Siyasi Parti Programı Olarak Anayasa Kemirmek

Bir tür “ruh çağırma” seansı da olabilirdi tabii bu… Murat Sevinç öyle yazmış[1], anayasanın kendisi bir gündem olduğunda, yani siyasal ve toplumsal sorunları çözme kapasitesini yitirmiş ve hep el arttırarak daha fazlasını talep eden siyasal iktidar, bu sorunların çözümünü anayasaya havale ettiğinde, aslında görmemiz gereken şey iktidarın ne söylediğinden çok, gizliden gizliye itiraf ettiği şeydir: Bu sorunların, pek de o yazılı metinlerle ilgili olmadığı yani. Hem on dokuz yıldır siyasal iktidarı tek başında elinde bulunduran bir parti, bu anayasada 1987’den beri yapılan on dokuz değişikliğin on ikisini kendi yapmıştı ama nasılsa bu anayasa hep karşılarına engel olarak çıkmıştı.[2] Bunun, anayasadaki bir tür görünmeyen ruhla ilgisi olduğu açık, Murat Sevinç belki de bu yüzden buna “ruh çağırma” seansı diyordu ve bir seçenek olarak aslında onların anayasal gündemiyle ilgili konuşmamanın da mümkün olduğunu söylüyordu, bu da bir siyasal tercihti çünkü. O yüzden AKP’nin her defasında el yükselten anayasa hamlelerinin, belki zaten 2017’den sonra içeriğinden ve anayasal siyasetten soyutladıkları, o ilginç ve şekilsiz “anayasa” metninin ruhuyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Ömer Laçiner, bu ruhun bir stratejik hamle olarak şu şekilde açığa çıkabileceğine bir ihtimal olarak değinmişti üstelik:

Erdoğan’ın bu “el yükseltmesi” bir adım daha atmak yerine bir sıçrama yapmaya niyetli, hatta kararlı olduğu anlamına gelir. Amacı ve muhtemel gerekçelerini daha sonraya bırakarak şunu peşinen söyleyelim ki; geldiğimiz eşikte o “sıçrama” herhalde Anayasa metnine “Türkiye devletinin dini İslâm’dır” ibaresinin bir biçimde sokulması ile yapılabilir.[3]

Buna dair bir süredir Türkiye’de İslâm hukuku çalışmaları yapıldığını söylüyor Kemal Gözler. Söyledikleri, aktüel siyasetin ve iktidarın, nasıl anayasanın içini oyarak, onu küçük küçük öldürerek ilerlediğinin de kanıtı bir yandan, evet anayasayı bir kere dahi delerseniz bir şeyler olur… Çünkü anayasa, bir kısmını kopardığınızda kendini tamamlayabilen ve yenileyebilen bir metin değil, ruhu var diye tek başına nefes alabildiğini kim söyledi? Onu yaşatan şey, insan derisiyle kaplı… Bunu Tarık Zafer Tunaya söylüyordu, her anayasanın nefes almasını sağlayan şeyin, uzun ve derin hürriyet savaşları olduğunu, özgürlüğün ve o küçücük metindeki insan haklarının öyle pek de bedava olmadığını söylerken.[4]

Kemal Gözler’in Resmî Gazete’deki o küçük, milim milim okunan taramaları pek çok şey söylüyor aslında. Batı hukukunun İslâm hukukuyla değiştirilmesine yönelik bazı hazırlık çalışmaları yapıldığına dair örneklerinden biri, Türkiye’de hukuk fakültesinden çok ilahiyat fakültesi olması, doçent sayılarındaki oransızlık, ilahiyatçı hukuk doçentlerinin gelmesine yönelik birtakım hazırlık çalışmaları. Örneğin, hukuk doçentliği başvurularından, adayın doktora yaptığı alanın hukuk olması şartının kaldırıldığı, daha sonra 2018’de hukuk fakültesi mezunu olmasının dahi şart olarak aranmadığına ilişkin incelemeleri… Kronolojik olarak önce alanın, sonra fakültenin öneminin kalmamasının ardından ilahiyat fakültesi mezunlarının hukuk doçenti olmasını sağlamak için, hukuk temel alanının altında onlara uygun bir “bilim alanı”nın ihdas edilmesinden bahsediyor Kemal Gözler ve ilâhiyatçılar tarafından yapılacak başvuruları değerlendirecek doçentlik jürilerinin de ilâhiyatçılardan oluşturulmasına imkân verecek altyapının 2019’da oluşturulduğunu ve İslâm Hukuku alanının listeye eklendiğini söylüyor, ilahiyat fakültesi mezunu Hukuk Fakültesi dekanlarından örnekler vererek.[5]

