Hrant Dink’in katledilmesinin yolunu döşeyen 301 yerli yerinde, hukuk adamları Dink’in katillerini öven türküyü savunuyor, Yargıtay Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu’nun “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek”ten yargılanmasını istiyor... Türkiye, yeni anayasa tartışmasına bu ortamda başladı. “301 kaldırılsın, ırkçılar yargılansın” kampanyasının katılımcılarından Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Turgut Tarhanlı’yla kulak veriyoruz.
“301 kaldırılsın, ırkçılar yargılansın!” sloganıyla bir kampanya yürütülüyor. Siz de bu çerçevede “301. madde niçin kaldırılmalıdır?” başlıklı panele katıldınız. Ne düşünüyorsunuz kampanya hakkında?
Çok pozitif, ümit verici bir girişim, ama bundan sonra kampanyanın nasıl yürütüleceği çok önemli. Sorun sadece Ceza Kanunu’nun 301. maddesiyle sınırlı değil. Ceza Kanunu’nun başka maddelerinde, başka yasal düzenlemelerde, mesela Basın Kanunu’nda da sorunlu hükümler var. Uygulamada pek çok sorunlu örnek var. Yasal düzenlemelerdeki bir çok maddede çok önemli sorunlar var, ama uygulamayı ve toplumsal ilişkilerimizi de gözönüne almak lazım. Bu çerçevede 301. madde kampanyası boşa kürek çekmek mi? Hayır, değil. 301 artık bir arketip oldu; bunun Ceza Kanunu’ndan çıkartılmasını mutlaka sağlamak gerekiyor. Bu bir inatlaşma da değil, Ceza Kanunu’nda o maddeye ihtiyacımız yok. “Türklüğü korumak” istiyorsanız, bütün etnik kimliklerle birlikte, 216. madde sayesinde koruyabilirsiniz.
Yargıtay’ın Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu hakkındaki 216. maddeyle ilgili kararı bir uygulama sorunu mu?
Ceza Kanunu’nun 216. maddesi, demokraside ihtiyaç duyulan, toplumun belli bir kesiminin etnik, dinsel, dilsel, sosyal mensubiyet gibi nedenlerle, bir diğeri aleyhine kışkırtıcı, husumete teşvik edici davranışlar içinde olmasını önlemeye yönelik bir madde. Irkçılık veya ayrımcılığa karşı temel sigortalardan biri. Yeni Ceza Kanunu’nda, “açık ve yakın tehlike olması halinde” denerek, keyfî karar alınmasını önleyen bir filtreyle bu madde desteklendi. Madde, demokrasiye uygundu. Ama uygulamada Yargıtay, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu gibi bir heyetin iç çalışması ve Başbakanlığa sunacağı insan haklarına ilişkin raporun, “açık ve yakın tehlike” oluşturduğu sonucuna ulaştı. Buradaki neden-sonuç ilişkisini bir demokrasi bağlamında anlamak mümkün değil.
İsmail Türüt ve Ozan Arif’e de Türklüğe ve Karadenizliliğe hakaretten dava açılabilir...
(Gülüyor) O konuda öyle bir duruma yol açılıyor ki, “Karadeniz halkı Türklüğe, Türkiye’ye hasmane davrandığı ima edilen kişilerin hakkından şiddet yoluyla gelebilecek bir topululuktur” deniyor. Bu, demokrasi içinde olacak şey değil, birilerinin yaşam hakkını şiddet yoluyla ortadan kaldırabileceğinizi söyleme hakkına sahip değilsiniz. Dolayısıyla, 216. maddenin de kapsamına giren bir durum; etnik temelde kışkırtıcı olduğu, suça teşvik ettiği için.
Hrant Dink cinayetini ve cinayetin faillerini açık açık övüyor...
