Her seçim yaklaştığında benzer soru çoğumuzun aklına tekrar düşer. Bu seçimde anarşistler ne yapacak? Bu soru, aslında çok daha genel ve kapsayıcı bir problemin izdüşümüdür. Dahil olmadığımız/olamadığımız, siyasi olarak ciddiye dahi almadığımız bir sistemin sıradan zorunluluklarına karşı tavrımız ne olmalı? Bu soruya verilebilecek cevapları sıralamak bu yazının kapsamını aşar. Ben bu yazıda, fiili yarı-diktatörlük rejiminden geçiyor olmamıza, anarşistlerin de bilfiil bu rejimde yaşamalarına, acı çekmelerine ve siyasi sorumlulukları olmasına rağmen anarşistlerin oy vermemeleri gerektiğini savunacağım. Bu tezimi de yakın geçmişten bir iki örneği anımsatarak, ödev ahlakına fazla bulaşmadan yapmaya çalışacağım.
Geçmişten vereceğim ilk örnek, 2014 yılındaki seçimlerde kimi anarşist grupların ve yazarların destek verdiği “tatava yapma, bas geç” kampanyasıdır. Bu kampanya AKP’nin seçimi kazanmasını ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesini önlemek için birçok radikal sol ve anarşist grubun dahi, siyasi doğruculuk veya ahlakçılığa dem vurmadan yani “tatava yapmadan”, AKP ve Erdoğan’ın karşısındaki en güçlü rakibe oy vermeleri gerektiğini savunuyordu. Bu nedenle, eğer bu kampanyayı sindirebildilerse, kimi sosyalist ve anarşistin yerel seçimlerde CHP’ye ya da MHP’ye oy vermiş olması gayet kuvvetli bir ihtimaldir. O zamanki havaya göre, ki bu tehlike hala bilfiil devam etmektedir, yaklaşan tehlikenin korkunçluğu karşısında bu tür bir strateji tamamen mübahtı, bu kampanyanın destekçilerine göre.
“Tatava yapma, bas geç”, biraz geniş bakarsak, stratejik oy vermeyi salık veren bir siyasettir. Stratejik oy vermeyle kastettiğim, desteklediğiniz adayınızın kazanma şansınız olmayınca (ya da buna inandığınızda), birincil düşmanınızın kazanmasını engellemektir. Bunun için de gerekirse ikinci ya da üçüncü adayınıza oy vermek, hatta daha az karşı olduğunuz partilere oy vermek siyaseten de ahlaken de makuldür der bu argüman.
Artık, klişeleşmiş diğer bir örnekse 2000 ABD Başkanlık seçimleridir. Zira çoğu eleştirmene göre sekiz yıllık Bush döneminin önünü açan bu seçim, gerek dünya tarihi gerekse ABD siyaseti açısından, hamleler daha akıllıca yapılsa oldukça farklı bir gelecek yaratabilirdi. Bush’un, Al Gore’u kıl farkıyla yenip başkan olmasının en önemli nedeninin, Al Gore’a oy verme potansiyeli olan Yeşiller’in kendi adayları Nader’e oy vermesi olduğu iddia edilegelir. Zira, baştan beri kıyasıya süren bir sayısal mücadeleye şahit olan 2000 seçimlerinde, Yeşiller’in siyasi olarak sorumsuz davrandığı da sıklıkla söylenmiştir. Zira, Gore’un siyasi ve iktisadi becerisi üzerine birçok şey söylenebilecek, türlü türlü tartışmalar yürütülebilecek olsa da, kesin olan tek şey dünyanın (ve ABD’nin), Gore kazansa çok daha farklı bir yer olabileceğiydi. Stratejik olarak oynamayan, inatçılığıyla seçimi kaybeden Nader’i suçlamak, aceleci de olsa, pek yanlış bir analiz değildir bir çoğuna göre. Zira rakamsal analiz nettir, oy hesabı nettir, haliyle argüman nispeten kuvvetlidir.
Şüphesiz, bu çözümlemedeki belki de ilk sorun analizin anakronik olması. Yani ancak ve ancak Bush seçimi kazandıktan sonra, o güne kadar kendi seçim kampanyalarını yürütmekten başka bir günahı olmayan Yeşiller’in ve Nader’in günah keçisi olarak ateşe atılması anakronik bir yaklaşımdır, sebep - sonuç ilişkisini ters kuran bir analizdir. İkinci, belki de daha önemli sorun ise, seçimi Gore kazansa stratejik oy meselesinin gündeme bile gelmeyeceğidir. Stratejik oy verme, neredeyse sadece “kötü aday” kazandığında, yani stratejik oy yöntemi başarılı olmadığında mevzu bahis olur. Örneğin, 2008 ABD Seçimlerinde Obama’nın kazanmasında stratejik oyun payının ne olduğunun tespiti mümkün değildir, hemen her tahmin ancak spekülasyon olacaktır. Dolayısıyla, bu asimetri stratejik oy vermenin ne zaman ve nasıl uygulanması gerektiği meselesinde ilave bir zorluk yaratır. Bu zorlukla baş edebilmek için, stratejik oy vermeye dayalı siyasetin daima bir kehanete ya da bir inanca ihtiyacı vardır. Pratikte elbette seçimi kimin kazanabileceğine dair eğilimler okunabilir, ancak bu yine de meselenin epistemolojik problemlerini çözmez. Bu epistemolojik problemler sadece anarşizm ya da diğer azınlık siyasetleri için geçerli değil, stratejik oy vermeye meyleden tüm siyasi gruplar için geçerlidir.