Üstelik Boğaziçi Üniversitesi’ne Hukuk Fakültesi kurulması ile Boğaziçi protestolarını bir “din düşmanlığı/dine hakaret” alanına hapsetmeye çalışmak, birbiriyle o kadar da bağlantısız olmasa gerek… Ömer Laçiner, dinî “hassasiyetler”in mücavir alanından gelerek, kindarlık, haset gibi duyguların körüklendiği bir din adına seferberlik yaratılmasından bahsederken, aslında bu türden hamlelerle muhalefetin sıkıştırıldığı alana hapsolmasının sağlandığını da söylüyordu. Çünkü bu siyaset tarzında hiçbir şey tekil ve kendinden menkul adımlar değildi, sistematik bir yapının ve saldırının fragman halindeki parçalarını temsil ediyordu. Atanmış rektör tartışmalarının, “dinî hassasiyetlerimiz” haline getirilmesinde, o politikanın aklı olmadığını kim söyleyebilir ki? Kemal Gözler’in uyarıları, salt bunlardan ibaret değilken… Hepimiz müftülere medeni nikâh kıyabilme yetkisinin verilmesinden, Anayasa Mahkemesi’nin bunu anayasaya uygun görmesinden, Resmî Gazete’de yayımlanan faizsiz bankacılık ile ilgili düzenleyici işlemin hukuki referanslarının apaçık sayfalarca “Kur’an ayetleri” olmasına, oradan da Helal Gıda Sertifikasyonu Kurumu’nun kurulmasına, hatta bunun giyeceklere de teşmil edilmesini sağlamaya kadar türlü çeşitli minik minik adımlarla anayasal ilkelerin içinin oyulduğunu, ihlal edildiğini görüyorken… Tolga Şirin’in sorduğu o soruyu belki de enine boyuna düşüneceğimiz şey: “Türkiye, Laik mi?” Artık burada, bu soru salt yaşam pratikleri ya da orada, yani mahallede[6] yaşanan muhafazakârlıkla ilgili değil, bu soru artık teknik bir hukuk sorusu olarak da işlevsel. Laikliğin salt din-devlet ilişkileriyle ilgili kurumlaşmanın siyasi yapısı bakımından değil, aynı zamanda bir hukuki ve normatif ilke olarak ne kadar geçerli olduğunu da hesaba katarak sormak…