Kesinlikle, çok açık. Türüt o görüntüleri bizzat o klibe yerleştirmiş olmayabilir, ama türkünün güftesi de ifade özgürlüğü kapsamında değil. Bir vakayla karşı karşıya kaldığınızda, söz konusu durumun insan hakları perspektifinden ifade özgürlüğü kapsamında mı, yoksa sınırlanabilir mi olduğuna, hangi bağlamda, hangi tarihî zaman dilimi içerisinde, hangi sosyal ilişkilerde, nasıl ortaya çıktığına bakarak karar veriyorsunuz. Bu türkünün Ocak 2007’de işlenen cinayetten bu yana kendine bir yol bulmuş olması, o cinayetin nasıl sunulduğunu ve nasıl bir algı yarattığını ortaya koyuyor.
Sözünü ettiğiniz tarihsel, sosyal, kültürel vs. bağlamın da kesin bir çerçevesinin olması lazım değil mi? Yoksa, örneğin, Ermeni meselesini tartışanlara ya da vicdani redçilere karşı girişilen saldırılar da “tarihsel, kültürel, sosyal hassasiyetlerle” hoşgörülebiliyor. İfade özgürlüğünün tanımının, kapsamının muğlaklıktan çıkarılması mümkün herhalde.
Freemuse (Freedom of Musical Expression) adlı Danimarka merkezli, dünyanın her ülkesindeki müzisyenlerin, sanatçıların ifade özgürlüğünü savunan uluslararası bir sivil toplum örgütü var. Onlar da ayrımcılığı veya savaşı teşvik eden sözlere sahip şarkıları özgürlük kapsamında kabul etmiyor. Bu aslında, uluslararası bir standart. BM’nin 1966 tarihli Medenî ve Siyasî Haklara Dair Uluslararası Sözleşme adlı bir anlaşması var; Türkiye de 2003’ten beri bu anlaşmanın tarafı ve yükümlülük altında. Bu anlaşmanın 19. maddesi ifade özgürlüğünü düzenler; 20. maddesi ise, ulusal, ırksal veya dinsel nefretin ayrımcılık, düşmanlık ya da şiddete kışkırtma şeklini alabilecek biçimde savunulmasını yasaklar. İkinci sınırlama, her türlü savaş propagandasının yasaklanmasıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de ifade özgürlüğünün sınırlarını somut olarak çizdi. Bir sınırlamada bulunmak için, öncelikle yasal bir dayanağın olması ve bunun açık, berrak, erişilebilir olması lazım. İkincisi, özgürlüğünüzün sınırlandırmaya maruz kalabilmesi için meşru amaçların olması lazım. Birbiriyle çatışan iki menfaat durumunda, birine ağırlık verilmesi söz konusu olabilir. Mesela, ülke askerî işgale uğramıştır, basın özgürlüğü ile ulusal güvenlik parametresi karşı karşıya gelir. Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü mutlak bir hak değil, sınırlandırılabilir bir haktır.
Ulusal güvenliğin tarifi de bizde çok geniş ve muğlak değil mi?
Hukuken, “Bizim coğrafî konumumuz o kadar stratejik, o kadar kötü bir mahallede oturuyoruz ki, her an teyakkuz durumunda olmamız gerekir” temelinde bir anlayış savunulamaz. Savaş, işgal gibi durumlarda ya da kamu düzeni, genel sağlık gibi gerekçelerle sınırlama mümkündür. İnsan hakları anlaşmalarında “meşru amaçlar” kapsamında bunlar sıralanmıştır. Baskın Oran, İbrahim Kaboğlu vakasına dönersek, yasallık ve kamu düzenini koruma parametreleriyle hareket ediliyor gördüğümüz kadarıyla. Ancak, bir demokraside, neden-sonuç ilişkisini titizlikle ölçmeniz gerekiyor. Bu raporu kim hazırlamış? Ne için hazırlamış? Şiddete başvuran bir örgütün stratejik bir merhale katetmesine destek olmak için hazırlanmamış. “Türk milleti tanımı, alt kimlikleri yok sayan, onların üstünü örten bir sonuç doğurabilir, dolayısıyla toplumsal huzursuzluklara, gerginliklere yol açıcı olabilir. Bu nedenle alt kimlikleri de görebilecek bir kimlik politikası tercihi şayandır” denmiş. Şiddete teşvik yok, husumete yöneltici bir ifade yok. Mahkeme bu açıklamada kamu düzeninin bozulması konusunda açık ve yakın tehlike görüyor ve “Kamu düzeni kavramı ülkelere ve toplumlara göre yorumlanır” diyor. Kamu düzeninin bozulup bozulmadığının her vakada ayrıca değerlendirilmesi tabii ki gerekir, ama belli uluslararası standartlar da vardır. Ülkelere göre değişen muğlak bir kavram değildir. Bu vakada, problem bu noktada ortaya çıkıyor. Bu vahim bir durumdur, çünkü kamu düzeni kavramını muhayyel, somutlaşmamış, ölçülmekten yoksun, sübjektif bir kavram haline sokuyor.
