22 Temmuz seçimleri Türkiye solu açısından bir devrin kapandığı, yeni bir devrin başladığı bir dönem olacak. Bu devir değişiminin birkaç alanda birden gerçekleşeceği görülüyor.
Değişimin birinci ve belki en önemli tezahürü, 12 Eylül sonrasında esas olarak sivil toplum girişimleri etrafında ve tek hedefli biçiminde yoğunlaşan genç militan enerjinin, bu seçimlerde, özellikle İstanbul’daki bağımsız sol aday kampanyaları vesilesiyle siyasal alana dönmesidir. Bu enerjinin siyasal alanda kalmasının sağlanması, Türkiye solunun yakın geçmişte yaşadığı marjinalleşmeyi sona erdirebilecektir. Özellikle 1970’leri mitleştirerek etraflarında iyi kötü bir kadro oluşturmayı alışkanlık haline getirenler açısından, yeni dönem artık emekliliklerinin başlangıç tarihi olacaktır. Böyle bir gelişme, Türkiye’de sol hareketlerin bir nostalji klubü veya art arda gelen başarısızlıklarda erdem arayan bir keşişhane olmaktan kurtulmaları için elzemdir.
Toplum içinde konumlanışı, geleceğe bakışı, siyasetle yaşam arasında kurduğu ilişki, kullandığı dil farklı olan genç kuşakların, “büyüklerini” taklit etmeden, birey olmayı unutmadan ama toplu biçimde davranmanın kendine özgü kurallarını da reddetmeden sürdürecekleri siyasallaşma, Türkiye’de solun geleceği açısından en büyük umut ışığıdır. Bunun işaretlerini, Körfez depremi sonrasında yaşanan dayanışma mobilizasyonunda, birkaç yıldan beri, savaş, ırkçılık, çevre, küreselleşme gibi sorunlara karşı gelişen yeni hareketlerde görmek mümkündü. Önümüzdeki dönemde bu yeni kuşakların geleneksel sol zihniyeti ve davranış kalıplarını değiştirerek siyasete daha fazla girmelerini hızlandıracak yol, bağımsız aday kampanyaları vesilesiyle daha belirgin biçimde gözüktü. Bunun bir başarı öyküsüne dönüşmesi için olmazsa olmaz koşul, eşitlik, özgürlük, dayanışma ve adalet idealleri söz konusu olduğunda sadece ikna olmaya değil, bunlar için gerçekten harekete geçmeye hazır bir insan topluluğunun var olmasıdır.
Değişimin ikinci ekseni, sol hareketlerin seçim, seçilme, parlamento gibi konuları küçümseyen tavrının kırılmasıdır. Siyasal alandan uzun bir süreden beri dışlanmışlığın ve art arda gelen başarısızlıkların içselleşmesinin neden olduğu bu dudak bükme kolaycılığının terk edilmesi, solun siyasal parti görünümlü dernek, cemaat klübü veya eski arkadaş birliği türünden yapılar olmaktan kurtulup, siyasal iddiası olan oluşumlara evrilmesinin önünü açacaktır.
Geçen on yıl boyunca, genel ve yerel seçimlerde sol partilerin sözlerini herhangi bir kısıt olmadan söylemelerine rağmen, yaratabildikleri çok sınırlı etki ile, bağımsız sol aday girişiminin toplumda yarattığı yankı, örneğin Baskın Oran ve Ufuk Uras kampanyalarının uyandırdığı ilginin seçim çevrelerini aşması bu bakımdan son derece anlamlıdır. Yaşanan deneyim, solun sesinin içeriğinin ve söyleme tarzının değişmesinin olmazsa olmaz bir gereklilik olduğunu gösterdi.
Üçüncü olgu, karşısında DTP’nin desteklediği adayın rakip olarak çıktığı Baskın Oran’ın aldığı oy oranı, laikçi/otoriter CHP ve etnik kimlik merkezli DTP dışında kalan sol alanın henüz dar olduğunu açık biçimde göstermiş olmasıdır. Klasik sosyalist partilerin aldıkları oyu kat be kat aşmasına rağmen, Baskın Oran’a verilen oyların %2’nin biraz gerisinde kalması, bir başarı olarak değerlendirilemez. Karşısında bir DTP adayı olsaydı, Ufuk Uras’ın da %1.5 civarında oy alabileceğini dikkate alarak, buradaki alanın, etnik, dinsel, mezhepsel kimlikleri aşan özgürlükçü solun tutunma alanı olduğunu söyleyebiliriz. Bu alanın genişleyip genişlemeyeceğine solun kendini dönüştürme kapasitesi yanıt verecektir.
