Kışlalı Cinayeti Dosyası da Yeniden Ele Alınmalı...

Sabah yazarı Umur Talu, 27 Ocak tarihli yazısında, Ergenekon soruşturmasının ilk sonuçlarından yola çıkarak son yıllardaki “Atatürkçü, Kemalist, Cumhuriyetçi”lere yönelik cinayet ve bombalamaların, kendilerini de öyle sunanların işi olması ihtimali üzerinde duruyordu:

“Birilerinin, aslında (sözde) aynı düşüncede, aynı safta göründükleri kişileri öldürebilmesi, kurumlara saldırabilmesi, bomba atabilmesi size neyi hatırlatır, ne düşündürtür? (…) Milliyetçi, ulusalcı, Atatürkçü, Kemalist, cumhuriyetçi, artık her neyse, kendilerini bu sıfatlarla beyan edebilenlerin, tam da o kimliklerle anılan kişileri (de), kurumları (da) hedef alması nedir? (Daha uzak geçmişin kimi olayına da böyle mi bakmalıyız?)”

Yakın geçmişten “Hablemitoğlu suikastı, Cumhuriyet Gazetesi'ne bombalar, Danıştay cinayeti” gibi örnekler veren Talu’nun “daha uzak geçmiş” için sorduğu soruya ben kendi payıma olumlu cevap vereceğim: Evet, tabii ki böyle bakmalıyız.

Geçen hafta, Uğur Mumcu cinayetinin bu çerçevede düşünülebileceğini ima eden bir yazı kaleme almıştım. Bugün de, aynı şeyi Ahmet Taner Kışlalı cinayeti için yapacağım. Aslında, sırasıyla Aktüel’de (1999), Medyakronik’te (2000) ve Yeni Şafak’ta (2003) olmak üzere tam üç kez dikkat çekmiştim bu cinayete. Fakat şimdi, Ergenekon soruşturmasının ilk sonuçlarının ortaya çıkmasından sonra o cinayetteki tuhaflıklara ve Hürriyet’in cinayeti izleyen dördüncü gündeki manşetine yakından bakmak, her zamankinden daha önemli hale gelmiş bulunuyor. O yazılardan birini kısaltarak dikkatinize sunuyorum:

NASIL ÖLDÜRÜLMÜŞTÜ?

Cumhuriyet gazetesi yazarı Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 sabahı evden çıkıp otomobiline yöneldi. Arabaya binerken, ön kaputun üstünde içi dolu bir naylon torba gördü. Kışlalı, o paketi ya da naylon torbayı eline aldığı anda, içinde bulunan bomba patladı.

İlk andaki şokun atlatılmasının ardından herkes birbirine aynı soruyu sormaya başladı: Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok cinayetlerindeki “usta işi bombacılık” neden bu örnekte görülmüyordu.

Bu kıyaslama, akla hemen şunu getiriyordu: Yoksa bombayı oraya yerleştirenlerin niyeti Kışlalıyı öldürmek değil miydi? Amaçlanan, sadece ‘İslamcı teröristler bir Atatürkçü profesörü daha katletmek istedi’ propagandası mı yapmaktı?” (Bu olaydan önce, bir başka Atatürkçü profesörün imza günü düzenlediği bir odada bomba bulunmuş, patlamadan önce etkisiz hale getirilmişti.)

Bu kuşkuyu kaleme döken iki gazeteciden biri, Kışlalı’nın kuzeni Hıncal Uluç’tu. Uluç, 26 Ekim 1999’da şöyle yazdı:

“Bu küçük bombayı suikastçılar, Kışlalı mutlak görsün diye getirip şoför mahallinin önüne, ön kaputun üzerine koydu. Öyle ki, Ahmet acele ile arabaya girerken paketi görmese, oturduğunda görecek ve büyük olasılıkla polise haber verecekti. Amaç Ahmet’i ortadan kaldırmak olsa, bomba kör parmağım gözüne buraya mı konurdu, yoksa arabanın altına, ya da en azından arka kaputun üzerine mi? Bir bomba ancak bu kadar ‘patlamasın’ diye konabilir …”

Bu yazı üzerine, Aktüel dergisi için kendisiyle konuştuğum Uluç’a “Ama Kışlalı öldü sonuçta, demek ki ölüm ihtimali de vardı” diye hatırlattığımda şöyle demişti bana:

“Karısı ve çocuğu da o gün arabaya binmeseydi, Ahmet’in ölmesi ihtimali yok gibi bir şeydi. Ahmet orada o poşeti görüp de eline alacak bir adam değildi, ama bütün düşüncesini bir aylık çocuğu için arabayı bir an önce ısıtmak üzerine yoğunlaştırdığı için, o telaşla poşeti aldı ve bomba patladı.”

