Hürriyet gazetesinin “Okul Birincisi İpek Sol Başta” başlıklı, yüzde 80 engelli bir çocuğun sıra dışı başarısını ve bunun gerisindeki emeği anlatan haberini okuyunca seçim yasakları nedeniyle politikacıların görünmediği bir gün geçirdiğimize binlerce kez şükrettim. Yalnızca bu haber değil, “Radikal 2” de güncel politikanın uzağındaki yazılarla -mesela Ayşe Kadıoğlu’nun “Sana Büyü Yaptım” yazısı gibi- bir başka güzeldi bu Pazar. Uzun süredir birçok arkadaşıma söylediğim, medyanın politikacıların görüntüleri ve kimseye bir şey esinlemeyen sözleri ve onlardan kalan yerlerde de şiddet ve magazin haberleri ile işgal edilmesinin yaşamımızı ne kadar fakirleştirdiği, ama esas bu halin orda burda yaşamı her gün karınca misali kuran, yani görülmeyi gerçekten hak eden insanların öykülerinin hiç yer bulmamasına neden olduğu düşüncesi ile dolu olarak yazmaya başladım bu yazıyı.
Hürriyet’in haberini okumayanlar için özetlersek; İpek resimlerine bakınca iskelet displazisi olarak bilinen, esas olarak iskelet sistemini tutan ve temel özelliklerinden birisi şiddetli boy kısalığı olan bir genetik bir durumla (özellikle hastalıkla demiyoruz) doğmuş. İpek’in 18 yaşındaki boyunun 1 yaşındaki bir çocuğun boyu kadar (70 cm) olduğunu düşünürsek henüz “bulunmadığını” haberden öğrendiğimiz genetik bozukluğun çok şiddetli olduğunu söyleyebiliriz. İskelet displazileri aslında geniş bir tanım, içinde 400’den fazla ayrı durum var. Kalıtsal hastalıklar arasında nadir olsalar da Türkiye’de akraba evliliği sıklığı nedeniyle dünyanın geri kalanından daha sık görülüyor. Bu çocuklarda İpek’te olduğu gibi boy kısalığının yanı sıra eklemlerini, bazen ellerini kullanamama gibi fonksiyon kayıpları olabiliyor ama genelde zekaları normal, azimleriyse diğer çocuklardan katbekat fazla oluyor. Ortopedik sorunlarının çözümü ve fiziksel rehabilitasyon dışında bir tedavi yöntemi henüz yok. Bu nedenle esas “gerçek ve gerekli tedavi” sosyal hayata katılım ve günlük yaşam koşullarının iyileştirilmesi.
Haberde konu edilen İpek bu bakımdan çok şanslı görünüyor. Onu her gün kucağında okula getiren ve onu okul kapısında bekleyen annesinin emeği karşısında insan ancak ağlayabilir. Bu tür annelerden birisini ben de yakından tanımıştım. Kızı 2 yaşında diyabet olduğundan beri geceleri kan şekeri düşüklüğünden bir şey olacak diye uyumadığını öğrenmiştim bana geldiklerinde. Onu bu tutumundan vazgeçirmek için aylarca uğraşmıştım ama sonra kızı okula başlayınca bu kez her gün okul kapısında beklemeye başlamıştı onu. Bu örnekte pek gerekli olmayan cömertliğe dair bir durum söz konusu ama uzun süredir diyabetli çocuklarla uğraşan bir hekim olarak kronik hasta bakımının ev işi gibi görüldüğünü ve annelere mahsus sevgi dolu sabırla bu işlerin üstesinden gelindiğini biliyorum. Ama İpek örneğinde bundan öte birçok güzel şey de olduğunu, babanın bütün varlığı ile sürece katıldığını, okul müdüründen başlayarak bütün öğretmenlerin hem koruyan hem geliştiren bir destek sağladıklarını ve esas arkadaşlarının taze ve güçlü bir sevecenlikle onu sarıp sarmaladıklarını görmek mümkün. Ortaya çıkan ise insan emeği ile yapılan ve dünya kültür mirasına dahil edilen sanat eserleri türünden bir mucize. Dünyada bu tür güçlü etkileri olabilecek hastalıkla başarılı yaşam örneklerinin kaydı tutuluyor mu bilmiyorum ama ben bir kez daha İpek gibi öykülerin insanın özünü yansıtan ve hepimize esin veren yanlarının daha çok paylaşılmasına hepimizin ihtiyacı olduğunu düşündüm.