DTP yöneticilerinin ise, “İstanbul 2. seçim çevresinde iki adayımız vardı” türünden gerçeği yansıtmayan laflarla oyalanmak yerine, aday gösterilmediği için il örgütünü harekete geçirip, kendi adaylığını empoze eden Doğan Erbaş’ın, seçim sonrası yaptığı şu değerlendirmeye açıklık getirmeleri gelecek açısından daha yararlı olacaktır: “Kaldı ki Baskın Oran’a, savunduğu fikirlerden dolayı seçmenimiz zaten oy vermezdi”. Baskın Oran’ın savunduğu hangi fikirlerden dolayı DTP İstanbul il başkanı seçmenlerinin oy vermeyeceğini düşündüğünü açıkça ifade etmek zorundadır. “Bize biat etmedi” iddiasının ortaya atıldığı yerde, Erbaş’ın, “halkımız” olarak tanımladığı kişilerin, farklı olduğunu iddia ettiği “hassasiyet, değer, inanç, ritüel, isim ve amblem”lerinin ne olduğunu açıklaması, gelecekteki olası işbirliklerinin sağlıklı bir zeminde kurulması için elzemdir.
Dördüncü olgu ise, bu süreç sırasında ÖDP’nin takındığı tavırdır. Bağımsız aday girişimine önce sıcak bakmayan, sonra Ufuk Uras’ın zorlamasıyla, forsepsle İstanbul’da iki bölgede seçime girmeme, diğer bölgelerde seçime katılma kararı alan bu partinin MYK’sı, PM’si ve “bir bilenleri”, bu kararlarının ardından Türkiye siyasal tarihine geçecek gariplikleri de başarmaktan geri kalmadılar. ÖDP, Ufuk Uras’ın seçimi için kadrolarını haklı olarak bu bölgede mobilize ederken, Uras’ı desteklemek için aynı bölgede seçime girmeyen EMEP’in, İzmir’de bağımsız aday olan genel başkanına karşı seçime girdi. İstanbul 3. bölgede seçime girme kararı almışken, DTP’lilerin Ufuk Uras’ı seçtirmeyiz tehditi karşısında geri çekilen parti yönetimi, Levent Tüzel’e rakip olan bir kampanya yapmakta bir beis görmedi. Aynı şekilde, örneğin Mersin’de Orhan Miroğlu’nun, Adana’da Nazmi Gür’ün karşısında seçime girdi. Mersin’de ÖDP 1278 oy aldı. Orhan Miroğlu, 380 oyla seçimi kaybetti. Nazmi Gür’ün durumu da buna yakın.
ÖDP ne yaptı? Bunu anlayabilen, izah edebilen bir kişi var mı? Dün bağımsız aday fikrini, “solu ve ÖDP’yi tasfiye etme girişimi” olarak ilan edenler, bugün ÖDP mecliste diye sevinç çığlıkları atarlarken, “biz ne yapıyoruz?” diye durup, düşünüyorlar mı?
Diğer sol partilerin artık Türkiye partiler müzesinde fiilen yerlerini aldıklarının tescil edildiği bu seçimlerde, bu zihniyet tarzıyla ÖDP’de de yolun sonuna gelindiği açık biçimde ortaya çıktı. “Havet” partisi olmanın varacağı ileri aşamanın, hem “seçime girip kaybettiren” hem de “seçime girmeden meclise giren” parti olması kaçınılmazdı.
ÖDP’nin içinde bulunduğu durumun bu berraklıkta ortaya çıkmış olması, ilerisi için umut vericidir. Çünkü ÖDP’nin kendi “derin ÖDP” sinden kurtulmasının yeterli olmadığı, aynı zamanda eski refleks, alışkanlık ve zihin dünyasında da çok büyük bir dönüşüm gerektiği artık çok açık biçimde görülmektedir. Bu yeni umudun taşıyıcısının dönüşen bir ÖDP’mi, yoksa başka oluşumlar mı olacağını önümüzdeki dönem gösterecek.
Son olgu, seçmenlerin giderek artan bir bölümünün etnik, dinsel ve mezhepsel kimliklerinden bağımsız, siyasal tercihlerinin sesini dinleyerek oy verdiklerinin ortaya çıkmasıdır. Türkiye’de özgürlükçü solun önündeki siyasal alanın genişleme potansiyeli burada yatmaktadır. Kimliklerini reddetmeyen bireylerin, bunlara hapsolmadan özgür biçimde siyasallaşmaları, siyasal tercihlerini oluşturmaları, siyasetin siyasetdışı aidiyetlere baskın olmasını sağlayacağı için, esas olarak sol açısından ümit verici bir gelişmedir. Bunun ümitten gerçekliğe dönüşmesi, solun da kendini “sol cemaatçilik” alışkanlıklarından kurtarmasına bağlı olacaktır.
2007 seçimleri Türkiye’de solun kendini bütünüyle yenileyerek büyüyebileceğini ve bu büyümenin hangi yönlerde olabileceğini büyük ölçüde gösterdi. Geriye, bunun başarıya ulaşmasının ancak uzun erimli bir çaba ile mümkün olduğunu kabul etmek ve yukarıda sayılan birinci olgunun ışığında bunun gereğini yapmak kalıyor. “Solun en zayıf yerine dokundun” diye içinden geçirenler, ümit ediyorum ki bu kez yanılıyorlardır.
Radikal İki, 5.8.2007