“African-American women draw on this Afrocentric worldview to cope with racial oppression. But far too often Black women's Afrocentric consciousness remains unarticulated and not fully developed into a self-defined standpoint. In societies that denigrate African ideas and peoples, the process of valuing an Afrocentric worldview is the result of self-conscious struggle. “
P. Hill Collins
Huxtable’lar NBC’nin ve kalplerimizin reyting kalesi olduğu o dönem, Cosby Ailesi’nin, siyahların maruz kaldığı fırsat eşitsizliklerinin üzerine çizgi çekmek ve böylece isyankar siyahları “nankör” göstererek, bu gruba yönelik toplumsal desteği frenlemek için mi icat edildiği, yoksa tam tersi siyahların toplumsal itibarını ciddi biçimde dönüştüren olumlu bir etki mi uyandırdığı, yayınlandığı tarihten itibaren dizinin toplumsal nakkadlardan kaderine düşen payı oldu hep kuşkusuz. Hangi eleştiri diğerini geride bırakır, biri daha mı haklıdır, bilinmez, ama Cosby Ailesi’nin tartışılmaz bir etkisi vardı ki, o da yaşam standartları, dili, teni birbirinden farklı onca kültürün insanlarını, bu her koşulda birbirine kenetlenmiş ama aynı anda varlıklı bir ailenin üyesi olmanın mutluluğunda ya da bu özlemin, hayalin kavşağında buluşturmasıydı. Bütün kültürel farkların kesişebileceği geleneksel bir özleme seslenmekteydi Cosby Show: Her zaman eninde sonunda Amerikan değerlerinin doğruluğuna iman etmeye yatkın yetiştirilmiş 5 çocuk, bu beş çocuğun kariyerini zerre zedelemediği eğitimli, modern bir avukat anne, ve çocukların sorumluluğu kadar geleneksel “kadın işi” diyebileceğimiz her türlü evsel uğraşı da paylaşmaya hazır, üstelik bu paylaşımdan da suratı hiç düşmeyen bımüdanı (eşsiz)bir baba, koca figürü. Yani kestirmeden aslında bir imkansıza seslenmekteydi Huxtabeler, her yaştan izleyicisi için, her bir nesil ve cinsiyetten beklenilen, olmaya çalıştığımız ama beceremediğimiz rol idolleriydi onlar… O yüzden hayrandık, hayrandım….
İşte bu yüzden Billy Cosby’e yönelik, aslı var mıdır yoksa hepsi sanatçıya yönelik bir kumpas yapbozunun parçaları mıdır hala ispatlanmamış iddiadan ibaret suçlamalara tepkiler de tıpkı dizinin kaderi gibi, düşündürücü ehemmiyette iki uca savrulmakta. Bir yanda “Neden kadınların iddialarının değil de bir erkeğin suçlamasının viral olduğu” yönünde anlamlı bir soru, diğer tarafta “tecavüzle suçlanan bir siyah olduğunda kesilen toplumsal, ekonomik faturanın neden bu kadar orantısız olduğu” yönündeki eleştirilerin göz ardı edilemezliği duruyor. Her iki anlamlı eleştiri de derinlikli analizlere ihtiyaç duyarken, tecavüze uğrayan kadınlara destek çağrısı ile haksızlığa uğrayan siyahların haklarının savunuları arasında, göz ardı edilebilen, siyahların anti ırkçı ataklarının gölgesinde kalabilense siyah kadınların öznellikleri, kişisel deneyim ve duyguları olabiliyor zaman zaman. Pek çok siyah kadın ve erkeğin Cosby’e yönelik suçlamalar karşısında sahiplenişi, savunmacı tutumu, batıda siyah olma deneyiminin Bell Hooks’un ima ettiği gibi ne hassas, zorlu ve çoğu kez yıpratıcı dengeler üzerinde ilerlediği düşünüldüğünde son derece anlaşılır olmakla beraber, bu tutum aynı zamanda bundan yaklaşık 50 yıl önce bir grup siyah feminist kadının haber verdiği tehlikeyi de beraberinde getirmiyor mu? Irkçılık karşıtı harekete zarar vermesi korkusuyla siyah erkeklerin de pekala cinsiyetçi tutum ve algıları benimseyebildiğinin inkar edilmesi.