Yargıtay’ın kararının açıklandığı zamanlamaya, siyasal bağlama baktığımızda da durum düşündürücü. Yeni anayasa tartışmaları gündemdeyken Yargıtay’ın bu kararı karşısında yargının güdümlü olmadığını söylemek pek mümkün değil...
Kendi adıma, kararı alanların neyi hedefledikleri hakkında bir şey söylemek zor. Ama, hukukî çerçevede baktığınızda, bu karar hukukî yorum sorunları taşıyor. Yargı siyasî gerilimler içinde taraf olmaması gereken bir organdır.
Bu herhalde yargı mensuplarının tarafsızlık ilkesine bağlılık göstermeleri beklenerek sağlanamaz. Yargıda bu kadar sık uygulama sorunu yaşanıyorsa, yargıçlar kararlarında “yorum” sınırlarını bu kadar zorlayabiliyorsa, sisteme dair temel bir sorun var demektir. Örneğin, Hrant Dink’in mahkûm olduğu davada da gayet açık olan ifadesi (“Türk kanı”) mahkeme tarafından akıldışı bir şekilde “yorumlandı”. Eleştiriler karşısında hükümet de hep “uygulama sorunu” diye geçiştiriyor. Bu sorunun çözülmesi için sizce ne yapılması gerekiyor?
Bir kere, meslekiçi eğitim gerekiyor. Yargı bağımsız ve tarafsız olmalıdır, fakat yargının performansının da ölçülmesi gerekir. Bu, onun bağımsızlığı ya da tarafsızlığına gölge düşürür diye yorumlanmamalı. Bir demokraside bütün kurumlar, belli kurumlar adına yetki kullanan herkes hesap verebilir durumda olmalı. Bunu önce kendi içinde, meslekî etik anlayışıyla gerçekleştirmeli. Eğitim önemli, bu bir girdi çalışmasıdır. Ama çıktı değerlendirmesi de yapılmalı. Türkiye’de, kamu yönetiminde çıktı değerlendirmesi yapılmaz. Mesela, hakim ve savcılara, kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi konusunda eğitimler veriliyor. Peki o hakim ve savcılar karşılarına bu türden vakalar geldiğinde ne yapıyor? Bilmiyoruz. Bunun sınanması için mesela pilot davalar açılabilir. Toplumun örgütlü bir biçimde bunları takip edebilmesi lazım. Bu konuya ilişkin istatistiksel veriler konusunda bilgi edinme hakkından da yararlanılabilir. Kanalları sonuna kadar götürerek bu duyarlılığın takibi çok önemli. Yasa metinlerinde sorunlar yok değil, ama uygulamadaki sorunlar daha büyük. Metinde değişiklik yapmak da yeterli değil; 301. maddeyi kaldırdığınızda sorun bitmeyebilir. Onu o şekilde uygulayan zihniyete sahip aktörler o icraati yine sürdürebilir. Yargı kendisini adeta bir ulusal mücadele içinde görebilir.
301. madde ve tartışılan pek çok maddedeki temel sorun, Anayasa’da yapılan “Türklük” tanımına ve kamu düzeni tarifine dayanmıyor mu?
