Hatırlayanlar bilir, ‘90’lı yıllarda Eski Türk Genelkurmay Başkanlarından Doğan Güreş, devlet ile PKK arasındaki savaşı “Düşük yoğunluklu savaş” olarak adlandırmış ve devamında ise “…biz bu savaşı düşük yoğunluklu bir konseptte tutuyoruz” demişti. Bir savaş düşük yoğunluklu olabilir ama "düşük yoğunlukta tutmak" başka bir şeydir. Aslında tam da ‘90’ların devletini özetleyen bir açıklamaydı bu. Dikkat edilirse “tutmak” bir şeyi sonlandırmayı vurgulayan bir kavram değildir. Onun öyle tutulmasında, çıkarı olanları koruyan kollayan bir gerçeğin itiraf edilmesiyle alakalı bir durum var. Dönemin Paşa’sının bu sözleri de bir itiraftı aslında. Çatışmadan beslenen bir sistemin ayakta kalması, sürdürülebilir kılınması için izlenen bir siyaset olarak vurgulayıp geçelim işin bu kısmını.
Yaklaşık iki yıldır devam eden ateşkes ve bir türlü müzakereye evrilemeyen “barış süreci” üzerine düşünürken ‘90’lı yılların o meşhur tanımı “Düşük yoğunluklu savaş” aklıma geldi. Bugün İmralı da MİT üzerinden hükümetin yapmaya çalıştığı ya da yapmak istemediği müzakere de bana göre “düşük yoğunluklu müzakere” ile açıklanabilecek bir olgu gibi duruyor. Bunu hükümete yakın duranların zaman zaman “Eski Türkiye” dedikleri devletin ‘90’larda yapmaya çalıştığı, “düşük yoğunluklu savaş” olgusunun günümüzün “Yeni Türkiyesi” ne tercümesi gibi okuyabiliriz. İlk bakışta alakasız gibi görünen bu iki şeyi biraz didiklediğimizde benzerlikler görülecektir. Birinin “Savaş” diğerinin “Müzakere” oluşu bizi yanıltmamalıdır. Çünkü içeriğinden yoksun bir müzakere sürecinin savaş sürecine evrilmesi Ortadoğu gibi bir coğrafyada bilinen en kolay şeydir. ‘90’lı yıllarda dönemin TC hükümetlerinin bir çözüm politikası olmadığı için, müzakere süreçleri hiç başlamadı. İlk defa AKP’yle başlayan karşılıklı ateşkes süreci bu anlamıyla çok kıymetli bir şeydir. (Ateşkes sürecinin kıymetini teslim edip bir yana koyalım) Bunun kıymetini bilenlerin aklında cevap bekleyen en az bunun kadar kıymetli bir soru var, o da şu: Ateşkes ama, nereye, ne zamana kadar sürdürülebilir?
Bölgeden gelen haberlere bakılırsa ikili bir güvenlik söz konusu. Bu ikili güvenlik durumunun sürdürülebilir olmadığını her defasında dile getirenlerin hükümet yetkilileri olduğunu belirtelim. İşte bu belirsizlik durumu benim gibi birçok barış savunucusunu haklı nedenlerden ötürü kaygılandırmaktadır. Evet ateşkes çok kıymetli bir şeydir, insanların çatışmalarda ölmemesi her şeyin üstünde olmalıdır. Ateşkesin kalıcı, sürdürülebilir hale getirilmesi için neler yapılmaktadır? diye sorduğumuzda boşluğa düşüyoruz. Bilindiği gibi Ateşkes daha önceleri de birkaç kez yapılmasına rağmen bozuldu, çatışmalar tekrar başladı. Yeniden başlamayacağının garantisi nedir? diye soranların neredeyse hepsi “barış süreci” karşıtı bir yere koyuluyor, hükümete yakın medya ve siyasiler tarafından. Onların barış savunucularını, barış karşıtı bir yere koymasıyla tabii ki barışı savunmaktan kimse vazgeçmeyecektir.
Barışı savunalım ama hangi barışı…?
Evet, somut görünen bir şey ortada olmadığı için barışı sadece hayal edebiliyoruz. “Barış süreci” demekten yorulmamıza rağmen, yaklaşmakta olan şey her defasında savaş tehdidi oluyor. Bunu bazen hükümet tarafı bazen de KCK yöneticilerinden duymuş oluyoruz. Buna benzer nedenlerden ötürü “barış süreci”ne temkinli yaklaşmak zorunda kalıyor insan.
İmralı’dan son bir yılda gelen haberlere bakılırsa her defasında yeni bir aşamaya geçmiştik; sonra baktık ki hiçbir aşamada değilmişiz ve halen değiliz. İki yılda PKK’nin ateşkesine rağmen hükümetin attığı adımlara bir bakalım. İşte o adımlar,
1) A.Öcalan’ın İmralı'daki hücresi 12 cm büyütüldü,
2) 8 Kürtçe öğretmen ataması yapıldı,
3) HDP İmralı heyeti üçten dörde çıkmış oldu.
