Yasin Aktay, Cihangir’in üzerinden savaş uçakları uçurma post’unun mizah olduğu konusunda samimi olsaydı, o vakit Türk-İslamcı mizah anlayışının hangi koşullarda zuhur ettiğini sorgulardık. ‘Suruç, patladığında daha güzelsin’ diyen şahıs da muhtemelen mizah yaptığını söyleyecektir. Demek oluyor ki, Türk-İslamcı mizah anlayışı, puslu havalarda ortaya çıkan bir yaratık. (Freud, buna bilinçaltı diyecektir).
Ama işin aslı şu: Aktay’ın sürç eden lisanı, rövanşizmin ifadesi olmanın berisinde, bizi egemenin olağanüstü hal keyfiyetiyle tehdit ediyor. Elbette eğretilemede 28 Şubat'ın rövanşını Türkiye solundan çıkaran bir ruh hali var. Türk-İslamcı cenahın Türkiye Cumhuriyeti muktedirleri arasındaki aşiret savaşlarındaki hırpalanmışlıklarının kuyruk acısını, elbette diğer muktedirlerden çıkarması beklenemezdi.
Çünkü Türk-İslam sentezi denilen bu İttihat Terakki mirası üzerinde kavga etseler de, mirasçılar arasında nihayetinde asabiyye de söz konusudur. 28 Şubatçıların bir kısmı iktidarı ve nimetlerini paylaşmaya devam ederken, Vatan partisinde temsil edilen diğer kısmının ise AKP ile aynı ‘jeopolitik’ hissiyatı, aynı Kürt ve sol düşmanlığını paylaştığını unutmamak lazım.
Böylesine kanlı hesapların tezgâhlandığı bir ortamda Aktay’ın mizah duygusunu harekete geçiren, 8 Haziran travmasını, iktidarın elden gittiği telaşının tam da beklendiği gibi, savaş ve katliamlar yoluyla savuşturulması mı? Muhtemelen hayır: devletin şiddet tekelinin şimdi denetimleri altında olduğu yanılsaması olsa gerek, bilinçaltının Türkiye soluna karşı hareketlenmesinin arkasındaki.
Peki karşılarına hiçbir zaman iktidar olarak çıkmamış olan Türkiye soluna olan bu kin neden? Belki kısmen Türkiye solunun iktidarı hiçbir zaman paylaşmamış olmasından, yani silahlı gücü olmamasından. Belki buna rağmen bir karşı-hegemonya odağı olmasından. Belki de Türk-İslamcı camianın ‘fikirleri iktidarda, kendileri mağdur’ oldukları (Nabi Avcı’nın deyimiyle ‘500 yıldır hep kaybeden tarafta oldukları’) o uzun tarihte, aynı mahalleleri paylaşmış olmalarından. Unutmamak lazım ki, Sivas Katliamı'nın ardından bu cenahın medyası, ‘Müslümanların gayrımüslimlerle (Alevilere ve solculara referans verilmetektedir bu kez, Ermeniler ve Rumlar kırıldığına göre) aynı mahallede oturmak zorunda bırakılması da zulümdür’ diyecekti.
Mesela Temmuz 1993’te, Sivas Katliamı'nda yaşamını kaybedenlere ve katliamın hunharlığına zinhar değinmeyecek olan İsmet Özel, yaptıkları katliamdan suçlanan Sivaslı Türk-İslamcı güruhun bir güvenlik meselesi olarak zikredilmesine şöyle isyan ediyordu: ‘Müslümanlar haysiyetli, yurtsever, millet bütününün selametini kapsayan bir siyaset lehine ağırlıklarını koydukça sol görüşler ve bu görüşlerin şampiyonları toplum hayatında hak edilmiş bir yer bulamıyor. Sol kendi yerinin ancak ülkeyi batağa sürükleyenlerin yanında olduğunu kabul ediyor. Bütün bu hırçınlık ve habaset de bundan. Bir süre sonra çıkıp şunu söyleyebilirler: “Müslüman kimliğini sahiplenen Türkiye ortaya çıkacağına Türkiye hiç olmasın.” Giderek olayların Türkiye’de yaşayan insanları şöyle bir tercih karşısında bırakma ihtimali kuvvet kazanıyor: “Ya Müslüman Türkiye veya hiç!” (Milli Gazete, 8 Temmuz 2013)
İsmet Özel’in o dönemde tercüman olduğu haleti ruhiyeyi temsil eden cenahın iktidara arzuladıklarına yakın bir tarzda sahip olmalarıyla, savaş uçakları yeniden hatırlanacaktı.