Ondan da ötede, Türkiye’deki tartışmalarda hukukun araçsallaştırıldığını görüyoruz. Siyasî aktörler için de geçerli bu. Örneğin Oran-Kaboğlu davasındaki Yargıtay kararı Yeni Şafak’ta beş satırlık bir haberdi. Yeni Şafak ifade özgürlüğünü savunan birçok yazarın da olduğu, hükümete yakın bir gazete. Başbakanın kendisi ifade özgürlüğünden hüküm giymiş, cezaevinde yatmış bir kişi. Ama, herkes hukuku araçsallaştırıyor. Hukukun böyle bir anlayışla uygulanmasını, yorumlanmasını takip etmek ve eleştirmek çok önemli.
Başbakan ifade özgürlüğü çerçevesinde cezaevinde yatmış bir kişi ama, Türkiye’de gazetecilere, mizahçılara, kendisini eleştirenlere en çok dava açan siyasetçi de aynı zamanda...
Türkiye’nin çelişkisi bu işte. Hukukun araçsallaştırılmasının çok tipik bir örneği.
Ceza yasasında “demokratikleştirme”ye gidilirken, 301 gibi maddelerin ısrarla savunulması, anayasayı “sivilleştirme” girişiminin hemen öncesinde polisin yetkilerini akılalmaz biçimde genişleten Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu’nda Değişiklikler Yapılmasına Dair Kanun... Demokratikleşme ya da sivilleşme adına herhangi bir prensipten söz etmek mümkün değil. Bu tabloda, Anayasa tartışmalarını nasıl görüyorsunuz?
Anayasa tartışması önemli. Çünkü bu, aslında Türkiye’nin yakın geçmişiyle, 12 Eylül dönemiyle hesaplaşması ve çok gecikmiş bir sınavdan çıkması meselesidir. 12 Eylül’le elbette sadece bu şekilde hesaplaşmış olmuyorsunuz. Bu önemlidir, ama yeterli değildir. Anayasalar sonuçta sihirli metinler değil, tamam, en üstteki normu belli ilkelere uygun bir şekilde yeniden inşa ettiğinizi söylüyorsunuz. Ama, önemli olan aslında bundan sonrası. Bireylerarası ilişkilerde, devlet yetkilerine sahip kişilerle buna sahip olmayan kişiler arasındaki uygulama. Bunlar sadece anayasayla belirlenmiyor, çok daha alttaki düzenlemelerle işler yapılıyor. Onların da baştan düzenlenmesine ihtiyaç var. Mesela, Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu’nda, polise yaşama hakkına müdahale edebilme yetkisi veriliyor. İşkenceyle mücadele açısından da kuşku uyandıracak değişiklikler yapılıyor. İşimiz anayasayla bitmeyecek, bu çelişkileri de ortaya çıkarmak gerekecek. Mesele Türkiye hukuk düzeninin bütün dikenlerinden arındırılmasıdır.
Anayasanın nötrlüğünün, ideolojilerden arınmasının önemli olduğu söyleniyor. Öyle bir şey mümkün mü?
İdeolojiden arınmışlık mümkün değildir. Kastedilenin, anayasanın belli hukukî ilkeler, insan hakları ve demokrasi anlayışı dışında inşa edilmemesi olduğunu düşünüyorum. İnsan hakları ve demokrasinin yapısal unsurlarını güçlendirici, bunların uyumlu biçimde biraradalığını sağlayan bir metin olması dışında, anayasayı ekonomik, siyasî, dinî veya toplumsal etkilerden arındırmak gerekiyor.
Anayasanın girişindeki “sosyal devlet” ifadesi de ideoloji değil mi? Ve sahip çıkılması gereken bir ideoloji...