Başka… başka yok. Düşününce şaka gibi geliyor ama gerçek. Hal, vaziyet, gidişat buyken bizden iyimser olmamız bekleniyor. Henüz yola çıkmamış bir barışı görmemiz, ona inanmamız bekleniyor. Buna inanmamız için güzel olan ne var, ne yapıldı? Ya da iyiye giden ne var? Hükümet olumlu anlamda hangi projesini tamamladı, Alevi açılımını mı, AB reformlarını mı? Hangisi geçmiştekinden daha iyi bir yerde? İsterseniz Gezi direnişindeki Hükümetin tutumuna hiç girmeyelim. 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları karartılıyor. Çözüm süreci yürüten bir hükümetin daha özgürlükçü yasal reformlar yapmasını beklemek hakkımız değil mi? Ama öyle değil, yolda özgürlük paketi yok, özgürlükleri sınırlayan, polis devletini güçlendiren güvenlik paketi var. Tüm bunlar orta yerde gözümüze sokulurken, adı olan ama içeriği olmayan bir “barış süreci” ne inanmamız isteniyor.
HDP’nin 29 Aralık 2014 tarihli İmralı görüşmesi sonrası yaptığı açıklamaları takip ettim. Yeni bir gelişmeye dair somut hiçbir şeyin olmadığı anlaşılıyor. İmralı sürecini takip eden biri olarak, insan kendini aldatılmış gibi hissediyor. Bir yıl boyunca her defasında yeni bir aşamaya geçildi açıklamasından sonra ortadaki manzara, tam bir enerji kaybı. Meğer sürecin hiçbir aşamasında değilmişiz. Peki bu saatten sonra bir gelişme olur mu? İstenirse olur ama isteyen bir hükümetin olduğunu düşünenlerden değilim. Hükümet başından beri çözüm süreci denilen bu yolda tek bir konuda samimidir o da A. Öcalan’a ve KCK’ye hiçbir söz vermeme noktasında çok samimi görünüyor. Son dönemde tartışması yapılan İzleme Kurulu gibi bazı kurullardan bahsediliyor, henüz bahis aşamasındalar ama oldu diyelim; yetkisiz etkisiz bir izleme kurulu eğer ortada bir proje yoksa neyi izleyecek, izleme kurulu olduğu için ve hiçbir yetkisi de olmadığı için bizler gibi sadece dışarıdan izlemekle kalmayacak mıdır? 30 yıl devam etmiş, bu kadar ağır sonuçları ve sorunları olan bir savaşı etkisiz yetkisiz bir izleme kurulu değil, Meclis tarafından görevlendirilmiş, kapsamlı yetkileri olan bir ‘Gerçekleri Araştırma Komisyonu’ çözebilir ancak. Karanlık katliamcı devlet geçmişine hâlâ toz kondurmayan, 12 Eylül ile hesaplaşmamış, 17 bin faili meçhul cinayetin açığa çıkarılmadığı, açığa çıkan cinayet dosyalarının üzerlerini bir bir kapatan bir hükümet, savaş gibi bir sorunu sonlandırma isteğinde değildir elbette. CHP’nin Dersim’ine fazla ilgi gösterenler, kendi yarattıkları Roboski’yi görmek istemiyorlar; başkalarının yaptığından özür dileyenler, kendi yaptıkları için özür dilemiyorlar.
Tüm bunlara bakıldığında icranın başındaki AKP hükümetinin 30 yıllık savaşı sonlandıracak projelerden yoksun olduğunu söyleyebiliriz. “İmralı’da gizli kapaklı neler oluyordur kimbilir” diyenlere katılmıyorum. İmralı’da kimsenin kimseye taviz verdiği yok. Hükümet, A. Öcalan üzerinden elinden geldiğince örgütü etkilemeye çalışıyor. Bu çabanın sonuç alamayacak bir çaba olduğunu belirtmek isterim. A. Öcalan üzerinden PKK’yi etkileme, bitirme çabası 1999 yılında da denenmiş ama tutmamıştı. Hükümet gecikmeli olarak benzer şeyi deniyor. Buradan ötesi zaman kaybı. İşte bu zaman kaybı dediğim şeyi Hükümet daimi bir imkân olarak görüyor, her defasında acaba bir seçim daha götürebilir miyim hesabı içinde. Bu hesap, “düşük yoğunluklu müzakere” hesabıdır. Birilerinin bu politikanın uzun süre devam edemeyeceğini söylemesi gerekiyor. Son bir hatırlatma olarak şunu söylemek isterim ki ‘90’ lı yılların “düşük yoğunluklu savaşı” PKK’yi zayıflatıp dağıtamamış; aksine büyümesine, gelişmesine yol açmıştı. O nedenle her gün yeni bir cephenin açılıp kapandığı Ortadoğu coğrafyasında tarihin zamanı, “düşük yoğunluklu müzakere”den medet umanları beklemeyebilir.