Hıncal Uluç’tan sonra Yeni Şafak’tan Fehmi Koru da benzer sorular sorup benzer sonuçlara vardı.

ÖLDÜRMEME KAYGISINI KİM TAŞIR?

Eylemi planlayanların Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürme kastı taşımadığı bir kez kabul edildiğinde, bir sorunun sorulması da kaçınılmaz hale geliyordu: Hangi bombacı, eylemi planlarken eylem sonunda Kışlalı’nın canlı kalması kaygısını taşır? Bu sorunun mantıkî cevabı şuydu kuşkusuz: Kışlalı’yı düşman değil, dost görenler. Tartışmanın sürmesi, iki gazetecinin dile getirdiği kuşkuların kamuoyuna sirayet etmesi sonucunu doğurabilirdi. Hürriyet’in manşeti işte tam o günlere, suikastin dördüncü gününe denk geldi. Şöyleydi manşet:

“Ölüm, üçüncü paketle geldi… Suikastçının, Kışlalı’nın otomobiline daha önce de iki kez boş kola ve bira kutusu koyduğu anlaşıldı. İstihbaratçıların ‘yemleme’ diye adlandırdığı yöntemle, Kışlalı, bir yandan tepkisi ölçülürken bir yandan da bombalı kutuya alıştırıldı. Kışlalı, otosundaki bombalı bira kutusunu da gayri ihtiyari şekilde aldı.”

Haberin “ana fikri” belliydi. Haberi “düz” okuyanlar şöyle düşünmüştü belli ki: Demek “öldürme kastı yoktu” yaklaşımı doğru değil. Baksanıza, bombacılar işi garantiye almış!

Peki, “istihbaratçılar” nereden edinmiş olabilirdi bu bilgiyi? Mesela Kışlalı, ölümünden önce bu yönde bir başvuruda mı bulunmuştu? İyi de, böyle bir başvuru, öncelikle polise yapılmaz mıydı? Durum böyleyse, poliste neden yoktu böyle bir bilgi? Kışlalı böyle bir başvuruda bulunmamışsa, “istihbaratçılar” bilgiyi nereden almıştı?

Zaten sonraki günlerde ne polis teyit etti “yemleme”yi, ne de Kışlalı’nın ailesi… Oysa Kışlalı’nın, “daha önceki paketler”i eşine duyurmamış olması düşünülemezdi; çünkü, resmi makamlara başvurarak hakiki bomba ihtimalini öğrenmiş olması gereken Kışlalı’nın, bombanın hakikisini eşinin de arabadan alabileceğini hesaba katmaması hiç akla yakın görünmüyordu. Hem sonra, “yemleme”yi deneyimleriyle öğrenmiş Kışlalı, üçüncü paketi neden almıştı?

Her şey açıktı: Hiçbir gazetecinin itibar etmeyeceği kadar mesnetsiz bir istihbaratla karşı karşıyaydık. Ama haber, hem de manşetten yayımlanmış, görevini ifa etmişti; kamuoyunun, eylemin öldürme kastıyla hazırlanmadığına inanmasının önüne geçilmek istenmiş ve bu büyük bir gazetenin “yemlenmesi”yle büyük ölçüde başarılmıştı.

Ahmet Taner Kışlalı’nın ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı’nın suikaste ilişkin olarak söylediği iki cümle bu çerçeveden bakınca çok daha anlamlı görünüyor: “Sanıyorum, kardeşim şehit oldu” ve Eğer câni farklı bir kesimden çıkarsa çok canım sıkılır...

Taraf, 29.1.2008