Tabii, bunu sosyo-ekonomik eşitsizliklerin giderilmesine yönelik bir güçlendirme mekanizması olarak okumak gerekir. Oysa Türkiye’nin ekonomik, sosyal haklar cephesi bir fecaattir. Anayasada, “Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir” deniyor. Bu tartışılabilir bir ifadedir. Örneğin Ayşe Buğra ile Çağlar Keyder’in, “Vatandaşlık Gelirine Doğru” başlıklı kitaplarında savundukları sorumluluk anlayışı bu bağlamda önemli bir tartışma açıyor. Bunun ciddi biçimde tartışılması gerekir. Bence bu, örneğin başörtüsü konusundan daha büyük bir sorundur. Asıl sorunlar bu alandadır diyebiliriz.
Anayasa tartışmasında bireysel özgürlükler vurgulanıyor, ama örgütlenme ve sendikalaşma gibi kolektif hak ve özgürlüklerden bahsedilmiyor.
Maalesef, çalışma hayatındaki kolektif özgürlükler özellikle bireysel ilişki haline dönüştürülüyor, kolektif olma kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Neoliberal anlayış böyle: “Sosyal güvence mi? Özel sigorta yaptırın, bireysel emekli olun.” Temel mesele, kolektif özgürlüklerin temelindeki biraradalığın yarattığı etkidir; birey olarak bir işletme karşısında ya da idare karşısında tek başınıza güçsüz olabilirsiniz, ama kolektif özgürlüklerin özünde, aynı menfaati paylaşan kişilerin biraraya gelmesinin yarattığı güçlendirme motifi yatar. Bütün bu sulandırma çabalarınının nedeni o güçlendirme etkisini ortadan kaldırmak.
“Birey”, “bireyi güçlendirmek” dillerden düşmüyor, ama bireyin güçlendirilmesinin temeli örgütlenme, sendikalaşma hakları değil mi? Bir de tabii, devlete karşı korunacağı söylenen bireyin şirketlere karşı korunmasından hiç söz edilmiyor...
O tamamen karanlık nokta. İnsan hakları terminolojisinde, devlet yetkilerine sahip olmayan kişiler arasındaki ilişkilerde hakların ihlâl edilmesine “yatay ihlâl” deniyor. Dünyada da son çeyrek yüzyıldır, neoliberal anlayışla birlikte, şirketler karşısında bu çok sık ortaya çıkıyor. Özelleştirmelerin yoğunluğu, artık büyük ölçüde, devlet iktidarından başka, özel sahada da güçlü iktidarların ortaya çıkması sonucunu doğurdu. O güç karşısında, o gücün ihlâlleri karşısında yapabileceğiniz bir şey yok. Şirketlerin insan kaynakları birimlerinin politikaları mesela, çoğu gizli kodlarla çalışıyor. İnsan hakları aktivizminde giderek gündeme gelen bir konu bu. Tabii hemen verimlilik, kârlılık esası gibi konulara getiriliyor iş. Çalışanın kendini güçlendirici bir yapı içerisinde o ilişkide yer alması lazım; birey olarak o güce sahip olamazsınız, hakkınızı koruyabilecek bir örgüt içinde olmanız gerekir. Bu sayede, ilişkilerdeki bu asimetriyi olabildiğince simetrik bir biçime sokma çabası söz konusu olabilir. “İşkenceye sıfır tolerans” diyorsanız, ekonomik ilişkilerde de böyle bir asimetriye izin vermemeniz lazım. Bunlar birbirinden farklı şeyler değil, aradaki mantık bağı aynıdır, bu gücün belirleyici olmasını önleme mantığıdır. İnsan hakları bütüncüldür, bileşik kaplar gibidir. Sendikal örgütlenme zorlaştırılırken, aslında ne zorlaştırılıyor? Bireyi ekonomik iktidar karşısında haklarını koruma bakımından güçlendirmekten uzak duran, onu güçsüz kılmayı tercih eden bir anlayışı güçlendirmektir bu. Sivil ilişkileri güce bağlı mı belirleyeceksiniz, yoksa tarafların varlığına saygı duyduğunuz, eşit ilişkiler içinde mi belirleyeceksiniz? Bu alanda güç ön plana çıkıyor. Bu durumda, sivil bir uygulamadan söz etmek mümkün değil.