Yazının başına dönecek olursak; son seçim döneminde yüzlerce örneğini izlediğimiz ve NTV’deki bir programda en uç örneğini yaşadığımız gibi politikacılar ve onların sürüklediği ilişkiler ağı, bütün o tumturaklı söylemleriyle her insanın içine konmuş “insancıllığı” aşağı çekiyorlar, yıpratıyorlar ve neredeyse bütün acı ve sorunları araçlaştırıp toplumda yoğun bir samimiyet bunalımını tetikliyorlar. “İnsancıllığın unutulması” o kadar yaygın bir sorun ki; yol açtığı dolaylı ve dolaysız baskılar nedeniyle örneğin benim gibi insanların soluk almaya çalıştıkları üniversiteler dahil olmak üzere bütün kurumlarda kimseye kendisi olma hakkı tanımayan, her türlü eleştiri veya hoşnutsuzluğu veya ayrıksı tepkileri hızlıca etiketleyip, kurumların ve insanların “patinaj” yapmasına neden olan bir ortamın yaratılmasına neden oluyor. Bu aynı zamanda toplum olarak soluduğumuz havanın kirlenmesi, orada burada yeşeren inceliklerin budanması ve bütün bireyleri etkileyen bir uygarlık kaybı demek. Kendisine taş attığı için ölen bir insanın ardından dilinin ucunda olması gereken “Allah rahmet eylesin” sözünü esirgemenin ötesinde, onun ölümünü/öldürülmesini haklı gören sözler eden bir yetkilinin insanların iyi yanlarını güçlendirmediğini söyleyebiliriz sanırım. O yüzden seçim yasakları nedeniyle gazete ve TV kanalları politika ve politikacıların olmadığı yazı ve programlara yer verince evlerimize toprak kokusu ve taze hava dolar gibi sıcak, insancıl öyküler doldu.
Bütün bunlara rağmen ülkemiz hem İpek gibi insani mucizeleri yaratabildiği, hem de bu coğrafyanın bütün zenginliklerini (hastalandığında çocuk doktoru ve TİP Genel sekreteri Dr. Nihat Sargın tarafından muayene edilen, babasının berber dükkânında içini halk duygusu ve felsefesi ile dolduran, Adıyaman Lisesi’nde ülkemizin o koyu karanlık gününde Maraş Katliamı'nı protesto etmek için öne çıkıp hapse giren ve şimdilerde ifadesi alınan Kenan Evren gibilerin bütün cakasını kara mizahla bozan “Beynelminel” filmini yapan...) varlığında taşıyan ve bazılarımıza Hrant Dink dinlemeye benzer bir mutluluk yaşatan Sırrı Süreyya Önder gibilerine milletvekili olma imkânı verebildiği için sevilesi olmaya devam edebiliyor. Ben şahsen bu yazıyı yazdığım seçim gününün akşamında İpek’in öyküsü ile Sırrı Süreyya Önder’in öyküsünü içimde yan yana koyacağım ve yarın daha umutlu bir adam olarak güne başlayacağım. Buradan İpek’e, annesi Gülşen Çelik’e, babası Cevdet Çelik’e ve Asiye Ağaoğlu Anadolu Lisesi öğretmenlerine bütün varlığımla teşekkür ediyorum ve bu yazıyı izin verirlerse onlara ithaf etmek istiyorum.