İsrail’in Gazze’ye saldırmasıyla birlikte, zaten her daim çekinik bir şekilde bir köşede duran Yahudi düşmanlığı bir kez daha hortlamış görünüyor. Dünyanın pek çok yerinde Yahudilere yönelik ırkçı, nefret saikiyle pek çok söylem ve eylemde bulunulduğunu görüp, okuyoruz. Zaten dünyada da oldukça yaygın bir fenomen olan bu düşmanlığın ve saldırganlığın, diğer ülkelere göre daha sıklıkla karşılaşılan bir durum olduğu da ortada. İsrail devletinin Gazze’ye saldırmasıyla birlikte, bol Hitler’li twitlerin atıldığını, bunları yazanlardan bazılarının milletvekili, gazeteci, köşe yazarı vs. olduğunu anımsatalım, Yahudilerin zaten soykırıma uğramayı hak etmiş olduklarını söylemeye varana değin, insanın mide tiksinti eşiğini epey zorlayan bol miktarda malzeme gördük. Peki ama neden Türkiye’de ırkçılık, özelinde de daha yoğun olan Yahudilere yönelik ırkçı saldırganlık bu denli yaygın? Doğrusu bunun yanıtını bir çırpıda verebilmek oldukça zor, birçok nedeni olan, oldukça çetrefilli bir mesele bu.
İlk olarak, milliyetçilik sıçrama tahtasından yükselen bu ırkçılığın nasıl yaygınlaştığını anlamak için, meselenin kökenlerine bakmak gerekir. Bunun için de Milli Eğitim Bakanlığı’nda temsil edilen eğitim sistemi incelenmelidir. Elbette ki ırkçılık ve milliyetçilik, sadece bu tornadan çıkmaz, ancak bu ‘torna’nın merkezî ve şekillendirici bir rolü vardır. Zira milliyetçilik ve ırkçılık, çocukluktan itibaren, medya araçlarının da bu ‘zehri’ zerk etmesiyle, doğallaştırılan, hatta öyle ki milliyetçi/ırkçı olmayanların ‘anormal’leşmesine yol açan bir ideoloji! Türk ırkının diğer ırklardan üstün olduğu ‘fikri’nin, Milli Eğitim tornasından geçenlerin şaşmaz bir doğru olarak bellediği, egemen bir ilke olma durumunun bugün de çok farklı olmadığını söyleyebiliriz. Esasen Nazilerin yükseldiği bir dönemde biçimlenmiş olan bu sistemin ‘eğitim’ tahayyülü, genç cumhuriyetin ilk yıllarında da Yahudilere yönelik sistematik saldırılara ya göz yumulmasını ya da zımnen desteklenmesini icap ettirmiştir[1].
‘Bir anda’ nasıl bu kadar yükseldi diye (şaşırmamamız gerektiği halde) şaşırdığımız bu antisemitik hava, aslında düşünsel bir sürekliliğe işaret ediyor, böyle kitlesel karşılık bulan bir durumun, bir anda oluşması elbette ki mümkün değil. Ayhan Aktar’ın kitabındaki kronoloji takip edilirse, Yahudiler (tam da Nazilerin iktidara geldiği ilk yıllarda, 1934’te, tesadüfün böylesi!), ilk olarak Çanakkale’de, sistematik bir biçimde, önce tacize,sonra da fiziki saldırılara uğrarken, konuyla ilgili Türkiye basınında herhangi bir haberin yer almadığı, yetkili makamlardaki insanların konuyla ilgilenmedikleri görülür. Devam eden yıllarda, Nazi iktidarıyla karşılıklı ekonomik anlaşmaların yapıldığını, daimi bir müzakere halinde olunduğunu[2], dönemin bazı isimlerinin pekala ‘Naziperver’ olduğu da (Cevat Atilhan’ın timsali olduğu[3]) bilinir.
