American Sniper’i seyretmediğimi ve seyretmeye niyetim olmadığını itiraf ederek başlayayım. 2008’de en iyi film Oscar’ını kazanan Hurt Locker filmiyle üç aşağı beş yukarı aynı ayarda olduğunu tahmin ettiğim, kendisi de en iyi film dalında Oscar’a aday gösterilmiş bu yapımın gişe hasılatına katkım olsun istemedim doğrusu. Ne var ki sosyal medya çağında bir filmi seyretmeden de onun hakkında bir sürü bilgi edinmek mümkün ve neredeyse kaçınılmaz. Örneğin, söz konusu filme ilham kaynağı olan Chris Kyle’ın, kaleme aldığı özgeçmisinde Irak’lılara karşı aşağılayıcı, ırkçı ifadeler (örneğin, savages = vahşiler) kullandığını birkaç farklı kaynaktan okudum.
Ve fakat maksadım bu ve benzeri filmlerdeki, zaten ayan beyan olan Amerikan jingoizmini ifşa etmek değil. Filmin afişinde sallanan ABD bayrağı bu bakımdan fazlasıyla kâfi. Asıl derdim bu tür filmlerde tüm belgeselimsi gerçekçilik çabalarına, kahramanı kötücül, nahoş yanlarıyla birlikte sergileyen sahnelere rağmen, neden filmin duygulanımsal (affective) olarak bizi son tahlilde kahramandan yana taraf tutmaya yönlendirdiğini biraz deşmek. Aslında bu tespit, Slavoj Zizek’in Hurt Locker ve Waltz with Bashir (2009 en iyi yabancı film Oscar adayı) gibi filmler üzerine yaptığı tahlillerin bir uzantısından ibaret; özgün bir saptama değil. Ama yine de American Sniper vesilesiyle altı çizilmesi gereken bir mevzu. Zizek, özetle, söz konusu filmlerde kahramanların, alışalageldik tek boyutlu, iyilik timsali karakterlerin aksine patolojik yanları, ahlaki ikilemleri olan çok boyutlu karakterler olarak canlandırılmasının ideolojik bir işlev gördüğünü öne sürüyor. Karakterlerin zaafları, çeliskileriyle birlikte gösterilmesi seyircinin onlarla özdeşleşmesini daha kolay kılıyor. Ve film o kahraman(lar)ın gözünden anlatıldığı için seyircinin onlarla özdeşleşmemesi ancak eleştirel mesafenin sürekli korunmasıyla mümkün—ki sinemanın dayanılmaz görsel büyüsü altında bu mesafeyi korumak epeyi güç; adeta insanın uyurken rüyasını bilinçli olarak yönlendirebilmesi kadar güç.
Son noktanın altını çizmek gerek. Filmin kahramanları acımasız, insanlıkdışı işler yapsalar bile hikaye onların gözünden aktarıldığı için seyirci olarak kendimizi onlarla aynı safta buluyoruz. Bu madalyonun öteki yüzüyse kahramanların gaddarlığına, şiddetine maruz kalan diğer karakterlere aldırış etmemizin zorlaşması. American Sniper’in fragmanlarından biri hem filmi hem de bu özdeşleşme durumunu çok güzel özetliyor. Filmden iki dakikalık bu kesitte nişancı, görsel kodlardan Irak’ta olduğunu anladığımız bir evin çatısında konuşlanmış, caddede ilerlemekte olan Amerikan askerî konvoyunu kollamaktadır. Evlerden birinden çarşaflı bir kadın ve bir çocuk çıkarlar; kadın çarşafının altından çıkardığı bombayı çocuğa verir, çocuk konvoya doğru koşmaya başlar. Biz olayı nişancının tüfeğinin dürbününden seyrederken araya filmin başka sahnelerinden kareler serpiştirilir: “kahramanımızı” evlilik töreninde, çocuğunun doğumu sırasında, eşiyle tartışırken, vs., görürüz. Bir baba olarak başka birinin evladını öldürmek ile silah arkadaşlarının hayatını korumak ikilemi içinde mütereddit, parmağı tetiği çekti çekecek vaziyetteyken fragman sonlanır. ABD askerlerinin Irak sokaklarında ne işi olduğunu sorgulamaksızın nişancının ikilemiyle—sempati olmasa da—empati halinde seyreyleriz sahneyi. Birkaç saniye sonra muhtemelen vurulacak olan çocukla özdeşleşmemize fırsat tanınmaz; çocuk, ancak nişancının ikilemi dolayımıyla ilgilendirir bizi.
Bu bakımdan bir roman ya da filmin odağında yer alan karakterler için İngilizce’de kullanılan ve nötr tınılı “protagonist” tabirindense Türkçe’deki “kahraman”, söz konusu özdeşleşme halini daha iyi karşılıyor; ana karakter(ler)i benimsemeye, onlardan yana olmaya yatkınlığı ele veriyor. Ve görselliğinden dolayı sinemada, romanda olduğundan daha kolay işliyor bu özdesleşme.
İlginçtir ki American Sniper’ın yönetmeni Clint Eastwood bu sinematik özdeşleşmenin gücünün (ve tarafgirliğinin) ayırdında olduğundan olsa gerek 2006 yılında ilginç bir projeye imza attı. İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın İwo Jiwa adasının tepesine ABD bayrağını diken altı askerin hayatını konu aldığı Flags of Our Fathers ile aynı senede gösterime giren Letters from İwo Jima’da ABD çıkartmasını bir de Japon askerlerin gözünden filme döker. İlk filmin figüranları/nesneleri ikinci filmin kahramanları/özneleri olur. Manidardır ki daha çok beğeni toplamasına rağmen Letters from İwo Jima’nın gişedeki performansı çok daha düşük kalmıştır. American Sniper’a geri dönersek, belki aynı perspektif kaymasını bu filme de uyarlamak, ABD işgalini o Iraklı çocuğun gözünden anlatan bir film çekmek lazım; çocuk kucağındaki bombayla konvoya doğru koşarken sonlanan bir film. Ve 70 sene beklemeden.