“Sivil anayasa”da, “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türktür” tanımı kalacak mı?
Sanıyorum, o şekilde olacak yine. Ancak, “etnik, dinsel, dilsel fark gözetilmeksizin” ifadesinin ekleneceği söyleniyor.
Anayasada değiştirilmesi gereken en temel unsurlar neler sizce?
Her tür devlet aygıtının hesap verebilir olması çok önemli. Mevcut Anayasa’da bundan muaf tutulan kara delikler var.
Muaf tutulanlar askerî merciler mi?
Sadece askerî de değil, Hakimler ve Savcılar Üst Kurulu mesela, olağanüstü dönemde çıkarılan kararnameler, Cumhurbaşkanının yaptığı işlemler...
12 Eylül cuntacılarını koruma altına alan “Geçici 15. madde” ne olacak?
Geçici 15. madde 12 Eylül’le gerçek anlamda hesaplaşmanın engelidir ve yeni anayasa çalışmalarında buna karşı nasıl bir formül bulunacak bilmiyoruz.
Vatandaşlık tanımı sizce anayasanın temel meselelerinden biri mi?
“Etnik, dinî, dilsel vs. ayrım gözetilmeksizin” ifadesiyle yürürlükteki tanımın yumuşatıldığı söylenebilir. Türk kavramının etnik, dilsel aidiyetten arınmış teknik uyrukluk bağını, tâbiyet ilişkisini tanımladığı vurgusu, alt-kimlikler bakımından rahatsız edici bulunmayabilir. Ancak bu bağlamda önem taşıyan husus diğer yasalar. Anayasada öngörülen ilkelere hayatiyet kazandıracak düzenlemelere ihtiyaç var. Ana gövdeyi belirliyorsunuz ama, kılcal damarların nasıl gelişeceği çok önemli, dolaşım sistemini iyi inşa etmezseniz, felç olursunuz.
Mevcut anayasanın en temel sorunu askerin konumu, asker-sivil ilişkisinin dengesizliği mi?
Nisan ayından bu yana yaşadıklarımız bu vurguyu çok güçlendirdi. 1982 Anayasası’nın 12 Eylül’ün ürünü olması itibariyle de bu çok önemli. Kampanya ya da tartışma, topluma maledilmeli, toplumun kendi örgütlenmesiyle bu tartışmaya girmesi çok önemli. Anayasa metninin demokrasiye uygun olması önemli, ama topluma maledemezseniz, benimsenmeyebilir...
Anayasalar, büyük toplumsal çalkantılar sonucunda yapılıyor genellikle. Şimdi gündemde olan yeni anayasa, bu açıdan istisnai bir durum gibi.
İstisnai durum hem var, hem yok aslında.
Belki de istisnai olan, yeni anayasanın toplumun çok depolitize olduğu bir dönemde gündeme gelmesi. Gerçi cumhuriyet mitingleri, cumhurbaşkanlığı seçimi, muhtıra, genel seçim, bir politizasyon yarattı ama, geçmiş anayasaların doğduğu ortamla kıyaslandığında, bayağı süt liman sayılır.
Anayasa tartışması bu kısa dönemin siyasî ortamına hapsolmamalı, AKP iktidarının bazı devlet aygıtlarıyla yaşadığı sıkıntıların üstesinden gelmenin aracı olmamalı. Siyasî taraflar arasındaki tartışma üslûbu “AKP anayasası ve onun karşısındakiler” ayrışmasına yol açabilir. Bu, anayasanın hazırlanma çabasının başlangıcındaki sivil olma konseptine tamamen aykırı bir sonuç doğurur. İktidarın bunu önlemesi, anayasayı AKP’ye maledecek bir yaklaşımdan kaçınması lazım. Herkesin aktif biçimde katılımının ve mutabakatının alınabileceği bir düzlemde yürütmek ve sonuçlandırmak gerekiyor. Demokrasi, insan hakları ilkeleri açısından bir dirençle karşılaşıyorsa, buna da açıklıkla, yalınlıkla sakınmadan işaret etmek, vurgu yapmak gerekiyor. Bu, kampanyalar bakımından da geçerli. Rotayı hem ilkesel olarak bozmamak, hem gemiye olabildiğince çok yolcu almak, hem de batmamayı sağlayacak biçimde sürdürebilmek kolay değil, fakat gerekli.