20.yüzyıl başında iyice palazlanan milliyetçilik, erken dönem cumhuriyetin milliyetçi-ırkçı pratikleriyle birlikte, Ermeni,Rum ve Yahudilere yönelik saldırganlığı körüklemiş, devraldığı mirasın iyi bir vârisi olmuştu…
Resmi ideolojinin hali pür melali genel olarak buydu. Resmî ideolojiden bir miktar farklılaşmakla, hatta ona ‘eleştirel’ bir bakışla yaklaşmakta olan bir başka siyasal hareket, ‘60’lı yılların ortasından itibaren Necip Fazıl Kısakürek’in şahsında tecessüm olan bir başka türlü Yahudi düşmanlığının da yükseldiği ana kanal olmuştur...Bu tarz-ı düşmanlığın da seyri, her türlü kötülüğün arkasında “Yahudi parmağı” olduğuna dair fikri izleyerek, Yahudi kimliğini patolojik bir takıntı seviyesine varacak raddede heyulalaştırmak olmuştur[4]. Bu fikri tıkanıklık ve hafiflik durumu, 2000’li yılların Türkiye’sinde de devam ediyor. Komplo teorilerinin adeta ‘milli spor’ olduğu bir toplumda, o sporun şaşmaz karakterlerinden ve en has elemanlarından biri de elbette “Yahudi”dir! Bunun rahatlatıcı bir yanı da vardır elbette, bütün sorunları bu tarz ile rahatlıkla ‘çözmek’ mümkün görünüyor![5]
İlk olarak, milliyetçilik sıçrama tahtasından yükselen bu ırkçılığın nasıl yaygınlaştığını anlamak için, meselenin kökenlerine bakmak gerekir. Bunun için de Milli Eğitim Bakanlığı’nda temsil edilen eğitim sistemi incelenmelidir. Elbette ki ırkçılık ve milliyetçilik, sadece bu tornadan çıkmaz, ancak bu ‘torna’nın merkezî ve şekillendirici bir rolü vardır. Zira milliyetçilik ve ırkçılık, çocukluktan itibaren, medya araçlarının da bu ‘zehri’ zerk etmesiyle, doğallaştırılan, hatta öyle ki milliyetçi/ırkçı olmayanların ‘anormal’leşmesine yol açan bir ideoloji! Türk ırkının diğer ırklardan üstün olduğu ‘fikri’nin, Milli Eğitim tornasından geçenlerin şaşmaz bir doğru olarak bellediği, egemen bir ilke olma durumunun bugün de çok farklı olmadığını söyleyebiliriz. Esasen Nazilerin yükseldiği bir dönemde biçimlenmiş olan bu sistemin ‘eğitim’ tahayyülü, genç cumhuriyetin ilk yıllarında da Yahudilere yönelik sistematik saldırılara ya göz yumulmasını ya da zımnen desteklenmesini icap ettirmiştir[1].
‘Bir anda’ nasıl bu kadar yükseldi diye (şaşırmamamız gerektiği halde) şaşırdığımız bu antisemitik hava, aslında düşünsel bir sürekliliğe işaret ediyor, böyle kitlesel karşılık bulan bir durumun, bir anda oluşması elbette ki mümkün değil. Ayhan Aktar’ın kitabındaki kronoloji takip edilirse, Yahudiler (tam da Nazilerin iktidara geldiği ilk yıllarda, 1934’te, tesadüfün böylesi!), ilk olarak Çanakkale’de, sistematik bir biçimde, önce tacize,sonra da fiziki saldırılara uğrarken, konuyla ilgili Türkiye basınında herhangi bir haberin yer almadığı, yetkili makamlardaki insanların konuyla ilgilenmedikleri görülür. Devam eden yıllarda, Nazi iktidarıyla karşılıklı ekonomik anlaşmaların yapıldığını, daimi bir müzakere halinde olunduğunu[2], dönemin bazı isimlerinin pekala ‘Naziperver’ olduğu da (Cevat Atilhan’ın timsali olduğu[3]) bilinir.
20.yüzyıl başında iyice palazlanan milliyetçilik, erken dönem cumhuriyetin milliyetçi-ırkçı pratikleriyle birlikte, Ermeni,Rum ve Yahudilere yönelik saldırganlığı körüklemiş, devraldığı mirasın iyi bir vârisi olmuştu…
Resmi ideolojinin hali pür melali genel olarak buydu. Resmî ideolojiden bir miktar farklılaşmakla, hatta ona ‘eleştirel’ bir bakışla yaklaşmakta olan bir başka siyasal hareket, ‘60’lı yılların ortasından itibaren Necip Fazıl Kısakürek’in şahsında tecessüm olan bir başka türlü Yahudi düşmanlığının da yükseldiği ana kanal olmuştur...Bu tarz-ı düşmanlığın da seyri, her türlü kötülüğün arkasında “Yahudi parmağı” olduğuna dair fikri izleyerek, Yahudi kimliğini patolojik bir takıntı seviyesine varacak raddede heyulalaştırmak olmuştur[4]. Bu fikri tıkanıklık ve hafiflik durumu, 2000’li yılların Türkiye’sinde de devam ediyor. Komplo teorilerinin adeta ‘milli spor’ olduğu bir toplumda, o sporun şaşmaz karakterlerinden ve en has elemanlarından biri de elbette “Yahudi”dir! Bunun rahatlatıcı bir yanı da vardır elbette, bütün sorunları bu tarz ile rahatlıkla ‘çözmek’ mümkün görünüyor![5]
Biraz daha geriye gidilip, ‘90’lı yıllara bakıldığında da “kötü”nün imgesi değişmediği, kötü addedilen siyasi akımlara, antikomünist atmosferin baskın olduğu günlere özgü benzetmelerin atfedildiği görülür, yatmadan önce yataklarının altını kontrol ederek “Burada acaba komünist var mıdır?” korku kıvamında olan 1950’lerin Amerikasının sakinlerine nazire yaparcasına, Yahudiler ve Ermeniler adeta yatakların altında arınmıştır. Abdullah Öcalan’ın ne kadar kötü biri olduğunu vurgulamaya çalışan Meral Akşener (bugünün TBMM başkanvekili, milletvekili…) “Ermeni dölü” diyerek, aklınca hakaret ediyordu, Ermeni olmanın kendisi hakaretamiz bir durum oluyordu. Hatta öyle ki, milliyetçi-ırkçı hezeyanın varabileceği durumu iyi göstermesi açısından, 1994 yılında DYP Çanakkale milletvekili Süleyman Ayhan’ın, fırlatılan bir uydunun düşmesinin nedeni olarak Fener-Rum Patrikhanesinin sorumlu olabileceğini söylediğini de anımsamak yerinde olacaktır, yeryüzündeki bütün olan ve olacak olan bütün kötülüklerden “onlar” sorumlu olduğu gibi, atmosferin dışındaki kötülüklerden de onlar sorumludur elbette, her yerdeler!