Öte yandan bu anayasa tartışmalarının, seçim hukuku ve sistemi tartışmalarından, kayyum politikalarının kendisinden, yani içinde olduğumuz anayasal krizin kronik hale getirilmesinden, kurumsallaştırılmasından bağımsız olduğunu söylemek mümkün mü? Aşkın temsili mümkün hale getiren, örneğin %16 oy almış bir partiyi %0.7 sandalyeye mahkûm eden[7] daraltılmış seçim sistemine geçilebileceğine dair nabız yoklamaları, barajı indirir gibi görünürken ittifak barajını yükselterek HDP’yi safdışı bırakmanın yollarını arayan seçim hukuku düzenlemeleri, 2007’den 2016’ya dek süren anayasa komisyonu çalışmalarının sona ermesinin nedeni düpedüz komisyon toplantılarına katılmayan AKP’li vekillerken[8] CHP’yi bu sürecin bitmesinin müsebbibi gibi gösteren açıklamalarla aslında ana muhalefeti, anayasa tartışmalarının dışına peşinen iten konuşmaları ama en önemlisi, sahiden de artık temsil etme kabiliyetini yitirmiş bir siyasal hareketin bu çözülmenin farkında olarak cumhurbaşkanlığı seçimini ikinci tura bırakmamak için %50 oy alanın cumhurbaşkanı seçileceğine dair nisabı düşürme çalışmaları, partili cumhurbaşkanının seçilme sayısına dair tartışmalar, 2017 anayasa değişikliğinden sonraki seçilmesini ilk seçilme olarak saydırmaya dair fikirler, siyasi parti kapatmaları ya da hazine yardımından yoksun bırakmayı kolaylaştıracak yeni bir sayısal çoğunluğun öngörüleceğine dair düzenlemeler… Bunların hepsinin bir bütünün kendi alanındaki parçaları olduğunu görmek mümkün tabii ama bir başka riski de hep akılda tutarak: Bütün, parçaların toplamından hep öte bir şeydir. Bu küçük küçük adımların hepsi, kendilerinden çok daha fazla bir şeyleri söylüyorlar aslında: Kemirilen anayasanın, nasıl bir siyasal partinin seçim stratejisi haline getirilerek küçültülebileceğini, yani anayasayı, ruhsuz ve şekilsiz bir metin haline getiren siyasetin, nasıl kendisini tahkim etmek ve kurumsallaştırmak istediğini, bir ülkenin anayasasını, bir siyasal partinin seçim programı haline getirmeyi düşünebilen bu aklı.

1921 Anayasası vurgusu, kuruluş anayasasının öneminden, yerel özerkliği vurgulayan, kayyum ve atanmış siyasetçiler politikasına geçit vermeyen maddelerinden değil de, olağanüstü koşulların gerektirdiği kuvvetler birliği ve 1923 değişiklikleri ile anayasaya eklenen “Devletin dini, İslâmdır” ibaresi ile ilgili belki… Büyük ihtimalle. Çünkü iktidarın her aktüel gündemi kendine tabi kılmasında olduğu gibi, burada da gerçeğin salt onları temsil eden, onlar için işler olan kısmı yürürlüğe konmaya başlandı, 1921 Anayasası sadece bu iki hükme indirgenerek. Bunların hepsi, pazarlık imkânı sağlayan yeni bir siyasal fail arayışıyla ilgili olabilir tabii, Menderes Çınar’ın yazdığı gibi. Ama öte yandan, tüm bu büyük tartışmaların, yaşam üzerindeki sistematik siyasetin sadece anayasa ayağıyla ilgili olduğu da aşikâr çünkü kazanım sayılan her bir madde, her bir sözleşme aynı taarruz altında delinerek, yok sayılarak çürütülüyor. Bir yandan İstanbul Sözleşmesi’ni bypass etmek ve aile uyuşmazlıklarında arabuluculuğu yasaklayan, yani faille kadını aynı yerde buluşturmayı engelleyen maddeyi “mahkeme içi arabuluculuk” formu ile delmeye çalışan hazırlıklarla, pandemi koşullarında ilk kararlarından biri İstanbul Sözleşmesi gereği verilen şiddet uygulayana karşı alınan uzaklaştırma kararının, pandemiden ötürü verilemeyeceğini söyleyen HSK kararıyla, memurlardan soruşturmacı yaratılan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleriyle[9], seçim kurulu başkanlarının kıdemli hakim olacağına dair kuralı, seçim kurulu başkanlarını, kararları yargı denetimine kapalı olan YSK’nın atayacağına ilişkin kuralla değiştiren hamlelerle, yani anayasanın demokratik hükümlerini bir bir işlemez hale getiren siyasal iktidar var… Öte yandan Resmî Gazete’de her gün izleri görülebilen ve anayasal ilkelerin ruhunu çeken başka türlü çalışmalar.