Henüz '70’lerin başında, batıda II. Dalga feminizmin diğer birçok toplumsal hareket kadar yankı bulduğunu söyleyebileceğimiz tarihsel bir momentte yani, gündemini beyaz feministlerin belirlediklerini iddia ettikleri bir feminist hareket içerisinde kendi sorunlarına yeterince odaklanılmadığına inanan bir grup siyah feminist, Combahee River Collective Statement ile kendi kolektiflerinin tema ve amaçlarını beyaz feministlerden ayırmışlardı. İşte bu belgede siyah feministler, siyah adamlarla birlikte ırkçılığa karşı bütüncül bir mücadeleyi savundukları kadar, bu bütüncül mücadelenin kendi içlerindeki patriarkal baskının deşifresinin mücadelesinin önüne geçmesinden de bir o kadar endişe ettiklerini belirtiyorlardı. Onlara özgü bu marekeye (savaş alanı), kendilerinden yaklaşık 10 sene sonra bir başka siyah feminist Patrica Hill Collins, onlardan daha keskin bir ifade ile, hatta onlarınkinden biraz daha farklı bir yaklaşımla, siyah kadınlar, ezilmeyi ekseriyetle ırk temelli deneyimledikleri için feminist bir bilincin gelişmesinin hayli güç olduğunu vurgulayarak bir kez daha işaret etmişti. Öyle ki, Collins’e göre ‘beyazların periferisinde siyah olma’ deneyimi, siyah kadınların Afro merkezli bir yaşam biçimini daha çok sahiplenmeye eğilimli bir tutum geliştirmelerine neden olmakta bu da söz konusu yaşam biçimine tevessül etmiş (el atmış) patriarkal dokuları kadınların fark etmesini ve de itiraz etmesini zorlaştırmaktaydı. Collins’in ardından K. Crenshaw, beyaz feminist ve kadınlara odaklanan yasal düzenlemeleri füzun eleştirdiği kesişimsellik temalı makalesinde bile, aynı tehlike ve zorluğu bir kez daha yineleyecek, ırkçılık karşıtı bir harekete eklemlenen siyah kadınları, kendi toplulukları içinde yaşadıkları cinsel ayrımcılığı bypass edebilecek ırkçılık karşıtı savunmacı reflekslere karşı yeniden yeniden uyaracaktı. Hasılı, siyah feminizm ırkçılık karşıtlığı gibi daha “mühim” bir çarpışma adına, cinsiyetçiliğin stratejik amaçlı geri plana itilişinden epey çekmişti.
Suçlamalar henüz ispatlanmamışken Cosby’nin uğradığı muameleler, hak ettiği değil tam tersine gerçekten de yeni bir mağdur kategorisini yaratmaya hizmet eder boyutta (yeni dizisinin ve şovunun yayından kaldırılması gibi) Kanıtsızlık tecavüzcü pozisyonunu soru işareti içinde askıya alırken, muameleler mağdur pozisyonunu güçlü kılmakta. Ve tam da bu yeni kategori, ikonların ırk bazlı sahiplenilişini de yükseltebilmekte. Cosby suçsuz olabilir, ama bu savunuş benzerlerin yaşanmadığı, yaşanmayacağı anlamına gelmez. Amerikan rüyasını gerçekleştirebilmiş pek çok siyah erkek, tıpkı pek çok beyaz erkek gibi, dışarıda egaliteriyan pozlarla boy verirken, içeride patirarkal bir drama motor verebilir. Ve ırk öncelikli tutumlar, böylesi anlarda belki kendilerini ifade fırsatı, kanalı bulabilecekken bir çok “mutlu” aile kadınını derin bir sessizliğe yeniden bir kez daha gönderebilir. Çünkü, Irk, dil, sınıf temelli sahiplenişlerimiz şaha kalktığında, bu grupların kendi içlerindeki cinsiyetçi tutum ve yargılar hem kadınların hem erkeklerin belleğinden siliniverir. Böylesi zamanlarda tam da Crenshaw’ın belirttiği gibi cinsiyetçilik stratejik amaçlı geri plana itilir de itilir. Toplumsal unutuşumuz bir alışkanlığa dönüştüğündeyse, kolektif bir kimliği itibarsızlaştırmasından endişe edilen her türlü “onaylanmaz”, “reddedilesi” davranışlar yen olur içe atılır. Bir bakarsınız, Paul Simon’un efsanevi şarkısındaki “silence like a cancer grows”, dizeleri kulaklarınıza çalınır. Geriye ise, her türlü öznel yaralanmasını, kırılmasını, psikolojik, duygusal, fiziksel incinmelerini unutmaya hazır geleneksel bir kadınlık ve kimi kez Bayan Huxtable olma çabasında yıpranan kadınlar kalır.