Meclis kompozisyonuna baktığımızda, CHP’nin ve MHP’nin 12 Eylül Anayasasıyla temelde bir meselesi yok. AKP’ninse kısmî olarak var. Toplumun genelinin de yeni anayasa talebi, bu yönde bir baskısı yok. “AKP anayasası” algılamasıyla sandığa gidildiğinde, yüzde 60’a 40 gibi, anayasalar açısından tartışmalı bir sonuç da çıkabilir. Dolayısıyla yeni Anayasa kısa ömürlü olmaya mahkûm gibi.
AKP’nin anayasa değişikliğini dillendirmedeki temel argümanı 12 Eylül olmak zorunda. Türkiye’nin yakın geçmişindeki bu lekeyi onunla hesaplaşarak giderme çabasını, bir olağanüstülüğe bağlı olmaksızın kendi anayasasını inşa edebileceğini dile getiren sivil bir söylem geliştirilmeli. Geçtiğimiz dört-beş ayın, çatışma, gerilim söyleminin ötesinde bir şeydir bu. Onun nedenleri de bu anayasanın içinde yer alıyor, onu inkâr etmiyorum, ama buna hapsolmamak zorunda. Toplumsal örgütlenme açısından da ana vurgulardan biri yakın geçmişimizle hesaplaşma olmalı. Bugünkü sorunlarımızı ihmal etmek anlamına gelmiyor bu. Böyle bir hesaplaşma onun da kapısını açacaktır. Bunu bir ölçüde kolaylaştırıcı bir gerçek de var. 12 Eylül Türkiye’deki bütün siyasî yelpazeyi mağdur eden bir dönemdi. Bu yelpazeyi anayasal tartışma ve seferberlik zeminine çekebilecek bir yönetim gerekiyor. Toplumsal örgütlenmenin ve buna ilişkin çabaların böyle bir hafızayı dikkate alması bence çok önemli. Siyasî sahanın da bu toplumsal çabaları dikkate alması ve onlara yer vermesi, hem sivil bir anayasa olma karakterinin doğal sonucu, hem de meşruiyetinin bir gereği. Benim endişem, bunun AKP’ye maledilecek bir metin olarak ortaya çıkması. Destek veren unsurların da o partinin yardakçıları, işbirlikçileri olarak damgalanması, bir anlamda yaşadığımız son dört ayın yeniden sahnelenmesi... Bunu aşamamak bir girdaba girmektir. Bunu aşmanın yolu da belki, karşısında olunan, değiştirilmesi gereken metnin kaynağında olan askerî dönemin gözden uzak tutulmaması olabilir. Hazırlanacak metin çok mükemmel olmayabilir. Ama insan haklarına dayanan bir demokrasinin temel parametelerine sahip olması önemlidir. Devletin yapısal unsurlarını oluşturan organlar arasında dengeli bir koordinasyonun olması önemlidir. Bireysel özerklik alanına saygı gösterilmesi önemlidir. Temel noktalarda, demokrasiyi güçlendirme vanalarının açık olduğunu görüyorsak, bu şebekeyi işletir, buradan su akar gider, katlara da dağılır denebiliyorsa, bence yeterlidir. Türkiye’nin yoğun, şedit, askerî bir müdahalenin, Diyarbakır cezaevi olaylarının, gözaltında üçyüz gün tutulan insanların, idamların, çocukların idam edildiği o karanlık dönemin ürünü bu güdümlü metinle artık kendini bağlı görmediğinin ferahlığını hissetmesi önemli bence.
Express, 25 Eylül-25 Ekim 2007, sayı 76