Stratejik oy vermenin saydıklarım dışında siyasi zaafiyetleri de gani. Kimi ahlakçı siyaset bilimciler, stratejik oy vermeyi yurttaşa ve halka bir saygısızlık olarak görebilir. Benzer şekilde, demokrasiyi seçim sisteminin aritmetiğiyle kontrol etmeye çalışanlara karşı çıkan demokratlar da stratejik oy vermenin bir tür hile, sistemin açıklarını suistimal eden bir yöntem olarak ele alabilir. Kuşkusuz, bu argümanların geçerliliği bakidir, ama bu yazıda bunlara eğilmeyeceğim. Zira, anarşizmin oy vermeyi savunduğunu öne sürmek gibi içkin bir çelişki içeren siyasi bir tezi yanlışlamak için bu çelişkinin ötesinde argümanlar da kullanabiliriz.
Bu noktada, yazının anafikri de ortaya çıkıyor: oy vermek isteyen anarşistin yapabileceği tek şey stratejik oy vermektir. Önce bu konu üzerinde duralım. Anarşizmin, tanım itibariyle en azından siyasi partileşemeyeceği düşünüldüğünde, anarşistin birincil olarak destekleyeceği bir siyasi parti var olamaz. Kuşkusuz, bu anarşistlerin Gökçek ile Karayalçın’ı aynı kefeye koyduğu anlamına gelmez. Bu, örneğin, ne Gökçek’in ne de Karayalçın’ın anarşistlerin birincil tercihi olduğu anlamına gelir. Teferruat olarak, elbette kimin ikincil veya üçüncül tercih olduğu tartışılabilir. Dahası, İzlanda’nın bilmem ne kasabasındaki punk belediye başkanı da benzer şekilde ilginç bir örnek olarak düşünülebilir, bunlar şimdilik konumuz dahilinde değil.
Bu manada, oy vermeye yeltenen her anarşist siyasetin yapabileceği tek ama tek şey stratejik oy vermedir. Dahası, yerel ya da genel, bu her seçim ve her aday için geçerli bir iddiadır bu. Peki, daima stratejik oy vermeye mahkûm hangi siyaset sürdürülebilir? Kendini, kendine değil de başkasına oy vermekle tanımlayan bir siyasi özne ciddiye alınabilir mi? Bu, anarşizm açısından stratejik oy vermenin kötülüğüdür. Bilhassa anarşizm özelinde, stratejik oy verme, tekrarlandığında ve süregiden bir politikaya dönüştürüldüğünde apaçık bir siyasi intihardır.
Stratejik oy vermeyi eleştirirken ödev ahlakından kaçınmaya çalışmamın bir iki nedeni var. Bir, stratejik oy vermenin anarşizm açısından yarattığı açmazı analiz etmek için ahlakçılığın tezlerine, ki bir ahlakçı olmama rağmen, ihtiyaç yok. Yukarıda değindiğim tez, bu sakıncaları anlatmak için yeterlidir. İkincisi, anarşizmin stratejik oy vermeye mahkum oluşu, ahlakçı tezlerden daha yüksek bir önceliğe (öneme demiyorum) sahiptir. Bu önceliğin, pragmatik bir nedeni var, o da siyasetin hızı. Paradoksal bir şekilde, stratejik oy vere vere kendini büyütmeye ve geliştirmeye gayret eden bir siyasetin rekabetçi siyasette başarılı olma şansa oldukça düşük olacaktır. Zira, değillemelerle hareket eden, pozitif mesajını kısa vade kazanç uğruna negatif mesajlarla takas eden ve bunu süregiden bir siyaset stratejisi yapan bir politikanın başarılı olacağına inanmak imkansız.
Anarşist siyasetin görece başarısızlığının nedenlerinden biri de bu pragmatizmden sıyrılamaması, kendi sonunu getiren bir paradigmayı bilhassa kendi yaratması ve daha kötüsü bunlara boyun eğmesidir. Çözüm de nispeten açıktır - siyasetin çerçevesini ve kurallarını, anarşizmin, artık kendine zarar vermeyecek bir denklemle ve yöntemle çizmesi, bununla da yetinmeyip bu denklemi çözebilmesi.