Bugüne gelecek olursak, insanlığın gördüğü en fena katliamlardan birinin liderini “Seni Arıyoruz” diye yâd eden günlük gazetelerin, yeni bir Hitler gelmesini umutla bekleyen vekillerin olduğu bir toplumda, Türkiyeli Yahudilerle, İsrail devletinin politikaları arasında kurulan bağlantıların son derece normalmiş gibi bir muamele gördüğü bir ‘düşünsel’ iklimle karşı karşıyayız…
Kısa bir süre önce, Bilecik Üniversitesi Fizik bölümünde çalışan öğretim üyesi Ali İhsan Göker, Türkiye'deki yükselen antisemitizm üzerine yazı yazan Yahudi bir akademisyene yanıt yazarak, Treblinka kampını anımsatan, yakın bir zamanda onun da yerinin hazır olduğuna dair bir twit attı![6].
Treblinka kampı, bugünkü Polonya sınırları içinde kalan, 1 milyona yakın insanın orada katledildiği, Yahudi Soykırımı’nın simgelerinden olan bir toplama kampıdır. Yükselen ırkçılık ve soykırımın sembol mekanlarının hazırlandığını anımsatan bu insanlar, durumun vahametini göstermesi açısından önemli somut örneklerdir.
Treblinka kampı, bugünkü Polonya sınırları içinde kalan, 1 milyona yakın insanın orada katledildiği, Yahudi Soykırımı’nın simgelerinden olan bir toplama kampıdır. Yükselen ırkçılık ve soykırımın sembol mekanlarının hazırlandığını anımsatan bu insanlar, durumun vahametini göstermesi açısından önemli somut örneklerdir.
İsrail'in uluslararası toplumdaki görece meşruiyetinin nedenlerinden biri de, dünyanın dört bir yanında Yahudilerin maruz kaldığı ırkçılıktır, -bunun düzeyinin pek çok yerde, "toplama kamplarını anımsayın"lara kadar vardırıldığı da oradata- bir de tabii Yahudilere yönelik soykırımın yapıldığı günlerde, en hassas olması beklenen Vatikan’ın bile, soykırım suçu karşısında susması, hatta Batı’nın soykırımı öylece izlemiş olması da önemli bir etken (bu suskunluktan dolayı, ancak çok uzun yıllar sonra pişmanlık duyup, özür dilediler..).
Elias Canetti, ‘Kitle ve İktidar’ adlı kitabında, affetme, mağduriyet ve bunlar üzerinden inşa olan tahakküm arasında bir bağlantı saptar: “Eğer iktidar elde ederler ve zaman zaman bu iktidarı korumak için affetmek zoruna kalırlarsa, bu yalnızca gösteri olarak yapılır …”[7] İsrail’in de ne yazık ki bu argümana sık sık müracaat ettiğini görüyoruz. İsrailli sosyolog Moshe Zuckermann’ın, çarpıcı bir adlandırmayla buna “kendini kurbanlaştırma fetişizmi”[8] dediğini biliyoruz.
