması, bıkkınlığın ve endişenin egemen olmaya başlamasını Rusya bekliyor.

AB, 2010’da olduğu gibi yeniden yaptırımları gündeme getirip (yaptırımlar 2016’da kaldırılmıştı!), diğer yandan Putin’le diyalog içinde işin çözülmesini umuyor. Lukaşenko ise, Moskova ve Çin’in kendisine ılımlı da olsa destek vermelerini takiben, büyük devlet fabrikalarını dolaşmaya başlayarak, yitirdiği işçi desteğini yeniden kazanmaya uğraşıyor. Kendisine “git” diye haykıran işçileri, “yeniden seçim yapmak için beni öldürmek lazım” diye tehdit edip, ardından “anayasa değişikliği yapalım, sonra seçim yaparız” diyerek zaman kazanmaya çalışıyor.

Lukaşenko, iktidarını kaybetmemek için, OMON ve benzeri güvenlik güçlerine arkasını dayayarak, Putin’in elinde bir kukla olmaya doğru hızla giderken, Batı tarzı demokrasi namına kalan kırıntıları da yok etmek için elindeki polis devletini sonuna kadar kullanmaya kararlı görünüyor. Buna karşılık, genellikle bu tür rejimleri ayakta tutan korku duvarı yıkılmışa benziyor. Belarusya’da bu, hapishaneye, akıl hastanesine veya çalışma kampına yollanmak, hatta cezaevine kapatılmaktan ziyade esas olarak işini kaybetme ve bir daha iş bulamama korkusu olarak tezahür ediyordu. Bu korku duvarının yıkılmasının yanında, yıllardır aynı kişiyi görmek ve dinlemekten kaynaklanan bir bıkkınlığın da “yeter artık, git” diye on binlerce insanın sokaklarda haykırmasına yol açtığı görülüyor. Bundan sonraki gelişmeler ne olursa olsun, Lukaşenko’nun partiyi kaybettiği söylenebilir.

Otokrasi ve baskı rejimleri Hong-Kong, Belarus derken, seçim sonuçlarını dahi tanımayan bir pervasızlıkla, yeni kaleler fethetmeye çalışıyor. Diğer yanda, bütün zorluklara rağmen demokrasi, özgürlük özlemlerini ve en önemlisi kendilerini aşağılayan diktatörlere, otokratlara karşı yurttaş haysiyetini dile getiren toplumsal hareketler, en beklenmedik yerde ve zamanda ortaya çıkıp, gücünü kaçınılmaz olduğu algısından alan bu gidişatı alt üst edebiliyor.

Bu yazıyı yayımlamaya hazırlandığımız saatlerde, seçimin üzerinden iki hafta geçmesine rağmen, 23 Ağustos Pazar günü Belarusya’nın başkenti Minsk’te, SSCB’den ayrılıp, bağımsızlığın kazanılması için 1990’da yapılan büyük yürüyüşler kadar ve belki daha büyük bir kalabalık başkanlık sarayının etrafını kuşatmış ve her türlü provokasyonu önleyerek, bir bayram havasında Lukaşenko’nun gitmesini talep ediyordu. Lukaşenko ise, göstericileri helikopterle havadan uzun süre izledikten sonra, başkanlık sarayına çelik zırh ve elinde kısa namlulu kalaşnikofla inerken, yanında onun gibi silahlı ve başında miğferle 15 yaşındaki oğlu vardı. Başkanlık sarayını koruyan güvenlik güçlerine elinde kalaşnikofla destek ziyareti yaparken, göstericileri “fareler” olarak tanımlıyor ve bitmiş tükenmiş bir iktidarın son çırpınışlarını sergiliyordu. Lukaşenko, bundan sonra rejimin özel OMON güçleri, ordu birlikleri, hatta Rusya’nın askerî müdahalesiyle ayakta kalmayı başaracak bile olsa, Belarus halkı bir diktatörlüğün sakin ama kararlı halk kitlesi tarafından nasıl tarih sahnesinden silinebileceğini gösterdi…


1 The Guardian Haftalık, 14 Ağustos 2020, s. 24.