7 Haziran 2015 seçimleri sonucu HDP’nin seçim barajını aşarak önemli sayıda milletvekili çıkarmasıyla birlikte Türkiye’de kamusal alanın çoğulcu ve radikal bir demokrasi ekseninde yeniden inşasına dair bir umut ortaya çıkmıştı. Ne var ki bu umut siyasal ve kamusal alanı kendi iktidar arzusu doğrultusunda “siyasetsizleştirerek” mevcut iktidarın idare pratiğine dönüştürmek isteyen bir karşı hareket tarafından dört koldan aşındırılmaya çalışılıyor. İktidarın ve ona eklemlenen aygıtların bu çabalarına siyaset ve demokrasi nefreti ile donanmış ve inlerinde hazır bekleyen gruplar da vakit kaybetmeden entegre oldular. Türkiye’de kamusal alan ve onun yeniden eşitlikçi bir şekilde kurgulanması üzerine yapılan her mücadele sonucunda siyaset birazcık da olsa görünür olduğunda siyasetin bu görünüşünü kapatmaya ve onu karartmaya çalışan bir karşı hareket de kendini göstererek ülkenin demokrasi sınırlarını açığa vurur. Bu karşı hareket belli ölçülerde siyasal alana çöreklenen grupların ve iktidar odaklarının kendi kurulu imtiyazlarını kaybetme korkularından ileri gelse de siyasal ve kamusal alana dair bir demokratik tahayyül bozukluğunu ve demokratik habitus eksikliğini de imler. Bu tahayyül bozukluğu seçimlere sıkıştırılmış bir minimal siyasallığa bile tahammül edemez.
İstenilen sonuç alınmadığı takdirde seçimler halkın farklı kesimlerinin demokratik taleplerinin ve kamusal alanı yeniden şekillendirme arzularının mütevazı bir yansımasından çok mevcut iktidar elitlerince belirlenen “doğru kanaatlerden” ve iktidar aygıtı tarafından talep edilen rızadan bir uzaklaşma veya sapma olarak kurgulanır. Ahval bu olunca iktidar aygıtı ve onun kanaat mühendisleri tarafından doğru olduğu kabul edilen kanaatler ortaya çıkıncaya kadar seçmenler üzerinde kanaat oluşturucu manipülasyonların yapılarak seçimlere tekrar tekrar gidilme ihtimali de siyaset oyunun bir parçası kılınır. Jacques Rancière’nin de ifade ettiği üzere mevcut siyasal sistemlerimizde “[o]ylama aslında, bir üst gücün talep ettiği rızadır ve bu güçle aynı fikirde olunduğu sürece rıza olarak çalışır.” [1] Seçim sonuçlarının talep edilen rızanın dışında yeni bir siyasallığın işareti olduğu durumlarda ya seçimler tekrarlanmalı ya da sonuçlar ülkeyi kaosa sürüklemeye çalışan şeytani bir iradenin yansıması olarak algılanmalıdır.
Bu haliyle Türkiye’de mevcut iktidar seçimleri daha çok verili bir rıza üretme mekanizması olarak kullanıp en azından seçimlerle ortaya çıkan yeni kamusallıkların ve siyasal öznelliklerin önünü almaya çalışıyor. Siyasal alana dair bu kapatma hamlesi 1990’lardan beri oldukça tanıdık bir şekilde işleyerek farklı siyasi kuşaklara aktarılıyor. Siyasal öznellikleri ve talepleri baskılananlar değişse de bu baskının ve reddin mantığı ve işleme şekli değişmiyor. Bölücülük, irtica, vatan hainliği, anarşistlik, solculuk ve benzeri kavramlar damgalayıcı bir işlevle vakit kaybedilmeden iktidar makinesinin kadim yakıtları kılınarak siyasetin cehennem ateşi yakılıyor. Siyasal iktidarın bu yöndeki davranış kodlarının açığa vurduğu ise en temelde siyaset mekanizmasını kısa devreye uğratıp devlet ve ona eklemlenen ideolojik aygıtların oyununa dayalı bir “idare” mekanizması kurma arayışı ve bu arayışta kendini belirgin kılan siyaset korkusu ve demokrasi nefretidir. Dolayısıyla halkın iradesine yapılan her vurgu ancak bu irade ile mevcut iktidarın arzuları çakıştığı oranda geçerlidir. Mevcut iktidarın iktidar pratiklerinde kurmuş olduğu tekeli aşındırmaya çalışan her türlü yeni irade arayışı mutlak bir kötülük ve haddini bilmemek olarak kodlanır.
Demokrasi en nihayetinde bir eşitlik ve bu eşitlik içerisinde kendini kayıtlama arayışıdır. Bu arayış büyük oranda verili düzende çatlaklar yaratarak ve kamusal alanı yeniden inşa ederek yol alır. Demokrasinin bu yönü onu bir sistem ve yönetim biçimi yapmaktan ziyade siyasal alanın bir çalışma biçimi veya mantığı yapar. Ülkeler demokratik olmazlar yani demokratik mücadeleyi tamamlayarak demokrasi sınavını geçmiş ülkeler ve topluluklar yoktur. Demokrasi topluluğun her daim kendi içinde yeniden yeniden sınandığı ve bu sınanmanın sonucunda eşitlik arayışının tazelendiği bir oluştur. Bu yönüyle demokrasi ancak bir açıklık/sınırsızlık zamanı içerisinde kendini gösterir ve ortada böyle bir açıklık yoksa bu açıklığın kendisi bizzat demokratik mücadelenin hedefi olur.
Demokrasinin bitmeyen ve kendini yenileyen bu mantığı statik ve mekanize bir mantık tarafından askıya alınarak demokrasi toplum sakinlerine tamamlanmış veya yakında birkaç adımla tamamlanacak ve hatta bir şekilde ileriye doğru lineer olarak giden bir görüngü olarak sunulur. Dahası kimi durumlarda demokratik arayışın kendisi “ilerleyen bir demokrasinin” hasmı şeklinde kodlanarak toplumun yeni kamusallık arzuları baskılanır. Bu eksende kurulan demokrasi tahayyülü demokrasi adını kendine ödünç almış ve bu adın retorik salınımlarına dayanan bir baskı ve yok sayma rejiminden başka bir şey olamaz. Sözü burada Rancière’ye bırakarak bitirelim: “… demokrasi, aslında politikanın kirliliği, hükümetlerin kamusal hayata ilişkin tek bir ilkeyi temsil etme iddiasını ve bu yolla kamusal hayatın genişlemesini ve kavranmasını sınırlandırmalarını reddetmek anlamına gelir. Eğer ortada demokrasiye özgü olan bir “sınırsızlık” varsa, bireylerden gelen arzuların ya da isteklerin katlanarak çoğalmasında değil, tam da burada, siyasal ile toplumsal olanın, kamusal ile özel olanın sınırlarını dur durak bilmeksizin yerinden oynatan harekette yatar.”[2]