Durum böyle olunca, İsrail devletinin yöneticileri de bu durumu kendi politik güzergahları adına gayet 'iyi' değerlendiriyor, Zuckermann’dan da hareketle, adeta ‘mağduriyetin sefası’nı sürerek, yaptıklarını bu yolla gölgelemeye, saldırılarını meşru bir zemine çekmeye çalışıyorlar; fakat bu ikinci durumun kofluğunu ortaya koyup, onun önüne geçebilmenin yolu, birinci durumu ortadan kaldırmaktan geçiyor, zira bu ikisi birbirine göbeklerinden bağlı[9]. İsrail devletinin yaptığı katliamların, işlediği insanlık suçlarının cezalandırılabilmesi, uluslararası düzeyde tepki, yaptırım ve boykotlarla muhatap olabilmesi için, öncelikle ırkçı habisliği bir kenara bırakarak, ırkçı argümanlara bol ama’lı meşruiyet arama çabasına bir son vermek gerekiyor.Aksi bir durumda, bu birbirini besleyen çıkmaz döngü uzun bir süre daha devam edecektir... Kefelerin bir tarafında savaş çığırtkanlarının gazını almak adına da insafsızca saldıranlar, diğer tarafta ise ırkçılıkla bu saldırganlığı bastırabileceğini sananların arasındaki itiş kakışta, en büyük zararı yine Gazze’nin masum ve madun halkı görecektir. Bu tarzın devamı durumunda, mağduriyetin sefasını sürenler konvoyuna, döngüyü yeniden her bir kişi de katılmış olacaktır. Sonuç olarak, günümüzde gözü dönmüş bir savaş makinesine dönüşen İsrail devletini, Yahudilerin tamamını bir ve aynı olarak gören çarpık bir bakışla mahkûm etmek mümkün değildir, TelAviv’in göbeğinde[10], neo-Nazi çetelerine öykünen ırkçı gruplarla adeta boğuşmak, fiziki saldırılara da uğramak pahasına, İsrail’in savaş politikalarının karşısında duran, savaşın ve işgalin sonlandırılmasını talep eden[11] Yahudilerle hem dert olabilmek, milliyetçi-ırkçı paradigmanın aşılmasıyla mümkün olabilir ancak.
[1] Ayhan Aktar’ın ‘Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları’ (İletişim Yay.) kitabının içindeki (ss.71-101) 2.yazı olan ‘1934 Yahudi Olayları ve Türk Milliyetçiliği’ yazısı tam da bu konudaki, derli toplu iyi bir yazıdır.
[2] Cemil Koçak, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, İletişim Yayınları, 1.baskı 2009, ss. 329-332
[3] Tanıl Bora, Medeniyet Kaybı, Birikim Yayınları, 3.baskı 2007, s.98
[4] Roni Margulies’in 22.9.2010 tarihinde Taraf gazetesine yazdığı bir köşe yazısında bu durumun kısa bir örneğini görmek mümkün: http://www.taraf.com.tr/yazilar/roni-margulies/dunyayi-yahudi-guduyor/13070/
[5] Ümit Kıvanç, Birikim dergisinin Ekim 2004’te çıkan 186.sayısındaki yazısında bu konuyu ironik bir biçimde işler, bitmek bilmeyen düşman arayışını, gündelik dildeki pratikleriyle de örnekler, s.34.
Bu vesile ile, söz konusu sayının (“Anti-semitizm ve Siyonizm”) bugünlerde bir kez daha okunması çok önemli yazılar barındırdığını da beraber anımsamış olalım.
Bu vesile ile, söz konusu sayının (“Anti-semitizm ve Siyonizm”) bugünlerde bir kez daha okunması çok önemli yazılar barındırdığını da beraber anımsamış olalım.
[6] https://twitter.com/aihsan_goker/status/492312227085819904 “Treblinka will be ready soon. Constructing the railway to transport jews at the moment.” (“Treblinka yakın hazır olacak. Yahudileri taşımak için demir yolu inşa ediliyor şu an.”)
[7] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, s.301, Ayrıntı Yayınları, 4.basım 2010, Çev: Gülşat Aygen
[8] Moshe Zuckermann, ‘Anti-semitizm ve “anti-semitizm” ideolojisi’, Çev: Tanıl Bora Birikim dergisi Ekim 2004
[9] Zuckermann söz konusu yazısında şöyle der: “... siyonizmin sadece (belirli ölçüde) varlığını antisemitizme “borçlu” olmakla kalmayıp, belirli bir andan itibaren, antisemitizmin zaten başlamış bulunan tarihsel pratiğine ve bununla iç içe geçen antisemitik ideolojik üretime düpedüz muhtaç olduğu, reddedilemez.”
[10] 12 temmuz günü yapılan protestonun kaydı: http://www.youtube.com/watch?v=9DuKTI7caiA#! son erişim, 27.7.2014
[10] 12 temmuz günü yapılan protestonun kaydı: http://www.youtube.com/watch?v=9DuKTI7caiA#! son erişim, 27.7.2014
[11] Son olarak TelAviv’de 26 temmuz günü, 2 binden fazla kişinin katıldığı, savaşa, işgale, daha fazla ölümlere hayır çağrısının olduğu bir eylem yapıldı. Yaratılan antisemitik dalga, bu tarz sesleri de genellikle bastırıyor. http://972mag.com/no-more-deaths-israelis-protest-the-gaza-war/94380/