Olağanüstü Hal: Roboski’den Cihangir’e
Cihangir üzeinde F-16 uçurma fantazisinde, Roboski’ye bir gönderme de vardır. Roboski, olağanüstü halin, 1990'lar heyulasının idame ettirildiği katliam sahalarından biriydi. Kanun ve nizamın simgesi olarak istisna.
Roboski’de köylülere ve katırlarına karşı ‘devlet’in azametini simgeleyen F-16 savaş uçaklarının karşı karşıya getirilmesinde, aynı kareye yerleştirilmesinde iktidarın sahnelenmesi söz konusuydu. Bu sahne, onu onaylamaya hazır olan ve ona isyan edecek olanlar arasındaki sınırı yeniden çizmeye, toplumsal mevzileri belirlemeye de matuftu. Savaş cephesi olarak vatan.
Kanun ve nizamı istisnalarıyla temsil eden bu olağanüstü hal siyasetinin çok benzer bir sahnesi, 1994 senesinde Şırnak’ın Kuşkonar köyünün bombalanmasından da hatırlanır (link). Kuşkonar köylüleri korucu olmayı reddedince köy F-16’lar tarafından bombalanmış, evler taranmış, 38 köylü katledilmişti. 1990'ların farkı, Türk basınının derhal olayın PKK tarafından yapılmış bir katliam olduğunu ilan etmesiydi. O vakitler Cihangir buna inanıyordu. Ama 1990'ları AKP iktidarına bağlayan, sürekliliği gösteren bir başka ana geçelim: Hükümet, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bu iddiada diretecek, ‘Eğer sorumlu PKK değilse bile, askeri uçakların menşei belli değil. Uçakların TSK’ne ait olduğuna dair hiçbir kanıt yok’ diyecekti. Olayda yer aldığı tespit edilen iki F-16’nın uçuş kayıtları gizlenmiş, Mahkeme’de 2014 yılında verdiği kararında bu kayıtların gizlenmesi üzerinden de ihlal kararı vermişti. Türkiye Mahkemeleri, bu olayda da soruşturma yapmayı ve hakikati teslim etmeyi reddetti (link).
F-16’nın siyasal bir sembol olduğunu, Gazze'de yaşayan Filistinliler de bilirler. 2014 Ağustos’unda Hamas’ın ateşkes ilan etmesinden birkaç dakika sonra, İsrail F-16’ları bir mülteci kampını vuracak, 8 yaşındaki bir kız çocuğunu öldürecekti. İsrail de, F-16’lar ile bir kız çocuğunun parçalanmış bedenini aynı kareye sığdırarak olağanüstü hal siyasetini yürütüyordu.
Sivil halkın üzerinden F-16 uçurmak, zaten egemenliğin angajman kurallarından biri değil mi? İsrail’de Siyonist/müteyakkız vatandaş ve siyasetçi de, F-16’ları Filistinlilerin üzerine gönderme ‘mizah’ını gündelik olarak yapmıyorlar mı? Bu fantazi, medyada düşman ilan edilen her mekana ve halka (Afganistan’a, Gazze’ye, Irak’a, İran’a, Diyarbakır’a) Amerikan veya İsrail veya Türk savaş uçaklarını alçaktan uçurma fantazisi, Amerikan/İsrail/Türk ‘sessiz çoğunluğu’nu herşeyin yolunda olduğuna, iktidarın duruma hakim olduğuna ikna etmenin vasıtası değil mi? Sıradan vatandaşın askeri makinenin, artık gündelikleşen olağanüstü hal mekanizmasının bir parçası haline getirildiği gündelik bir anlatının parçası değil mi? Bir arada düşünülmesi gereken söylem parçaları.
Dolayısıyla Aktay’ın ‘espri’si, bilinçdışı ile üst-benliğin kaynaştığı bu siyaset söylemindeki özgün anlamıyla (yani uç anlamlarıyla) anlaşılmak zorunda. Mizah veya fantazi, söz konusu olan Türkiye solunun olağanüstü hal ile, iktidarın tekelindeki şiddet teknolojisiyle terbiye edilmesidir.
Tabii bu arada Aktay’ın fantazilerini hakikate tercüme etmeye muktedir olan bir sınıfın mensubu olduğunu da hatırlamak gerekir. Esasen Cihangir üzerinde F-16 uçurma mizahının mucidi (ya da ‘Suruç’un patlayınca daha güzel olduğunu’ söyleyen diğer aşiret mensubunun) söylenemezi söylerken, işte bu sınıfa intisap etme yarışında sahneye çıkıyorlar. AKP medyasına bakınız: Trollükten ‘gazeteci’liğe, hatta siyasete giden yol bu şekilde örülür.