Levent Köker, yeni anayasanın yeni olacağı belki doğru ama bunun anayasa olmayacağı çok açık diye söylerken, şunu ortaya koyuyordu:

Yeni anayasanın bugünkü başkancı rejim temelinde inşa edileceğinin söylenmesi de hesaba katıldığında, “yeni anayasada silinmek istenen darbe ve vesayet izleri”nden kastedilenin, darbecilerin de vesayetçilerin dahi yeterince tahrip etmeye güçlerinin yetmediği temel hak ve özgürlükler rejiminin ve sınırlı bazı hukuk devleti kalıntılarının da tümüyle ortadan kaldırılması anlamına gelip gelmediğini sormak gerekiyor. Eğer bir ara dile getirildiği gibi, Anayasa Mahkemesini ve belki Danıştayı da anlamlı bir yargı ve denetim yetkisine sahip kurumlar olmaktan çıkarmayı da içeren böyle bir tasavvur varsa, “yeni anayasa” denilen şeyin “yeni” olacağı doğrudur da bunun adının “anayasa” olmayacağı da çok açıktır.

Yeni anayasa derken, neyden bahsettiğimizi sanırım pek bilmiyorum ama bildiğim tek şey, hükümetin bugünkü yönetim anlayışının Resmî Gazete’den ve kurumların düzenleyici işlemlerinden yola çıkarak gösterdiği şey, bunun salt bir anayasa tasavvurundan çok daha fazlası olduğudur. Belki de mesele, sahiden bu anayasal gündemin muhatabı dahi olmayı reddetmek, AKP’nin anayasa tasavvuru ile gerçekte anayasanın ne olduğu arasındaki o geniş açıyı göstermek, anayasayı bir stratejik belgeden ibaret görmeye karşı politik bir hamle ile onu kaynağına geri yerleştirmek, eski düzene dönüş anlamında değil belki ama anayasanın, iktidarın suiistimal edilmemesi için onun sınırlanması gerektiği fikriyle meşrulaştığını hatırlayarak… Ama 1960’da Forum dergisine Mümtaz Soysal’ın yazdığı "Suçsuz Anayasa" gibi[10], sahiden neden kendimizi geriye itip, tüm suçu anayasaya yükleyelim ki? Anayasanın bir ülkeyi cennete ya da cehenneme çeviremeyeceği[11] gün gibi aşikârken… Anayasanın, bir ülkenin kendisi olmadığı gibi, reçetesi de olmadığı ortadayken.


[1] Murat Sevinç, “Anayasa gündemine dair söz söylememek de bir seçenek”, Diken, http://www.diken.com.tr/anayasa-gundemine-dair-soz-soylememek-de-bir-secenek/

[2] “Erdoğan: Anayasa Hep Karşımıza Çıktı”, Bianet, https://bianet.org/bianet/siyaset/239037-erdogan-anayasa-hep-karsimiza-cikti

[3] Ömer Laçiner, “Boğaziçi ile Başlayan”, Birikim Haftalık, https://birikimdergisi.com/haftalik/10473/bogazici-ile-baslayan

[4] Tarık Zafer Tunaya, İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, Arba Yayınları, 2. baskı, 1988.

[5] Kemal Gözler’in bu konudaki uyarıları için bkz.

https://www.anayasa.gen.tr/docentlik.htm

https://www.anayasa.gen.tr/hukuk-ilahiyat.htm

https://www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku.htm

https://www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku-2.htm

https://www.anayasa.gen.tr/dekanlar.htm

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/laik-hukukun-kemirilme-sureci-basladi-1713739

[6] Tanıl Bora, “Mahalle”, Birikim Haftalık, https://birikimdergisi.com/haftalik/10476/mahalle

[7] Tolga Şirin, “Yeni Anayasa Arayışının Ardındaki Olası On Neden”, T24, https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sirin/yeni-anayasa-arayisinin-ardindaki-olasi-on-neden,29837

[8] Sürecin ayrıntıları için bkz. https://t24.com.tr/yazarlar/riza-turmen/yeni-bir-anayasa-mi,29845

[9] 63 sayılı CBK bunun bir örneği.

[10] Mümtaz Soysal, “Suçsuz Anayasa”, Forum, 1960.

[11] Tarık Zafer Tunaya, “Suçlanan Anayasa”, Cumhuriyet, 27-28-29 Haziran 1971.